Söyleşi: Altan Gördüm*
Şubat ayında düzenlediğimiz Çeşme Film Festivali’nin davetlisi ve konuşmacısı olarak bizim yanımızda yer alan, “Devrim Arabaları”, “Aşk Tutulması” ve son olarak “Devrimden Sonra” filmlerinin, “Kavak Yelleri” ve daha birçok dizinin ve sayısız tiyatro oyunun usta oyuncusu Altan Gördüm ile festival sırasındaki yoğunluğumuz sebebiyle söyleşi yapamamış ancak kendisinin de isteğiyle internet üzerinden de olsa röportaj yapma konusunda sözleşmiştik. Geçtiğimiz ay sorularımızı kendisine ilettiğimizde bize cevabı telefonla verdi ve kısaca “Bu soruların hakkını öyle bilgisayar başına oturup veremem, önümüzdeki günlerde İzmir’deyim, buluşalım sohbetimizi gerçekleştirelim” dedi. Bir konferans için memleketi İzmir’e gelen Altan Gördüm, annesine ve dostlarına bile haber vermediği bu günübirlik gezisinde programını da aksatmak pahasına bizle Alsancak Miko’da buluştu. Sayın Altan Gördüm’le “Devrimden Sonra”dan başlayıp dizi sektörüne, ülkenin sanat gündemine egemen olan yasakçılıktan geleceğe dair planlara kadar farklı konularda ufuk açıcı ve keyifli söyleşi gerçekleştirdik, iyi okumalar…
Birçok sinema filmi, televizyon dizisi ve hatta kısa metraj filmde yer alarak oyunculuğun hakkını uzun yıllardır tam anlamıyla yerine getirmiş Altan Gördüm’ün “sahne tozuyla” tanışmasını ve yaşamını sanata adamasının hikâyesini dinleyebilir miyiz?
Beni tiyatroyla, sahneyle buluşturan Karşıyaka Erkek Lisesi’ndeki kimya öğretmenimdi. Beni derste sözlüye kaldırdı, sözlüde yaptığım hareketlerden “Bu çocukta tüy var” dedi herhalde ki arada tenefüste beni en korktuğumuz Müdür Yardımcısı’nın odasına çağırıp “Seni okulun temsil koluna alıyoruz” dedi. “Hocam ben yapamam” dedim, “Sen tahtada yaptıklarını yaparsan senden olur” dedi. Artık haklı mı çıktı haksız mı, Türk Tiyatrosu’na zarar mı verdi, onu da bilmiyorum; “Tamam” dedim. Lise sonda, dokuz Eylül Üniversitesi’nin oyunculuk bölümü yeni kurulmuştu; okuldaki öğretmenlerin -daha sonra okul tiyatrosuna devam ettim tabii- girsene okula dediler, ben de rahmetli babamla konuştum; karışmazdı bana, ben ortaokul yıllarımdan beri siyasalda okuyup idealist kaymakam olmayı düşünüyordum. Babam, “Açlıktan ölürsün, tiyatrodan kimsenin karnı doymuyor. Sen git okulunu oku, tiyatroyu da ‘fobi’ olarak yaparsın” dedi. Hobi ve fobi sözcüğünü karıştırıyordu, yeni çıkmıştı bu sözcükler. E, tabii olacağın önüne geçilmiyor. Biz siyasalı kazandık. Ankara’da Siyasal ikinci sınıfta okurken Cumhuriyet Yurdu’nda kalıyorum. Bir gece nöbetteydim, nöbette kendi aramızda oyunlar falan yapardık. Nöbetteki arkadaşlar dedi ki, “Ankara Sanat‘ın kurslarına neden katılmıyorsun, sınavları var…” Dedim, “O ne ya?”, Tabii AST’ı biliyoruz, ama hani ordan içeri o anlamda bir mabede girebileceğimizi hiç tahmin etmiyoruz. Son anda gittik, başvurduk ve işte öyle başladı benim olayım. 1979–1980 dönemi. Bu sene 32. yıl oluyor. Ondan sonra Ankara Sanat’ta yöneticilik, eğitmenlik, yönetmenlik, başka tiyatrolarda da yönettiğim oyunlar oldu. Yani zorunlu ayrılıklar dışında Ankara Sanat’ın bütün projelerinde yer aldım diyebilirim. İzmir’e nereden geldiğimize değinelim: 1999–2000 sezonunda Devlet Tiyatrosu’nun Yetişmiş Sanatçı kontenjanından bir davet alıp Devlet Tiyatrosu’na memur sanatçı olarak girdim. Girdiğim zaman Ankara’da Müdür Yardımcılığına başladım. 2008 Kasım’ında da “Devlet yeter” deyip, erken bir şekilde Devlet Tiyatrosu’ndan emekli oldum, ama tabii tiyatroculuktan emekli olmadım.
