Dedemin İnsanları’nın Melodramı*
Türk sinemasının son on yılına hem seyircinin gözünde hem de eleştirmenlerin nezninde damga vuran yönetmen Çağan Irmak‘ın son filmi “Dedemin İnsanları”, yönetmenin kendi anılarından yola çıktığı, filmlik zaman olarak 70li yılların Türkiye’sine, tarihsel arka plandaysa 1920’lerde Yunanistan-Türkiye arasında gerçekleştirilen nüfus mübadelesine yaslanan bir yapıt. Film, mübadeleyle birlikte daha çocuk yaşta çok sevdiği Girit’ten ayrılmak zorunda kalan ve yıllar yılı şişeler içine yerleştirip denize bıraktığı mektuplarıyla eski evinin yeni sakinlerine ulaşmaya çalışan Mehmet Bey’in torunu Ozan(Çağan Irmak) ile ilişkilerine odaklanıyor.
Kendisiyle yapılan söyleşilerde de sıklıkla belirttiği gibi kendisini ana akım sinemada ya da klasik anlatı sinemasında konumlandıran yönetmen, kitlelerin iki temel duyusu olan mutluluk ve hüzne ustaca odaklanarak(özellikle “Issız Adam” ve “Babam ve Oğlum” filmlerinde olduğu gibi) izleyicide “gülme-ağlama” çıtasına bağlı bir beğeni hissi yaratıyor. Antik Yunan tiyatro geleneğinden gelen tragedya ve komedya üslubunu harmanlayarak izleyicide gözyaşlarını gülüşlere karıştırıyor çoğu zaman. Bu her ne kadar bir duyguya yüklenmeme çabası ya da amacı gibi gözükse de sonuç itibarıyla yönetmenin de gururla benimsediği ana akım sinemanın olmazsa olması özdeşleşme ve arınma kuramlarına hizmet ediyor. Aristo‘nun sanatsal anlatı biçimi olarak uygun bulduğu mimesis(taklit, benzeşme, gerçeğin yansıması) ve katharsis(arınma, rahatlama, boşalma) Çağan Irmak’ın filmlerinin hemen hepsinde izleyiciyi avucunun içine alarak gerçekleşiyor. “Dedemin İnsanları”na dair eleştirilerimize girmeden önce yönetmenin anlatım gücünü filmin hangi öğelerine dayandırdığına bir göz atalım. Öncelikle yönetmen, Akdeniz Sineması olarak adlandırılabilecek alt türün kodlarını bire bir yerine getiriyor. Akdenize özgü kent dokusu, balkonlar, avlular, bahçeler, iplerde asılı çamaşırlar, kahkaha ve gözyaşının iç içe olduğu kalabalık yemek sofraları, mahallenin çocukları ve delileri, mavi ve beyaz renk tercihleri, can veren ve can alan deniz(su), ve çoğu zaman idealize edilen karakterler… Türün önde gelen örneklerinden “Mediterrano” filmine 1991 yılında en iyi yabancı film Oscarını kazandıran tüm öğeleri “Dedemin İnsanları”nda görmek mümkün. Öte yandan Çağan Irmak, oyuncu yönetimindeki becerisini alışılagelindiği gibi çocuk oyuncuları oynatabilme becerisiyle ispatlarken filmin başrolünü oynayan Çetin Tekindor‘un, kariyerinin zirvesine ulaşmasını sağlayacak kadar üstün oynamasında da takdiri hak ediyor. Kamera kullanımı ise kimi yerlerde(bu film özelinde konuşacak olursak) sinematografik açıdan bir dayanağı olmayan uzun planlarla ritim kaybetse de filmin dinamik kurgusu sayesinde eksikliğe ve özellikle seyirci açısından filmden kopuşa neden olmuyor.
