Atatürk’ün Ma(ne)vi Kızı: Sabiha Gökçen*
Kuşlar gibi değil ama uçabiliyoruz. Ayaklarımızı yerden kesip mavinin yapabiliyoruz. Kocaman uçaklarda ya da yamaç paraşütüyle. Kalabalık ya da yalnız. Gökyüzüne yaklaşıyoruz. Kuşlar gibi değil ama uçuyoruz yine de, mavinin içinde.
Çağrışımları güzel şey uçmak. Özgürlük, cesaret…
Kimimiz en güvenli yolculuk biçimi olmasına rağmen hala korkuyoruz uçmaktan. Anlaşılır, ayaklarımız yerden kesiliyor. Kaza az olsa da, sağ çıkan pek olmuyor. Bir uçak yolcusu olmak bile cesaret isteyebiliyor. “Pilotlar cesur insanlar “ deseler itirazımız olmaz. Cesaret istiyor uçmak.
Ya 1930’ların Türkiyesi’nde uçmak? Bir uçağı uçurmak? Daha yakında bir belgesel kanalında Alaska’nın küçük uçaklarını uçuran pilotlarla ilgili bir program başladı. Alaska’nın çetin doğasında küçük uçaklarla başarıyla uçmak hala hayranlıkla izlenen, cesaretle anılan bir şey. Coğrafi koşulları Alaska kadar zorlamayacak yerlerde de uçsanız 2011’in teknolojisinden yoksun 1930’larda uçmak kimbilir ne kadar cesaret isteyen bir şeydi?
1930’ların Türkiyesi’nde tabii ki bu cesareti gösterenler vardı. Bunlardan biri mavi bir kadındı. Bu topraklarda gökyüzüne yaklaşan ilk kadındı. Atatürk’ün mavi kızıydı. Adı Sabiha’ydı. Soyadı Gökçen.
Gökyüzüne yaklaşan 3.mavi kadın olsaydı da öyküsünden aynı derecede etkilenirdim. Türkiye’nin 2.,3.,7., 33. kadın pilotlarını da saygıyla selamlayarak bu mavi kadının öyküsünden beni etkileyen bir iki noktaya değinmek isterim.
Sabiha Gökçen’in fotoğraflarını ilk ne zaman gördüğümü hatırlamıyorum ama ben o fotoğraflardan ve sessizce anlattıklarından çok etkilenmiştim. Belki de ilk o fotoğraflarda görüp tanımıştım Sabiha Gökçen’i. Türkiye’nin ilk kadın pilotu olduğuna göre güçlü, cesur, öncü bir kadın olduğu belliydi ama ben aynı zamanda çok güzel, zarif ve vakur bir kadın görüyordum o fotoğraflarda. O yılların koşullarında ve üstelik savaş pilotu eğitimi alan bir kadın daha başka türlü de görünebilirdi sanki. Yüz çizgileri daha sert olabilirdi mesela. Bu da etkilemişti beni. Belli ki Kurtuluş Savaşımızın haklılığından, destansı yapısından da izler vardı o fotoğraflarda. Sabiha Gökçen sadece kendini, kendi özgür, cesur öyküsünü değil Türk kadınını, Türk kadınının özgürlüğünü ve geleceğini temsil ediyordu. O fotoğraflardan etkilenmemek olanaksızdı.
Tarihe ismini yazdıran pek çok büyük isim gibi Sabiha Gökçen’in öyküsü de başından beri içinde taşıdığını gizil gücün başarısında ne kadar önemli olduğunu gösteriyor. Sabiha Gökçen henüz 12 yaşındayken, Bursa’yı ziyaret etmekte olan Atatürk’ü görmeye gidebiliyor. Belli ki cesareti, kararlılığı, okuma isteği ile Atatürk’ün dikkatini hemen çekebiliyor. Sabiha Gökçen’in öyküsü belli ki Atatürk onu evlat edinmeden önce başlıyor.