Kariyerinize başlarken örnek aldığınız sanatçılar kimlerdi?
Aslında tabii o dönem çok yaygın değil kitle iletişim araçları, izlediğimizde aklımızda kalan bir Genco Erkal geliyor aklıma, Genco abiyi izledik. Kurum olarak Ankara Sanat Tiyatrosu turneye geliyordu; Sanat Tiyatrosu kişi değil de kurum olduğu için isimlerini bilmediğimiz oyuncular üzerinden “Şu çok iyi”, “Bu çok iyi” dediğimiz kişiler olduğu gibi, sonra da meslek içinde örnek aldığımız ustalar vardı. Zaten tiyatro taklitle başladığı için, ustaları önce taklit edersin, konservatuarlarda da öyle, hocaları taklit eder öğrenciler, hocalar da öyle olmasını ister. Hala örnek aldığım, çok iyi oynuyor, çok iyi kıvırmış dediğim oyuncular var ama bazen bir projede çok iyi olduğunu görüyorsun, başka bir projede tepetaklak gidiyor. O konuda bir süreklilik yok. Benim isim, usta olarak kabul ettiğim; kimileri beğenmez oyunculuğunu ama Rutkay abiyi (Aziz) beğenirim, tiyatro adamı ve düşünürü olarak. Geçenlerde bir söyleşide pişmanlıkla ilgili dile getirdiğim bir şey vardı, ben genel olarak tiyatro rejisinin eğitimini almış olmak isterdim. Rejisörlük yetenekle çözülebilecek bir şey değil, teknik bilgi de gerektiriyor.
Ülkemizdeki sanat eğitimini yeterli buluyor musunuz? Bu kapsamda sizce neler yapılmalı?
Sanat eğitimi bağlamında oyunculuktan, tiyatrodan, sinemadan söz ettiğimizde yeterli bulmuyorum desem bazı büyüklerimiz acayip bozulacaklar ama ülkedeki sözümona sanat politikası nedeniyle örneğin oyunculuk eğitimi veren okullar oldukça arttı. Geçenlerde bir profesör arkadaşa sordum, şu anda tiyatro eğitimi veren üniversite bazında kaç okul var dedim, en son bıraktığımda 62 taneydi dedi. O da bilmiyor. Pıtrak gibi çoğaldılar. Okullar yeteri kadar yetkin öğretim üyeleriyle desteklenmiyor. Özellikle özel üniversitelerin okulları. Geçen sene eşim Maltepe Üniversitesi’nde ders veriyordu, öğrencileri de bazen bizim okula geliyorlardı. Örneğin 3. sınıf öğrencileriyle bir sohbette dedim ki, diksiyonunuz çok kötü çocuklar, niye böyle bir şey var? Hocam bizim diksiyon hocamız yok dediler. Böyle bir şey olabilir mi? Mühendis adama matematik, statik öğretmemek gibi. Neyle iletişim kuracak? Mim tiyatrosu yapılmayacak ki. Üniversiteler adet olarak arttı, ama nitelik olarak aynı şeyi söyleyemeyeceğim. Birkaç yerde gelenek sürüyor tabi. Mesela İstanbul Konservatuarı var, Mimar Sinan’ın fena değil, Ankara Devlet Konservatuarı, İzmir Dokuz Eylül ve Eskişehir gibi okullar iyi okullar. Hâlâ o geleneği sürdürüyorlar, hâlâ direniyorlar.
Siyasal Bilgiler yolundan tiyatroya uzanan bir eğitim hayatınız var. Aktif olarak değil belki ama teorik olarak siyasetle ilgili oluşunuz oyun seçimlerinizi etkiledi mi?
Tabii ki etkiledi. Her şey politik; politik olmak durumunda. Ben sanatçıyım politikayla ilgilenmiyorum diyemezsin, bu bile politikadır. Doğal olarak belli bir dünya görüşünüz var. Sanatı oluşturan iki temel; estetik ve ideolojidir. Sonuç olarak bir dünya görüşünün tarafı olmalısın, bir tarafta durmalısın. O da ister istemez senin rol seçmende, projeyi kabul etmende ana kıstası oluşturuyor. En azından benim için öyle.
Son dönemde “Yerli Dizi Yersiz Uzun” gibi eylemlerle sektörün emekçileri seslerini daha yüksek sesle dile getirmeye başladılar ancak halen kısa vadede bir çözüme ulaşılmış değil. Siz bu konuda neler söylemek istersiniz, sizce çözüm için yapılması gereken nedir ve bu konuda toplumun konuyla alakalı tüm kesimlerine bir görev düşüyor mu?
Tabii ki düşüyor. Televizyon seyircilerine ‘bu kadar uzun dizi izlemem, protesto ediyorum’ dedirtemezsiniz. İzlemese bile evinde açık duruyor diziler, tabii ki yapacak bir şey yok. Kendi içimizde direnebiliriz, ama o konuda asla tek vücut olmamız mümkün değil. Bu konuda bize şöyle dediler: “Tamam, süreleri kısaltalım, ama sizin paralarınızı azaltırız.”. Yapımcı arkadaşım söyledi bunu. 60 dakika, 70 dakika çekerken 10 dakika uzatalım dediklerinde bize artı para vermiyorlar, ama biz bunu söyleyince direkt olarak paramızı kısma yönünde adım atıyorlar. Şimdi bir anda kendi içimizde şöyle laflar dönmeye başladı; ‘Bana ne kardeşim, paramız kesilecekse astronomik rakamlar alanlardan kesilsin, ben zaten kaç kuruş alıyorum’. Amaçlanan da bu zaten, oyuncuları birbirine düşürmek. Klasik muhabbet, aba altından sopa göstermek. Eskiden akşamları Prime Time 1, Prime Time 2 vardı, biliyorsunuz; 20.00–22.00 ve 22.00–00.00. Şimdi akşam sekizde bir başlıyor, 60 dakika özet ve net 120 dakika reklâmsız gece bitti! Düşünebiliyor musunuz kanalın yaptığını? Yani önceden iki projeye para veriyordu. Bu şekilde tek projeye para veriyor. Aynı reklâmı zaten alıyor, esas sorun bu. RTÜK buna müdahale etmiyor, Çalışma Bakanlığı sete gidiyor. Yapımcılar, “Gelen ekip ‘kaç saat çalışıyorsunuz?’ diye sorduklarında Allah aşkına 8 saat deyin” diyorlar. Haftada 5 gün 8 saat çalışsan dizi çıkmaz. “Biz denetim altına alıyoruz, dikkat edin taş düşebilir diye uyarıyoruz.” Ama taş düşünce ne olacak? “E, o taşla senin aranda” gibi bir durum ortaya çıkıyor. Karar alsınlar işte! Yayının kaç saat olduğu ortada, ihbar kabul edin. Suç olduğu ortada, çünkü 70 dakikanın üzerinde. Yasayı değiştirdiler, kimin lehine oldu? Biliyorsun 4 dakikada bir de reklâm giriyor, eskiden bu böyle