Bu Çöküş, Bu Tükeniş… Bir Çıkışı Var Elbet!*
Bundan tam 41 yıl önce, 1970 yılının haziran ayında bu topraklar bir “insanlaşma”ya tanık oldu.
O zamanlar, bu coğrafyanın insanlarının “dili”, “umudu”, “geleceğe olan inançları” vardı.
15-16 Haziran günlerinde Türkiye işçi sınıfı, sınıf bilinciyle, muhteşem bir kalkışmayla, erdemli bir itirazla ayağa kalktı. Sendikal haklarının gasp edilmesi karşısında yurdun dört bir yanında sokaklara çıktı işçiler. Sömürüye, baskıya, haksızlıklara karşı “hayır” demenin destanını yazdılar.
Aradan 41 yıl geçti.
Yine bir haziran günü sandıklar açıldı. Sandıktan “12 Eylül çürümesinin zirve noktası” çıktı.
12 Eylül darbesi olanca şiddetiyle, olanca saltanatıyla, tüm akılsızlaştırıcılığıyla sürüyor.
12 Haziran sandığından çıkan sonuç, 12 Eylül darbesinin yarattığı “çöküşün” iyice kökleşip yerleşmesinden, ülkenin genlerine işlemesinden başka bir anlama gelmiyor.
Bu toplumsal bir çürümedir. Toplumsal çürümenin, geniş kitlelerce en yüksek oranda onaylanmasıdır. Bugün artık aydınlanmaya, “yeni insana” daha çok gereksinmemiz vardır.
***
Çok yakın zamanda olup bitenlere bile göz atsak yeter: YGS hırsızlığı, Deniz Feneri yolsuzluğu, oy pusulası basımındaki yolsuzluk, en küçük bir protesto hareketine karşı gerçekleştirilen polis devleti uygulamaları, hukuksuz yargılamalar, işsizlik, yoksullaşma, sadaka kültürünün normalleştirilmesi… Evet tüm bu pislikler, AKP tarafından yaratılan “yanılsamanın”, “manipülasyonun” altında kalmıştır. Artık bu ülkede hiç kimsenin “gerçeklerle”, olayların ardındaki “hakikatlerle” işi kalmamıştır. 41 yıl önce müthiş bir kalkışmayla “hakkını hukukunu arayan” koca bir toplum; PR çalışmalarına, renkli şovlara, ses ve ışık sistemlerine, retoriğe, hamasi nutuklara, barkovizyon gösterilerine, simülasyon propagandalarına “fit” olmuştur.
Bu ise kelimenin tam anlamıyla ve her anlamıyla “akılsızlaşmadır”.
Sürüleşmedir. Sürülerin en önemli özelliği ise “AYIRT ETME” melekelerini yitirmeleridir. İçinde bulundukları olumsuzlukların nedenleri ve sorumluları hakkında sezgileri olsa bile, UMURSAMAZLIK ve KAYITSIZLIK içinde olduklarından, kendilerini ezen güçleri desteklemeye devam etmeleridir.
Aynı zamanda zalimleşme ve vicdansızlaşmadır da.
Hopalı Metin Lokumcu, coplarla bebeği düşürülen muhalif kadın, gözlerine biber gazı sıkılan Tekel işçileri, parasız eğitim pankartı açtıkları için 15 aydır cezaevinde tutulan gençler, her fırsatta gözaltına alınan üniversiteliler, haklarını aradıkları için soruşturma açılan liseliler, yayınlanmadan toplatılan kitaplar, gerekçesiz zindana tıkılan gazeteciler ve aydınlar ortada durup dururken; tüm bu olup bitenleri UMURSAMAYAN, ciddiye almayan ve hatta ilgilenmeyen bir zalimlik.
Vicdansızlaşmadır bu.
Evet… Tüm şiddeti, acımasızlığı, bozuculuğuyla sürmektedir 12 Eylül darbesi. Akılsızlaşma, vicdansızlaşma, omurgasızlaşma paydalarıyla sürmektedir.
Buna toplumsal tükeniş de diyebiliriz.
Kirleriyle mutlu bir sürüden söz ediyoruz. Kirlenmekten haz alan bir kitle. Özgürleşmekten rahatsız olan, celladına aşk duyan bir psikoloji.
