Bekleyişin En Turuncu Hali – Duygu Yılmaz

Bekleyişin En Turuncu Hali* 

Önümde uzayıp giden şu sokağın, senelerce şahitlik etmişliği vardır bana. Daha önce kimse bir benzerini yaşamamış sandığım acılarıma, eşi yoktur diye yemin edebileceğim insanlara beslediğim benzersiz sevgiye ve buna dair her konunun direttiği ağır vazgeçişlere tanıktır bu sokak. Sokak lambasının ışığıyla sarhoş ve nereden kopup geldiği belli olmayan toz zerrelerini  izlemişliğim  vardır gecelerce benim de. Sadece o bana tanık değildir yani, ben de en az kaldırım taşlarına, en fazla da üzerinden umarsızca yürüyüp geçen insanlara şahidimdir. O ölgün ışıktan gözlerim kamaşıncaya kadar kopamadığım, sonrasında da yüzümü hızla hangisinin daha parlak olduğuna karar veremeyeceğim yıldızlara, açık gökyüzüne dikmişliğim vardır, hem de nicedir, ben bile bilemem. Bazı anlar ve o anlara ağır mı ağır anlamlar yükleyen eşyalar, kokular ve durumlar vardır hani. Bunlarla beraber benim hiçbir zaman kabullenemediğim anı hatırlatıcılarım da vardır ve bu sokak da onlardan biridir işte. Bir an vardır mesela ömrümde, dün gibi hatırlarım. Birini sevmiştim, hem de delicesine…

İmkânsız olmasına imkânsızdı; ama benim umurumda değildi; çünkü şimdiye kadar okuduğum tüm kitaplar, asıl önemli olanın, âşık olmak olduğunu söylüyordu. Aşık olmak ise, bana göre yalnızca istenen türde bir bağ kurmanın imkânsız olduğu durumlarda mümkün olabiliyordu. O zamanlar kavak yelleri esiyordu başımda, yalan yok; ama sonraları anladım ki, o kavak yelleri, insanın senelerce unutamayacağı anıların tek sahibi oluyordu. İşte o demlerin birinde ben, sırtımda eski bir hırkayla, gecenin bir yarısı, yüksek bir kattan, bu uzun sokağa, gecenin içine bakıyordum. Abartıyorum gibi gelmesin; ama o an sanki bir ben uyanıktım bu koca ülkede. Dünya diyemiyorum; çünkü bu kara parçasının dışını zerre kadar bilmediğini anlayan âlimlerdenim artık. Alim dediysem, bilmediğini bilendir âlim diyerek koyuyorum buranın noktasını da. İşte o gece, sırtımda o eski hırka olduğunu bile fark etmeden, karışık bir buket kokusuyla beraber acı çektim. Sonraları ne zaman o hırkayı görsem, bana o kederi yaşatan insanı da, o geceyi de unutmuş olsam bile, o an çektiğim o acıyı hatırladım. Öyledir ya bazen, anlarsınız işte, bir otobüs numarası, bir iskele, bir sahil kasabası, bir mağaza, bir lokanta, hatta bir renk, bir şarkı, bir taş parçası, o yaşınızda hissedebileceğiniz en büyük acıyı yaşatır size.

İşte şimdi yine o sokak lambasının ışığı altında, nerelerden geçtiğimi, nereye ve nasıl gittiğimi düşünüyorum hala. Sırtımda o eski hırkam yok artık; ama anıları hala büyük bir yük gibi taşıyorum omzumda. Anılar dediğim, insanlara olan güvensizliğim, ürkekliğim, bunlara sebep olan her şeyin nedenleri ve o  nedenlere inanmamakta direten yüreğimin dilinden düşenler ve bunların ağırlığına dayanamayıp dökülen, döküldükçe içimde parçalara ayrılan her şey. Sahi, belki de fazla anım yoktur benim tek parça kalan. Belki de yola düşmeye karar verdiğim her an beni durduran şeyin ta kendisidir o kırıklar, kan görme ihtimali… Her seferinde ayak olmaz kanayan yer, bazen aynı anda her yer  kanar; çünkü ben bilirim kendimi, her zaman, her yerimin üstüne düşerim, – bundandır belki kedileri bu kadar sevişim- o yüzden bıraktım nicedir insanları inandırmaya çalışmayı. Anlamsız anların peşindeyim artık o yüzden. Kimseye anlatılmayacak, anlatılsa bile kimsenin anlayamayacağı anların peşindeyim. Tıpkı şu sokak lambasının altında uçuşup duran tozların beni bundan on sene öncesine götürmesi gibi, tıpkı şehirlerarası çalışan vapurların o soluk, bazen yeşil, bazen mavi boyaları gibi ve o boyaların ardında usul usul titreşen kafesli florasan lambalar gibi, tıpkı kireç badanalı evlerde bir öksüz başı gibi tavandan sarkan tek parça ampuller, ampullerin altında parlayan alüminyum tepsi, tepsi üzerindeki birkaç tabak, biraz ekmek, biraz su gibi, hayatına dair birçok soruya sahip olduğunuz o insanın iki naylon arası naylon montunu gördüğünüz an bulduğunuz cevaplar gibi, tatlı şeylerden sonra yoğurt istemenizi kimsenin anlayamama anı gibi, oturduğunuz mahallenin bir tek sizin için tekin olduğunu (çünkü en tehlikeli yeridir insan kendinin) bildiğiniz anlar gibi… Asıl bunları anlatmak istiyorum ben. Bunları anlatmak istiyorum; çünkü anlamsızlaştırdığım kadar varım bu hayatta, bu yaşıma kadar öğretilen buydu bana. Nasıl mı? Yanlış kapılarda beklemek, hayatı anlamsızlaştırmaktır mesela. Oysa bekle dendi bize, neyi, ne kadar bekleyeceğimizi bilmeden bekledik hem de. Yalan değil, ben de bekledim. Beklediğime pişmanım diyebilecek kadar bile hâkim değilim şu anda hayatıma, asıl beklemek de, beklemenin aslı da budur aslında… İşte bunun gibi, anlatılınca saçmalaşan, saçmalaştıkça anlatılması zorlaşan şeyler var dilimde. Herkes başkalaşıyor ve gittikçe önemini yitiriyor tüm olasılıklar.  Olasılıklar, olsa da olabilir olan şeylere dönüşüyor yani, tıpkı hayatın yanımızdan geçip giderken, değmesini istediğimiz her şeyi de ıskalaması gibi. Kaybettiğin insanların yüzlerine sadece fotoğraflarda dokunmak gibi, eskilerden birinin el yazısıyla yazılmış bir not bulmak gibi… Caddeden geçen insanların varacağı evleri merak edip, arkalarından gitme isteklerini her seferinde “mantıklı” olmak adına bastırmak gibi. Ben, en son, ne zaman, böyle saçmalamıştım? Bana en son ne zaman koskoca bir şey olmuştu ve sonrasında “hiçbir şey olmadı” demiştim? Hiçbir şey olmuş muydu, onu bile hatırlamamıştım daha sonra. Bana, “deli kızın türküsünü söylemek, en çok deli kıza yakışır, o halde sen türkülerini söylemeye devam et”, demişti bir dostum, haklıydı. Ben türkülerimi söylemeye  devam ettim; ama elden ne gelir, delilerin türküsünü ancak deliler duyardı, o deli değildi, beni hiç duymadı, diğerleri de o yüzden belki, diğerleri de o yüzden duymadı.

