Erivan ve Moskova’da Bir Avuç Anadolu Toprağı: Hikmet ile Çarents*
Kimine göre Türkiye’nin kaderinin kökten değişeceği, kimine göre böyle geldi böyle gider denen seçimlerin kapımızın eşiğinde durduğu; sağlı sollu vaat kuşatmaları altında neyin iyi, neyin kötü olduğunu vatandaşın yine kendi bildikleri dâhilinde konuştuğu ve gündemin, kimin mitinginin daha dolu olduğuyla çalkalandığı günlerdeyiz. “Sol geldi de ne yaptı?” diyenler için “Sol”un bu ülkede ne zaman iktidara geldiğini merak ederek araştırma yaparken karşıma, 19 Ocak 2007’de katledilen Agos gazetesinin Genel Yayın Yönetmeni Hrant Dink’in yazısı çıktı. 7 Kasım 1997 tarihli yazısında “Sol öldü” diyenler için ve Komünizm’in yenilgisini kendilerini savunmak için kullanan ideolojilere serzenişte bulunan Dink, şöyle demiş: “…Çünkü sol ölmedi. Sol sadece olması gereken organizasyonunu gerçekleştiremedi, hepsi o kadar. Yok eğer sol çürük bir söylem idiyse, bugün onun savunduğu görüşler niçin en muhafazakar kesimlerin bile sermayesi oldu, söyler misiniz”1
Ne katı kurallarından ve geçerliliğini yitiren söylemlerinden ayrılan sol ideolojiyle ne de Sosyalizmle hiçbir zaman karşılaşmayan ülkemiz için yerinde saptamalarda bulunan yazarımız, düşüncelerini de iki şairle taçlandırmış: Nâzım Hikmet ve Yegişe Çarents.
3 Haziran’da, ölümünün 48. yılında çeşitli törenler ve etkinliklerle anılan Nâzım Hikmet için bu yılki söylemler geçen yıllara oranla daha coşkulu oldu, çünkü Türkiye’nin dünyaca ünlü şairleri arasında bulunan vatansever aydın, sanatını icra ederken söylediği sözler nedeniyle cefa dolu bir hayat yaşamıştır ve Türkiye, bugün sanatın ayaklar altına alındığı bir süreçten geçmektedir. Bununla beraber, sürgünler, baskınlar olmakta ve ideolojileri nedeniyle sanatçıların yapıtları yıkılmakta, yasaklanmakta veya birey sorgusuz sualsiz hapse konmaktadır. Yıllardır ayakta duran ve kapılarını onlarca kişiye açmış olan tiyatrolar ve sinemalar yıkılmakta, yerlerine alışveriş merkezleri ve otel gibi, kelimenin gerçek anlamıyla ‘ucube’lerin dikilmesi planlanmaktadır. Yurdunu ve halkını savunan bilinçli yurttaşlar, Denizler ve Mahirler gibi faşist veya Nâzım Hikmet gibi vatan haini ilan edilseler de duruşlarından asla ödün vermemektedirler. Dünyanın hayran olduğu insan sevgisi dolu gökgözlü adam, canından çok sevdiği ülkesinden ve halkından ayrı olarak sürgünde hayatını kaybetmiştir. Yurtseverlik, halkçılık; dolayısıyla halk sevgisi, mezarı hâlâ Rusya’da bulunan ölümsüz şairin bilimsel-sosyalist dünya görüşünün doğal bir yansıması olmakta; halkçılık, sanatının belkemiğini oluşturmaktadır.2 Halkın içinden olan, zorluğu, açlığı göğüsleyen vatandaşların seslerini duyan Hikmet, mısralarındaki insancıllıkla ülkesine seslenmiş ve ölüm korkusundan çok, vatanından ayrı ölecek olma korkusu ne yazık ki gerçek olmuştur. “Yoldaşlar, ölürsem o günden önce yani, -öyle gibi de görünüyor-,Anadolu’da bir köy mezarlığına gömün beni ve de uyarına gelirse, tepemde bir de çınar olursa, taş maş da istemez hani…” mısraları bugün bile okuyanın içinde inceden bir sızı bırakmaktadır.