Çöküş içselleşmiştir.
***
İvan Gonçarov’u anmadan geçmek, o büyük yazara haksızlık olur. Oblomov’u okuyanlar bilecektir.
Oblomovluk kitleselleşmiştir. Oblomov, sürekli çöken, çökmeyi durdurmaya gücü yetmeyen, bunu istemeyen, umursamayan, çöküşten sonsuz derecede haz alan ve hep çökmek isteyendir.
AKP, sürekli çöküşün diğer adıdır. Çünkü AKP ile birlikte, halk “halk” olmaktan çıkmış ve giderek pasif, hükmedilen, kolaylıkla yalan söylenebilen, “rahatlığı ve güvenliği” alçalışta bulmaya alışan bir kütle haline getirilmiştir.
Ve Türkiye 2011 yılında, bütün tarihlerin gerisine düşürülmüştür. Türkiye şu anda Tanzimat’ın, 2. Mahmut’un, 3. Selim’in öncesine ve gerisine düşmüştür. Tarihinin en karanlık dönemine girmiştir.
***
Albert Camus’nün Veba’sını anmadan, Veba’da anlatılan “toplumsal tükeniş tasvirini” anımsatmadan geçemeyiz. Veba’nın 3. bölümünde şunları yazar Camus:
“Belleksiz, umutsuz, yaşanılan anın içindeydiler. Aslında zaten her şey onlar için yaşadıkları an demekti. (…) Başka bir deyişle artık seçecekleri bir şey kalmamıştı. Veba bütün değer yargılarını ortadan kaldırmıştı. Bu da en çok, insanların giydikleri elbiselerin kalitesinden ya da satın aldıkları yiyeceklerle hiç ilgilenmeyişlerinden belli oluyordu. Her şeyi olduğu gibi, bütünüyle kabul ediyorlardı. (…) Vebanın kurduğu düzeni kabul etmişlerdi. Etkisi kuvvetlendikçe, o ölçüde de bayağılaşıyordu. Artık içimizde büyük duygular yok olmuştu. Herkes en monoton duygularla yaşamaktaydı. (…) Değişmişti, veba onda bütün kuvvetiyle inkar etmeye çalışsa da, gene de şiddetli bir azap halinde sürüp giden bir KAYITSIZLIK yaratmıştı.”
Camus’den söz açınca, büyük yazarın “Korku Çağı” denemesini ıskalamak olmaz. Camus o satırlarda, İNANÇSIZLIK ile GELECEKSİZLİK arasındaki bağı muhteşem bir biçimde kurar. Der ki:
“Yaşadığımız dünyada en göze çarpan şey, çoğu insanın gelecekten yoksun olmalarıdır. Geleceğe el atmayan, gelişme ve iyileşme umudu olmayan bir yaşamın ne değeri olabilir? Aşılmaz bir duvarın önünde yaşamak, köpekçe yaşamaktır.”
Şunu rahatlıkla söyleyebiliriz: AKP’ye oy verenler, “inançsız” inanç sahipleridir. Hiçbir inançları ve bağlandıkları gerçek hiçbir değerleri yoktur. Çünkü geleceksizdirler, geleceğe yönelme, geleceği yakalama güç, güven ve imkanına sahip değillerdir. Alexis de Tocqueville’nin Louis Bonaparte için dediği gibi: “Hiçbir inançları yoktur ve insanların inançları olabileceğine de asla inanmazlar.”
***
Camus şunları da yazıyor:
“İnsanların geleceğe kapalı yaşamaları ilk kez bugün olmuyor elbet. Ama insanlar eskiden konuşarak bağrışarak bu duvarı aşarlardı. Kendilerine umut veren başka değerleri yardıma çağırırlardı. Bugün kimse konuşmuyor, çünkü dünyayı sürükleyen kör ve sağır güçler; öğütleri, haber vermeleri, yalvarıp yakarmaları dinleyeceğe benzemiyor. Şu son yıllarda gördüklerimiz bizde her şeyi kırdı. Bu şey, insanın güvenidir; o güven ki insanlığın dilini konuşunca bir başkasından insanca karşılık göreceğimize inandırırdı bizi.”