İşte tarih tekerrürden ibarettir diyenlere kanıt, şu önümde uzayıp giden sokak, yine şahittir yaralı halime. Hayat, kanamadan eline kalem almaya izin vermiyor ve bize de kanayan ellerimiz olmasın diye dua etmekten başka çare bırakmıyor artık(ki ben hiçbir zaman bilemedim, bu dualar eller olmadan yazmanın imkânsızlığından mıdır yoksa en acıtan yara ellerinde olduğundan mıdır insanın). Zaman boyunca çok özlediğin bir ismi, bembeyaz bir kâğıda yazıp, dakikalarca nefessiz seyretmek gibidir sadece düşünmek. Yazmaksa, senin seyrettiğin şeyi en az birinin daha görmesidir. İşte bu yüzden yazmıyorum her şeyi, delirsem bile, kimse öğrenemeyecek hayatımda olup biten ve acısı çok kollu bir diken gibi işaret parmağımın ucunda yaşayan cümleleri.

Bütün sıkıntı, tek bir noktada toplanıyor aslında. Yola, aslında “o” yola düşme isteğinde takılıp kalıyoruz her defasında. Kaç yaşıma geldim; ancak her gün yeniden farkına vardığım tek gerçek var hala. Belki on binlerce insan geçti hayatımdan. Ailem, dostlarım, arkadaşlarım, sadece tanıdıklarım, yanından geçip gittiklerim ve dolaylı bile olsa hayatına dokunup geçtiğim, etkilediğim on binlerce kişi… Bunların içinden yalnız bir tanesi bile, kafasında hiçbir soru işareti olmadan, nereye gitmek istiyorsan, şimdi, hemen oraya  gidelim, demedi… Benim hayalimdeki o uzak yollar, o asfalt, o nereye varıldığının bir önemi olmayan başlangıçlar, gitmeyi isteyip bir türlü gidemediğim tüm şehirler ve başka birinden duyana kadar içimden kendime söylediğim tüm cümleler öylece duruyor hala. Demek kimsenin cesareti yoktu yollara düşmek için, demek ki kimse o yol üstü lokantalarında demli bir çay içmeyi hayal etmedi benden başka, demek kimse kamyonlarla dolu yollarda sessizce ilerlemek istemedi sadece iki kişiye ait bir arabayla, biliyorum ki kimse varacağımız şehre sadece ben görmeyi çok istiyorum diye gitmeyi istemedi, demek ki kimse bir şehre birlikte varmanın, kişiyi yalnızlıktan kurtarana varmaktan daha önemli olduğunu umursamadı.

Şu sokak lambasının altında ve şu sokakta anlatılacak nice şey var belki daha. Sırtımda yeni bir hırka var; ama durduğum, baktığım yer de, konuştuğum dil de aynı hala. Beklediklerim de şüphesiz değişmedi, değişmeyecek. Umut, hala taze ekmek kokusu en aç zamanlarımızda. Solgun ışık altında gelecek kaygısı,  kalbim sıkıştıkça açıp izlediğim bir filmde, kızla oğlanın birbirlerini yanlış anlama sahnesi hala.

Ey özgür yanım! Aşk, kafanı uzatsan dineceğin bir deniz kıyısı, hala…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergieylul2011

Bunu paylaş: