Karaktersiz*
Karaktersizlik; büyük bir ayıp, başkalarına olmasa bile -ki olmadığına rastlanmamıştır- yapan kişinin kendisine saygısızlık. Söylediği lafla yaptığı eylemler arasında bir fark varsa kişinin bu kişi karaktersizdir bence. Kolay kolay defedilemeyen bir hastalık olur yapışır bünyeye, yavaştan bağışıklık sistemini çökertir ve omurgalarda dayanılmaz bir ağrı baş gösterir ve nihai sonuç olarak insanı omurgasızlaştırır.
Bu aralar (5-6 aylık bir dönem) bu mevzu konusunda büyük bir gelişme gösterdim. Karaktersizin, omurgasızın önde bayrak taşıyanı oldum. Adeta Karaktersiz Spor’un en ateşli taraftarı ve amigosu oldum. Hiçbir maçını kaçırmadım, deplasmanlara gittim, holiganı oldum, olaylar çıkardım, stat kapattırdım, hakem dövdüm…
Her şey okulun bitmesiyle başladı. İlk 1-2 ay aylak aylak evde yatarak vakit geçirdim, dostlarımla kağıt oynadım, zorla briç öğretmeye ve oynatmaya çalıştım –ki ben de çok anlamam- gezdim dolaştım, zevk-i sefa eyledim hayatımı. Cepte beş kuruş para yok, çalışmıyorum, günde iki paket sigara içiyorum (8,5 TL) , bildiğiniz hala evdekilere yük olmaya devam ediyorum ama durumdan pek mutlu değilim çalışmam lazım falan derken bir iki arkadaşımın kıyağıyla iş başvurusu yapıyorum ve çaaat anında kabul ediliyorum, pazartesi gel başla durumları. İşe başlamadan önce gidip diplomamı falan alıyorum ve İstanbul’a ışınlanıyorum Skati tarafından en acısız şekilde, ama içim içimi yiyor, durulamıyorum…
Ve nihayetinde İstanbul günleri başlıyor. Ama ortada benim açımdan çok fena can sıkan mevzu var, var olmasına var da dillendirmeye hiçbir zaman yeltenemiyorum. Daha işe bile doğru düzgün başlamadan kovulmak, işsiz güçsüz, beş parasız olmaktan korkuyorum ve doğal olarak sesimi çıkartmıyorum. Ses çıkartmayı bırak kendime de yalan söylemeye başlıyorum. “Artık 28 yaşına geldin, o veya bu şekilde paranı kazanmak zorundasın, beynini kurcalayan mevzuyu kenara bırak ve işine odaklan, kimse seni yargılamaz ya da kınamaz “ diyorum. İşte karaktersizliğim burada baş göstermeye başlıyor.
Beni tanıyanlar bilir, Aydın Doğan kişisinden hazzetmem ve okul hayatımda da kurduğum cümlelerin başında “ Umarım Aydın Doğan’a muhtaç olmam” gelirdi. Ulan kahpe hayat, ulan şerefsiz kapitalizm, ulan bari dakika 1 gol 1 yapmayın ama ya, değil mi? Şansıma edeyim, işe başladığım şirket beni Yaprak Dökümü dizisine kamera asistanı olarak yolladı. Dizi sayesinde çok güzel dostlarla tanıştım, ve hatta son plan bittikten sonra hüngür hıçkırık,salya vıcık ağladım falan filan. Arkadaşlık, iş ortamı, kariyer vs. olarak süper bir başlangıç, aksini iddia etmek aptallık olur. Ama mevzu o değil, daha ilk işimde kendimle çelişmeye başladım.
Yıllarca Aydın Doğan’a arabalar dolusu laf söyle, gazetesinden söyleşi için gelen Tufan Türenç’e laf söyle hatta bundan büyük zevk al falan fişmekan. Sonra kaderin trikotaj makineleri ağlarını çatır çatır örsün ve git Kanal D’nin işinde çalış. Çalışıyorum ama ha bire “kazandığın para Aydın Doğan’dan gelmiyor oğlum” diye kendimi avutuyorum. “Aydın Doğan yapım şirketine veriyor parayı, yapım şirketi senin şirkete veriyor parayı ve son tüketici olarak sen kendi şirketinden alıyorsun parayı” gibi güzel bir bahaneyle mutlu oluyorum ha bire…
Önümüzdeki ay ‘eylemler’e, ‘yürüyüşler’e ve ‘bir tencere reklamı ile yeşil sermayenin köpeği olma’ya değineceğimiz yazının ikinci bölümünde görüşmek üzere…
*https://issuu.com/azizm/docs/edergimart2011