Yukarıda sıraladıklarımız, Çağan Irmak’ı Türk sinemasında belki de tüm zamanların en yetkin yönetmenlerinden biri olmasının başlıca sebepleri. Fakat “Dedemin İnsanları” bu artılara rağmen yönetmenin önceki filmlerinin üstüne çıkamıyor. Buna sebep olarak en başta filmin senaryosundaki “çatışma” sıkıntısını gösterebiliriz. Hangi üslupta film çekerseniz çekin senaryonun içinde barındırdığı çatışmalar son derece önemlidir fakat tarzınız ana akım sinemaysa çatışmalarla düğümlenen ve çözümlenen senaryonun önemi daha fazladır. Bu filmde yönetmen dede-torun arasında, mahallenin kimi esnafı ve çocuğun bazı arkadaşları tarafından yaratılan gavur-Türk ikilemiyle gelişen iletişimsizliği asıl çatışma noktası olarak belirlemiş. Zaten film bunun hakkını vererek başlıyor ve ilerliyor. Derken bu çatışma daha filmin ilk yarısının ortalarında dedenin akşam yemeğinde anılarını anlatması ve hisli bir nutuk çekmesiyle çözülüyor. Derken bu kez çatışma noktası Ozan’ın, gavur-göçmen ötekileştirmesine hala başvuran arkadaşlarının mahallelinin de desteğiyle “öteki” gördüklerine karşı şiddete başvurmaları ve Mehmet Bey’in yanında Ozan’la birlikte çırak olan Tahsin’e saldırmalarına doğru kayıyor. Bunun yanısıra, mahalle esnafının Mehmet Bey’in yüzüne gülmesi ancak arkasından “Rum gavuru-Yunan ajanı” şeklinde konuşması, toplumsala yayılmış bir çatışmayla filmde gerilimin yeniden inşasına yarıyor. Fakat bu çatışma, Mehmet Bey’in kafası yarılan Tahsin’i ve diğer tüm çocukları kahvaltıda biraraya getirip oradan denize götürmesiyle son buluyor. Bu çatışma üzerinden ne yönetmen ne de Mehmet Bey, bir ceza, bir nutuk veya bir ders vermek gereği duymuyor, öylece çözüme kavuşuyoruz. Mehmet Bey’in arkasından konuşan ve kasabada şoven milliyetçiliği körükleyen filmin “kötüleri”yle çatışma ise Mehmet Bey’in destansı ölümü sonrası tüm kasaba sakinlerinin cenazeye doluşmasıyla sanki hiç olmamış gibi sona eriyor.
Tıpkı “Babam ve Oğlum”da olduğu gibi bu filmde de Çağan Irmak, 12 Eylül’ü ve dönemin politik iklimini filmin arka fonuna katıyor. Fakat “Babam ve Oğlum”un aksine burada siyasi arka fon yer yer zorlama hissi uyandırıyor. Şöyle ki filmde darbe olduğunda(senaryodaki son çatışma) Ozan’ın babası aşırı tepkiler gösteriyor ve belediyedeki görevinden ötürü gözaltına alınıyor. Filmde darbe gerçekleşene kadar ne babadan ne de dededen siyasetle ilgili en ufak bir cümle duymuyoruz. Ailenin siyasi tavrına dair tek nüans, darbe olmadan hemen önceki sahnede Mehmet Bey’in Cumhuriyet gazetesi okuması. Devamında darbe gerçekleştiğinde, 70ler gibi siyasi olarak inanılmaz politize olmuş bir toplum içerinde siyasete dair en ufak bir cümle kurmayan ailenin ve en başta Ozan’ın babasının haftalarca gözaltına alınacak ve öfkeden evin camlarını indirecek kadar demokrat ve solcu olduklarını öğreniyoruz. Ailenin aniden başlayan siyasi mücadelesinde doğa ve çevre düşmanı rant sevdalısı zihniyetten halkın genel olarak olup bitenlere tepkisiz kalmasına kadar farklı konularda muhalif ancak filmin o ana kadar yarattığı atmosfere göre büyük gelen diyaloglara tanık oluyoruz. Sonlara doğru Mehmet Bey’in 12 Eylül tarafından atanan belediye başkanıyla kavgası sonrası sarf ettiği “halk size karşı uyanacak ve yatacak yeriniz bile olmayacak” sözleri “Dedemin İnsanları”ndaki 12 Eylül çatışmasının doruk noktasına işaret ederek izleyicide bir başka gerilim noktası oluşturuyor. Bu gerilimin ve çatışmasının çözümsüz kalması izleyicide tatminsizlik ve dolayısıyla katharsisi bozacak bir son yaratacağından, Mehmet Bey’in cenazesi, sözlerini doğrular nitelikte bir kitlesel tepkiye dönüşerek, filmde tek başına 12 Eylül rejimini simgeleyen belediye başkanına sloganlar eşliğinde taşlar fırlatılması ve onu belediye sarayına hapsedilmesiyle sonlanıyor. Böylece gerçek hayatta kazanan ve hala kazanmaya devam eden 12 Eylül rejimine karşı beyazperdede küçük bir zafer kazanan izleyici, bu çatışmayı “arınarak” noktalıyor.