Atatürk’ün bu güçlü manevi kızına, soyadı kanununun çıkmasından sonra ama bu kararlı kız havacılıkla henüz ilgilenmemişken “Gökçen” soyadı vermiş olması da çok etkileyici. İçinde o yıllara özgü pırıltıyı taşıyan bir rastlantı. Bir bilim dergisinde okuduğumu hatırladığım gibi doğduğu gün ölen bazı büyük isimlerden biri olması da (22 Mart 1913 – 22 Mart 2001).
1936 yılında henüz 22 yaşındayken ilk uçuşunu yapan Sabiha Gökçen’in daha bir sürü önemli, ülkemizi gururlandıran başarısı olmuş. “Dünyanın ilk savaş pilotu” unvanını kazanması (bunun yerine “çatışma” teriminin niçin kullanılmadığını merak ediyorum), dünya havacılık tarihine adını yazdıran 20 pilottan biri ve bu listedeki tek kadın olması gibi. İçinde “ilk” kelimesi geçtiği için bunlar en önemlilerinden sayılabilir ancak ben 1938 yılında tek başına Balkan turuna çıkmasından etkileniyorum en çok. Türk kadınını ve Türkiye’yi cesaret isteyen bir barış uçuşunda başarıyla temsil edişini. Onu yolcu eden, haberlerini heyecanla bekleyen, turda ziyaret ettiği başkentlere tek tek başarıyla indiğinde rahatlayan, gururlanan, onu örnek alan kadınların öykülerini de merak ediyorum.
Ancak merak ettiğim ve ne yazık ki yazımın dilini, tonunu değiştirecek bir şey daha var. Bize bunca gurur yaşatan bu öncü Türk kadınının adını taşıyan bir havaalanına niçin ancak ölümünden 2 ay önce, kavuşabildi ülkemiz? Üstelik Sabiha Gökçen 88 yaşına dek yaşamışken! Biz nasıl bu denli vefasız olabildik? Nasılsa her yere “ Atatürk” ismi vererek, yakamıza Atatürk rozeti takarak Atatürk’ün mirasçısı olmayı hak etmediğimiz ortada. Niçin mesela İstanbul’ın ilk havaalanının adı “Sabiha Gökçen” yapılmadı? Türkiye Cumhuriyeti’nin Türk kadınına saygısını, onun uygar, özgür konumunu (şimdi böyle olmadığı kesin ama en azından kurulduğunda özlenen bu değil miydi?)dünyaya ve ondan da önemlisi tarihine yabancı halka hatırlatmak için çok iyi olmaz mıydı? Atatürk de kesinlikle böyle olmasını isterdi bence.
Bu soru yıllarca çok kurcalamıştı kafamı ama nedense bazı kişi ve kurumlara sormamışım hiç. Bu da benim ayıbım. Acaba gerçekten başka bir nedeni mi vardı bu geç kalışın bilemiyorum. Mesela İstanbul olmadıysa da neden Ankara havaalanına verilmedi Sabiha Gökçen’in ismi? Hele İzmir’in havaalanına “Adnan Menderes” isminin verilmesini anlamam mümkün değil. Bizi havacılıkta tüm dünyada onurlandıran bir öncü Türk kadını dururken nasıl olur da İzmir gibi aydınlıkla anılan bir şehre ülkemizi karanlığa götüren isimlerden birinin adı verilebilir? Adnan Menderes’in idam edilmesini bir hata olarak algılıyorsak bu iyi, ancak bir tür özür mü dilenmek istenmiştir kendisinden havaalanına ismi verilerek ölümsüzleştirilerek? Vefayı bilmiyoruz ama tuhaf yanlışları tuhaf özürlerle kapamaya çalışmakta üstümüze yok.