değildi. Hadi o bitiyor, bir de tanıtıcı reklâm giriyor. Reklâmın tanıtıcı olanı, tanıtıcı olmayanı mı var? Her reklâm zaten tanıtmak içindir… Bütün mesele para. Benim bildiğim, bir kanal sözünü ettiğimiz program süresince reklâmlardan 1 trilyon para kazanıyor! Yapımcıya verdiği 300 falandır. Ha, bir defada da iş bitmiyor. Aynı dizinin tekrarını yayınladığında da para alıyor. Kanal para alsa da her tekrarda bizlere para gelmiyor maalesef. Bizim şu anda yapmaya çalıştığımız, tamam, yayınlansın ama o tekrarın yarısını da bana ver bari. Gelişmiş ülkelerde bu böyle. Şu anda Oyuncu Birliği ve sendika olarak biz bunu yapmaya çalışıyoruz; hiç olmazsa telif alalım diye. Öyle bir şeye imza attırıyorlar ki, dizi Plüton’da bile yayınlansa hiçbir şey alamazsın. Bizim bu toplumsal yapımızla, bakış açımızla oyuncu arkadaşlarımızın da bakış açısıyla “yerli dizi yersiz uzun” olayını biz yapamayız. Apolitik bilinçle bu yapılamaz. Hadi, bütün setler karar alsın; dursun ve hakkını arasın; kimse yanaşmaz ona. Şunu yaptılar bize zamanında, Ankara’da ilk seslendirme sanatçılığı derneğini biz kurduk. Özel kanallar yeni yeni yayına başlıyor o zamanlar; fiyatlar aşağı çekilmeye başlandı. Biz de karar aldık, taban fiyat budur, bunun altındaki rakamlara kimse imza atmayacak diye. Bizi kim yarı yolda bıraktı biliyor musunuz? ‘Ya bize iş vermezlerse’ diyen kimi oyuncu arkadaşlar. Şimdi hepsi sürünüyor. O yüzden bu olayda da aynısı olacak. Sendika kursak bile bağlayıcı karar alamayacağız.
Türk sinemasının bugününü ve yarınını, düne göre nasıl buluyorsunuz?
Teknolojik gelişmelerin çok avantajı oldu. Rahmetli Kenan Pars’la ettiğimiz bir sohbette kendisi şöyle derdi; “Evladım, biz metreye göre oynuyorduk.” Şimdi tekrar yapabilme olanağı var. Teknoloji, kameralar çok ucuzladı. Eskiden ışığı kurmak saatler sürebiliyordu, şimdi özellikle televizyon dizilerinde çok çabuk çözülebiliyor her iş. Bunun artı noktaları da var tabii. Eskiden yönetmen olabilecek çok iyi çocuklar vardı, işin zorluğuna rağmen çok iyi işler çıkarabiliyorlardı. Bugün eskiye göre kalem tutabilecek insanlar, yönetmenler daha fazla var, ama yine burada işin kalitesine geliyoruz. O kaliteli ortam şimdi yok. Bir gün bir dizi projesiyle yapımcıya gittiğimde “Proje güzel, ama olmaz, çünkü çok düzeyli” diye bir eleştiri aldığımı biliyorum. Düşünebiliyor musunuz, düzeyli diye kabul edilmiyor ve araya bir kadın sokmam veya argo eklemem isteniyor. Gerekçe olarak da seyircinin beğenisi öne sürülüyor. Eşim Vahide (Gördüm) de, ben de kimi zaman yaptığımız işlerden dolayı akşam yastığa başımızı koyduğumuzda durumdan hoşnutsuz oluyoruz, ama hayatımızı devam ettirebilmemiz için bizim de bu işi bir şekilde yapmamız gerekir.
Türk sinemasında siyasi konulu filmlerin etkisi ve başarısı konusunda ne düşünüyorsunuz? En son rol aldığınız ve Türkiye’de olası bir sosyalist devrim sonrası yaşanabilecekleri konu edinen “Devrimden Sonra” filmini, şuana kadar filme gelen eleştirileri de göz önünde bulundurarak, bu noktada nerede konumlandırırsınız?
Son dönemde birkaç fedakâr yapım şirketi ve derneği dışında gerçek anlamda politik sinema yapılmıyor. Yapılsa da seyirciyle buluşmuyor. O emeği boşa harcamak gibi görülüyor. En son Devrimden Sonra’yı çektik. Film, sanatsal ve estetik açıdan çok eksiği olmasına rağmen, örneğin gerici olarak adlandırabileceğimiz basın tarafından bile saygıyla karşılandı, en azından sayfalarında yer verdiler, desteklediler. Gösteriminin ilk haftasında 16 bin seyirci topladı. Böyle giderse 50 bini aşacak gibi gözüküyor ki bu tarz bir film için iyi denilebilecek bir rakam. Harcanılan parayı –zaten çok düşük bir bütçeyle çekildi- karşılayacak gibi görünüyor. Bu da ikinci ve daha sağlam bir film çekilebilmesine olanak sağlayacaktır. Filme bir şeylerden haberdar olan, konuyla ilgilenen kişiler gidecektir; oysa ben istiyorum ki apolitik olan insanlar da bu filmi izlesinler. Biz bu filmde, bir dönemler kitlere korku salmak için yinelenen ‘bu yıl komünizm gelecek’, ‘bu yıl sosyalizm gelecek’ söylemlerinden çıkıp, devrim gerçekleştiğinde ve hakikaten sosyalizm geldikten sonra olacakları anlatıyoruz. Keşke karşıt görüşlü insanlarda filmi izlese. İkinci bir film çekilirse eğer aynı sanatsal eksikliklerin olmaması için bu işte güvendiğimiz, inandığımız danışmanlar kullanılmasını önereceğim arkadaşlara. Tabi ben projenin içinde olur muyum olmaz mıyım bilmiyorum ama kesinlikle destek olmak isterim.
Geçtiğimiz ay Azizm’de “Geri Kalmışlığın Nedenleri”ni masaya yatırmıştık. Sizce Türkiye, güzel Anadolu neden geri kaldı? Son dönemde yaşanan galeri baskını, Allianoi, ve İnsanlık Anıtı imhaları, Bedri Baykam’ın bıçaklanması, Şükran Moral’ın tehditler sonrası yurtdışına çıkması, Devlet Tiyatrolarının sakız-türban ikilemiyle kapatılmak istenmesi ve sıralamaktan yorulacağımız olaylar ışında geri kalmışlığın aşılabilme ihtimali konusunda geleceği nasıl görüyorsunuz?