Evet… Artık insanlığın dilini konuşarak körleşmiş, sağırlaşmış, nasırlaşmış sürülerde, insanca karşılıklar yaratmak olanaksız hale geldi. Siyaset yapmanın en derin ve en temel düzeyde imkanları sınırlandı. Dilsizliğin hakim olduğu bir düzende politika yapmak çok zordur. O halde tek çıkış yolu, sözü ve dili “kurşun dil / kurşun söz” kılarak eylemli bilinç taşımak, bu kahredici dilsizleşmenin etkisini kırabilecek biçimlerini geliştirmektir.
***
Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun Yaban’ı da 1. Dünya Savaşı bitimindeki o tükenişi, insanın tüketilişini ve Anadolu’daki çürümeyi anlatır. Yaban’ın 19. sayfasında şöyle yazar:
“Lakin, bu köyde de hiç kimse kolsuz olduğumun farkında değil… Oysa, burada, isterdim ki farkında olsunlar. Zira sağ kolumu ben onlar için kaybettim. İstanbul’da zilletim olan şey burada şerefimdir. (…) Sağ kolumun yokluğu kimsenin takdirini celbetmek şöyle dursun, hatta merhametini bile uyandırmadı. Acaba niçin? Bunu sonradan anladım. Zira burada sakatlık, hemen herkese mahsus bir hal gibidir.”
Evet, Karaosmanoğlu sakatlığı, kafalardaki sakatlığın nasıl da kütleselleştiğini, insanların nasıl kayıtsızlaştığını, monotonlaştığını bu satırlarla anlatır. Kafası sakat, ruhu sakat, bedeni sakat; sakat olduğunun farkında değil. Farkında olsa bile umursamıyor. Çünkü geleceksiz, çünkü kayıtsız. Ve kendi sakatlığından en alçak, en ilkel şekilde yararlanmaya çalışıyor.
***
Hannah Arendt “Emperyalizm” adlı kitabının 63. sayfasında şu müthiş belirlemeyi yapar:
“Tutarlı her emperyalist politikanın kaynağında, sermaye ile ayaktakımı arasındaki ittifak yatmaktaydı.”
“Nerden çıktı bu yüzde 50?” sorusunun yanıtı, işte Hannah Arendt’in bu tespitinde var. Sermaye ile ayaktakımı ittifakı.
***
Ve her şeye rağmen, tüm bu tükeniş ve tüketilişe rağmen umutsuzluğa kapılmamak.
Kritik nokta budur.
Fethi Naci’nin en güzel kitaplarındandır “İnsan Tükenmez.”
İnsanın tükenmeyeceğini biliyoruz. Hele ki içinde yaşadığımız coğrafyada, “tükendi, bitti” dediğimiz noktada yeniden fışkırmıştır insan ve insanlaşma.
Bunu sağlamanın yollarını yordamlarını bulmak; önümüzde duran en acil gündem olmak zorunda.
***
Gerçekçi olmak zorundayız. Anlaşılmıştır ki, kitleler “dilsizleşip sürüleştikçe” sayım adı altında yapılacak her türlü “oylamayı” AKP ve türevleri kazanacaktır. Bu böyledir.
Bu nedenle…
Bu uyuşukluğu, bu ahmaklığı sarsacak, yeniden politik hareketliliği sağlayacak bilinç operasyonlarına, eylemliliklere gereksinim vardır. Mücadeleyi yeniden örecek Leninist, entelektüel, jakoben bir öncülükten söz ediyorum.
Seçime katılmamak, siyasal yarışa girmemek falan değil söz ettiğim, yanlış anlaşılmasın. Elbette seçimlere katılacağız, elbette siyasal olanaklarla yürüyeceğiz. Ancak bunu gerçekleştirirken, siyasal mücadeleyi hareketlendirecek, doğru siyasal imkanları kullanarak sınıfa müdahalelerde bulunacak bir öncülüğü harekete geçirmek.
Artık bu coğrafyada eşitliği, özgürlüğü, cumhuriyeti, laikliği, aydınlanmayı ve tüm ilerici değerleri savunmanın, var kılmanın tek yolu jakoben düşünce ve yöntemlerdir.
Bu toprakların tarihinin derinliklerindeki jakoben damarı yakalayıp kalınlaştırmak, tek çıkış yolu gibi görünüyor.