Filmin bir diğer eksikliği ise ele almak istediği konu fazlalılığından ileri geliyor. Her biri başlı başına birer film konusu olabilecek mübadeleyi, Kıbrıs Sorununu, toplumsal ayrışmayı, şovenist milliyetçiliği, 12 Eylül’ü, sağ-sol olaylarını, ötekileştirmeyi, eşcinselliği film, topyekûn ele almak istediğinde bir anlamda hiç birinin hakkını veremeyeceği kaçınılmaz sona doğru ilerliyor. Hâlbuki film özellikle mübadele konusundaki anlatımı, geriye dönüşleri ve dönemi yansıtması açısından oldukça başarılı. Fakat bununla yetinmeyip Mahsun Kırmızıgülvari bir biçimde “dert ettiğim ne varsa bu filmde değineceğim” tarzı bir yaklaşımla film çekilirse örneğin 70lerde süregelen işkenceler gibi ağır bir konuyu Hümeyra‘nın alabildiğine eğreti duran karakterine indirgemek kaçınılmaz oluyor. Hümeyra’nın canlandırdığı yarı deli kadın, işkence sonrası kaybolan ve asla geri gelemeyecek eşinin dönüşünü beklemektedir. Kasabanın bir diğer delisi ise, Ozan’ı korkutacak kadar pasaklı bir evsiz olup delirmesindeki sebep Hümeyra’nın karakterine duyduğu karşılıksız aşktır. Başlı başına bir film konusu olacak bu hikâye, “Dedemin İnsanları”nda süs görevi görür. Ama yönetmen bu süsün bile izleyicide eksik kalmasını istemez ve Mehmet Bey’in cenazesinde ikiliyi birbirine gülümseterek yeni bir aşkın tohumlarını eker. Son olarak, filmde bir anlatıcı sorunsalı mevcut. Daha en baştan Ozan’ın günümüz halini görüp O’nun Girit’e giderek dedesinin hayalini gerçekleştirdiğini görürüz ve öykünün anlatıcısı olduğunu anlarız. Fakat filmin çoğu yerinde anlatıcı rolündeki ana karakter o kadar arka planlara düşer ve filmin sonlarına doğru figürasyon işlevi görmeye başlarda ki olup olmadık yerde dış sesle anlatıcılığa devam ettiğinde izleyicide kısmen ve hiç arzu edilmeyen bir yabancılaşma etkisi bırakır. Tüm bu sıraladıklarımıza bir de Çağan Irmak’ın hemen her filminde gördüğümüz, görüntü sanatı olan sinemanın doğasına aykırı olan aşırı müzik kullanımı ve yine önceki filmlerinde olduğu gibi sonlandıramama sorunsalı(Mehmet Bey’in ölümü+Mehmet Bey’in cenazesi+Ozan’ın Girit’te yaşadıkları) “Dedemin İnsanları”nı ana akım sinema içerisinde bile ilerici olmayan bir noktaya çekiyor.
Sonuç olarak Çağan Irmak, izleyiciyi hikâyesi ve karakterleriyle özdeşleştiren, onları avucunun içine alıp başta mutluluk ve hüzün olmak üzere duygularına hücum eden, izleyicinin sinema salonundan ister gülerek ister ağlayarak ama tam anlamıyla arınarak çıkmasını amaçlayan ve bunu benimsediğini açıklayan bir yönetmendir. Bu uğurda gerekirse birden fazla “son” sahne eklemeyi(Babam ve Oğlum ile Ulak filmlerini hatırlayalım), dizileri andıracak kadar yoğun müzik kullanmayı, gerçek hikâye anlattığında bile karakterleri gerçekçi değil de idealize ederek resmetmeyi göze almaktadır. Karşılığında izleyicimiz ise “müthiş film çok ağladım” ya da “ben beğenmedim çünkü ağlamadım” yorumlarıyla filmi değerlendirecek noktadaysa burada sinemamızın işlevi konusunda durup düşünmemiz gerekiyor. Melodram türü, yani idealize karakterle ve tabi katharsisle dolu hüznü ve mutluluğu bir arada sunan, ortalama izleyicinin de tam da bu yüzden sevdiği anlatım biçimi dünya sinemalarında en çok, siyasi olayların yoğunlaştığı dönemlerde bir kaçış işlevi görerek kutsanır. Ülkemizde bu durum 60lı ve 70li yıllarda görülmüştür. Melodrama fazlasıyla yaklaşan Çağan Irmak sineması, kendisini tekrar etmeye başlamanın ötesinde siyasi hayatın çalkantılı olduğu bu dönemde, elbette farkında olmadan, izleyiciyi gerçeklikten kopartan, sahte bir zafer hissi uyandıran filmlere imza atarak zaten güdük olan muhalif gücü biraz daha törpülemiyor mu? “Ama filmlerinde siyasi mesajlar da var” denildiğini duyar gibiyiz. Peki, benzer siyasi mesajlar 70lerde Cüneyt Arkın melodramlarında yok muydu?(bakınız “Cemil Dönüyor”) Dedemin İnsanları’yla ilgili röportajlarda filmin ötekileştirme-azınlık-milliyetçilik ve elbette 12 Eylül gibi konulara değindiğinin altı çiziliyorken filmde tüm bunların güldürüyle birlikte çözümsüz kalması veya “mimesis”e uygun bir çözüme ulaşması toplumsalda herhangi bir farkındalığa yol açabilir mi? Demek istediğimiz, Çağan Irmak gibi seyirciyi salonlara çekebilen ve üzerlerinde hatırı sayılır bir etki bırakabilen bir yönetmenin bu sinemasal gücünü daha cesur ve ilerici kullanmasını istemek sinema izleyicilerin hakkı değil mi?