Geri kalmışlığın nedeni olarak feodal yapı ve dini görüyorum. Bırakın küçük kentleri, bunu büyük kentlerde bile fark ediyoruz. Din olgusu amaçlarına ulaşmak isteyen siyasal iktidarlar tarafından bir güzel kullanılır. Bugün baktığımızda isimler bile değişti ülkemizde; çocukların isimleri değişti! 70’li yıllarda Devrim, Deniz, Barış, Mahir gibi isimler varken, şimdiki isimlere bir bakın. Bunların İslam ile de ilgisi yok, yaşama biçimi olarak Arap kültürü pompalanıyor bize, kapanma dâhil olmak üzere. 2–3 gün önce bir dergi için arkadaşlar bir yerde fotoğraf çekiyorlarmış; saldırmışlar arkadaşlara, “Kadının fotoğrafı çekilmez, günahtır” diye. Hangi kutsal kitapta yazıyor acaba böyle bir şey? Bizim dinimiz mantık dinidir, bizim dinimiz barış dinidir denir, oysa bence hiçbir din mantık dini değil, hiçbir din barış dini değil. Dinde emredici unsurlar olduğu sürece bir din hiçbir zaman barışçıl olamaz. Günümüzde “Ilımlı İslam” diye bir kavram ortaya atıyorlar; oysa İslam’ın ılımlısı olmaz. Zorladığın, cezalandırdığın sürece mantık ve barıştan söz edemeyiz. (Gülüyor) Kusura bakmayın, ben bu konuda çok katıyım… Geçen gün Türkçesini tekrar okudum; inanabiliyor musunuz, kadına dair hiçbir şey yok. Aklı başında üniversite mezunu kadınlar, profesörler, ilim öğrenmiş kişiler… Ben anlamıyorum bu nasıl bir bakış açısıdır, nasıl bir kabullenmedir? Cennet tasvirine bir bakın… Cennete giden adamın etrafında ona bağlı, güzel kokulu, güzel vücutlu, gözleri o adamdan başka kimseyi görmeyen melekler var. Peki dini bütün Müslüman kadınlar ne olacak? Diğer tarafa mı gidecekler? Bence bütün dinlerin tek bir amacı var; o zamanki kendi kavimlerini, kendi kabilelerini yola getirmek. Bunu yapabilmek için de ödüllendirme ve cezalandırma yöntemi seçilmiş. O dönem için de en korkulan şey ateş. Çölde olduğu için su yok. Diğer taraftan Sümer Uygarlığına baktığınızda benzer tasvirleri de görebilirsiniz; sanki tek Tanrılı dinler ceza hukukunu, miras hukukunu ve tüm diğer benzer anlatımları oradan alıp kendine uyarlamış. Muazzez İlmiye Çığ ve dünyanın daha birçok ülkesindeki tarihçilerin dediği gibi ‘Tarih Sümerlerden başlar’ sözü bu açıdan yerinde bir saptama.
Soruya geri dönecek olursak, son yaşanan olaylara baktığımızda bir büyüğümüzün dediği gibi enseyi karartmamak lazım, ama geleceği çok parlak göremiyorsun. Umudu elden bırakmamanın gerekliliğiyle beraber tünelin sonunda bir ışık da göremiyoruz. Türban-sakız olayına gelirsek, bu bir şeylerin sonucudur. Ben bunu yaşadım. Ankara Devlet Tiyatrosu’nda, galiba 2003’teydi, dört kişilik bir oyun oynuyorduk; üç bayan bir erkek, “Demir” diye, kadınlar hapishanesinde geçen bir oyundu. Dönemin başbakanının eşi oyuna gelecek diye oyun 10 dakika geç başlatıldı. En öne geldi ve affedersiniz ama bizleri pisliğe bakar gibi izledi. Ben de ilgisini oyuna çekmek için, gardiyan rolündeyim ya, demir parmaklıkları böyle copla hızlıca tararlar ya, parmaklıklardan ‘trrrrt’ diye bir ses çıkar; hızlıca onu yaptım ve hanımefendi birden irkildi. Şimdi şuraya bağlayacağım; son olaydaki oyuncu arkadaşı bizzat tanıyorum. O gün onu aradığımda ne olup bittiğini sordum ve çocukcağız “Abi vallahi bir şey yapmadım.” dedi, ben “E, niye yapmadın, kim olsa yapardı…” dedim. O yine ısrarla yapmadığını söyledi ve gazetelerin iddia ettiğinin aksine, gelen kişi en öne oturtulduğu için “o kişinin kim olduğunu tanıdım, tanımaz olur muyum hiç” dedi, ama gelen şahsın sanat icra edilen bir yerde özellikle sakız patlatarak oyunu ve oyuncuları rahatsız ettiğini söyledi. Aynı şeyi ısrarla söylüyoruz; bilim ve sanat takdir görmediği yeri terk eder. İnsanlık Anıtı örneğinde olduğu gibi, padişahlık edasıyla ‘Beğenmedim, tez kaldırıla’ olmaz. Beğenilip beğenilmemesi önemli değil, o bir sanat eseri. İdeolojik olarak verdikleri beğenilmeyebilir, sanatçının düşünceleri beğenilmeyebilir, oyunu veya eseri beğenilmeyebilir; ama kaldırılması, yasaklanması ne demek! Burada iki örnek sıralayabiliriz; mesela Bach’ın ideolojisini beğenmeyebilirsiniz, ama müziğini nasıl reddedebilirsiniz? İspanya İç Savaşı’nda ve Franco faşizmine karşı diye Picasso ve ünlü eseri Guernica, bu düşünceye sahip İspanyollar tarafından ret mi edildi? Tahammüllü olmaktır bu. Namık Kemal’in şu sözünü çok severim: ‘Barikâ-i hakikat müsademe-i efkârdan doğar.’ Yani, gerçeğin ışığı, fikirlerin çatışmasından doğar. Buna diyalektiğin şarkçası da diyebiliriz.