Sabiha Gökçen’in öyküsü benim için “ilk”lerle ilişkimiz açısından da çok önemli bir örnek. Aşağılık kompleksine sahip bir toplum olduğumuzu söylersem çok yanlış olmaz herhalde. İnsanlarımızın çoğu büyük sanatçılarını, bilim insanlarını vs. tanımadığı için her önemli şeyi, her büyük başarıyı ilk önce ve sadece yabancılar yapıyor sanıyor. Kendi değerimizi bilmiyoruz. Sanatçılarına, bilim insanlarına ve bu örnekte olduğu gibi Sabiha Gökçen’e layık olduğu değeri vermeyen vefasız bir ülkenin halkı, biraz da eğitimsiz ise böyle hissetmeye mahkûm oluyor. Belki daha vefalı olabilseydik kendilerince “sıra dışı“ olan bir Türk veya Türk kadını görünce tuhaf şaşırma nöbetleri geçiren yabancılarla da daha az karşılaşırdık. Bir kısmımız önemsiz konularda ve/veya doğru olmayan nedenlerle “sıra dışı” bir Türk, bir şeyi “ilk” yapan Türk sayılınca seviniyor. Oysa ve ne iyi ki Türkiye’de bazı şeyler, hem de çok önemli şeyler ilk kez, kendimizi pek modern saydığımız bu zamanlarda yaşanmadı. Ne iyi ki Türkiye’nin ilk kadın pilotu Sabiha Gökçen mesela 1966 yılında değil, 1936 yılında uçtu. Saçma nedenlerle bir şeyi “ilk” yapan Türk olmayı “göklere” çıkarırken asıl göklerde yazılmış bir ilki ve benzer gerçek “ilk”leri unutmamız ya da yeterince değerlerini bilmememiz gerçekten çok üzücü.
Elbette Türk Hava Kurumu başta olmak üzere pek çok kişi ve kurum Sabiha Gökçen’e saygıda ve değerbilirlikte kusur etmemişlerdir. Ben sadece kendi duygularımı dile getirmek istedim. Belki bilgi eksiğimin olduğu noktalar vardır ancak ne kadar düşünürsem düşüneyim Sabiha Gökçen isimli bir havaalanından bir uçağın kalktığını ancak aramızdan ayrılışından 2 ay önce (bunu tam teyit edemedim ama açılıştan kasıt uçuşların yapılması ise böyle yazabilirim sanırım) görmesini ülkemizin bir ayıbı olarak değerlendiriyorum.
Sabiha Gökçen isminde bir havaalanı açma girişiminde bulunan ve Atatürk’ün mavi kızı hayata gözlerini yummadan bu projeyi tamamlayarak onu onurlandıran kişi ve kurumlara teşekkür ederim. Sabiha Gökçen Havaalanı yetkilileriyle bu yazıyı yazmadan bir süre önce yazıştım. Benimle çok yakından ilgilendiler, kendilerine teşekkür ederim. Bu yazıyı daha kapsamlı bir araştırma sonrası yazmayı düşünüyordum ancak Mart ayında yazmam gerektiğini fark edince havaalanı yetkililerinin nazik yönlendirmelerine rağmen bazı konuları öğrenmem mümkün olmadı. Örneğin Sabiha Gökçen’in havaalanı hakkındaki duygu ve düşüncelerini, açılışla ilgili anı ve fotoğrafları çok merak etmiştim. Sabiha Gökçen Havaalanı’nın sayfasında “Sabiha Gökçen kimdir?” bölümü var (http://www.sabihagokcen.aero/sabiha_gokcen_kimdir)Belki bu sayfada bu tür bilgilere de yer verebilirler. Bir de her yıl 22 Mart’ta Sabiha Gökçen’i nasıl andıklarını sormuştum. Sergi, belgesel gösterimi gibi etkinlikler içeren anma programları düzenliyorlarmış. Belki bir 22 Mart’ta Atatürk’ün mavi kızının adını taşıyan havaalanında ayaklarınızı yerden kesip gökyüzüne yaklaşmak istersiniz…