Önümüzdeki dönemde sizi hangi sinema filmleri, TV dizileri ve elbette tiyatro oyunlarında göreceğiz?
Bir yıldır Tolga’yla (Örnek) üzerinde çalıştığımız “Labirent” adında İslami terör örgütleri üzerine bir politik-gerilim filmimiz var. Ben terör örgütünün şefini oynayacağım. O rol için çok heyecanlıyım, Arapça çalışıyoruz.
Haziran’da motor diyecektik, ama kadrodaki bazı arkadaşlar çeşitli nedenlerden ötürü ayrıldılar. Biraz sert bir film tabii, ama Tolga, onların yerlerine daha popüler sanatçıları koyuyor. Örneğin Timuçin Esen var, Meltem Cumbul olacak. Hatta Vahide de olacaktı filmde, ama Levent Semerci’nin, Eskişehir’de çektiği 12 Eylül’ü konu eden filminin çekimleri uzadığı için bu filmde olamıyor. Şu an çekimler Temmuz’a sarktı gibi gözüküyor. Umarım zaman sorunum olmaz, çünkü Temmuz ayı çok yoğun bir ay benim için. Malum… Diziler de var… Filmde olmak istiyorum. O konuda da kendimi zorlamak, denemek istiyorum. Karakter çok profesyonel ve dış görünüşünden çok daha fazlasını barındıran bir azılı katil aslında, yani tam bir ‘poker face’ diyebileceğimiz türden; yüzünü kimsenin görmediği, aranan bir zanlı. Tolga bunu gerçek bir kişiden yola çıkarak yazdı. Film, Amerikalılara, devlete; kısacası her şeye rağmen, o ve örgütüyle mücadele eden bizim yurtsever istihbaratçılarımızı anlatıyor. Cumhuriyetçi bir film de diyebiliriz, hoş, zaten öyle olmasa yer almazdık. Bunun yanı sıra daha yumuşak diyebileceğimiz bir film var. İzmir Çetesi’ni de çeken, benim sevdiğim bir yönetmen arkadaş var; Murat Şeker… Geçen sene ‘Çakallarla Dans’ ve ‘Aşk Tutulması’ filmlerini yapmıştı. O “Ağustosta kimseye söz verme abi.” dedi. Show TV’de yeni başlayan ve devam edecek olan bir sit-com var. Başka projeler var, ama İstanbul’dan iyice bıktık ve kızımız üniversiteye başladığında şehirden kesinlikle ayrılmayı düşünüyoruz. Seferihisar’a yerleşip, dertsiz tasasız, bahçesinde kendi sebze ve meyvelerini yetiştiren, kendi yağında kavrulan bir çift olmak istiyoruz. Hayattan çok büyük bir beklentimiz yok. 25 metrelik yat yerine küçük, taştan bir evimiz ve zeytin ağaçlarımız olmasını istiyoruz.
Onur Keşaplı, Selin Süar