Kimi ‘vatanperver’lerin, kendi iktidarlarını perçinlemek adına gerçek ‘vatanperver’leri, ‘vatan haini’ ilan etmeleri yalnızca bizim ülkemizde değil, başka ülkelerde de görülmüştür. Bunlardan biri olan Yegişe Çarents, Ermenistan’ın Nâzım’ı olarak anılmaktadır. Asıl adı Yegişe Soğomonyan olan Çarents, 13 Mart 1897 Kars doğumludur. 1915’teki Ermeni tehcirine tanık olan şair, daha sonra Moskova’ya gitmiş ve Rusya’da Bolşeviklere katılıp Komünizm için mücadele vermiştir. Nâzım ve Yegişe ile aynı kaderi paylaşıp vatan haini ilan edilen ve Yegişe gibi katledilen Dink’in bu iki şairi bir tutması boşa değildir. İkisi de özgürlük, hürriyet, çağdaşlık ile yoğrulmuş ve insan sevgisi, yurt sevgisi ile harmanlanmıştır. İkisi de doğruları söylemekten geri durmamış ve kitleleri peşinden sürüklemişlerdir. Evrensellikleri, savundukları ideolojiden ziyade eşitlikten, insan sevgisinden, yurtseverlikten ve ezileni savunmaktan ileri gelir.
Her ikisi de Bolşevik Devrimi’nin şekillendirdiği dünya görüşlerini şiirlerine katsalar da örneğin Çarents de tıpkı Nâzım gibi, Stalin yönetimini çekinmeden eleştirmiş, onun, halklar üzerinde günbegün daha çok hissettirdiği baskıya karşı çıkmıştır. Stalin’in dayattığı kurallara şiiriyle karşı çıkan Çarents, mısralarında ulusallığı ve ulusalın bezediği kültürü ele almıştır. Tarih sayfalarında acımasızlıklarıyla bilinen hükümdarlar üzerinden yönetime atıfta bulunarak 1936 yılında yazdığı Beddua başlıklı şiiri yüzünden, şiir yayınlanmadığı halde şairin yakınlarında olan birinin onu ihbar etmesi sonucu Yegişe Çarents, 27 Kasım 1937 yılında Yerevan (Erivan) Hapishanesinde katledilmiştir. Ermeni edebiyatının en büyükleri arasında gösterilen şairin evi, bugün harabe durumundadır. Tarihi miras olarak bir Ermeni’nin desteği ve önerisiyle onarılmak istense de şairin tehcirle Anadolu’dan ayrılmak zorunda kalmasıyla evin üzerine konan ve İstanbul’da ikamet eden sahibi tarafından fahiş fiyat istenen, oturulamaz durumda olan ev, hâlâ döküntü halinde Demir Köprünün karşısında, Kars Kalesi’nin altında durmaktadır.
Görülen o ki, büyük korku uyandıran Sosyalizmi savundukları için ‘Komünist’ ilan edilerek kendi topraklarından, kendi insanlarından koparılan bu iki şair, ülkelerinde layık oldukları yeri henüz bulamamışlardır. Dün, Nâzım’ın ve Yegişe’nin ölüm fermanını imzalayan ideolojiler, bugün onların halkçı, yurtsever ve ulusal söylemlerini, Hrant Dink’in de dediği gibi kendilerine slogan yapabilmektedirler. Her ikisinin de sevdası halkın refahı, insanların mutluluğu ve vatanlarının daha iyi yerlere gelmesi olsa da, ikisi de gerçeği göstermekten geri durmadıkları için vatanları uğruna, insanların birlik ve beraberliğinin süslediği, hayallerindeki vatanlarından uzakta hayatlarını kaybetmişlerdir. Her ikisinin şiirlerinde anlattıklarının daha iyi özümsenmesi için insan sevgisini, evrenselliği ve vatan sevgisini iyi kavrayan, dolduruşa gelmeyen, ayrımcılığa karşı duran kimliklerin hayata kazandırılması gerekmektedir.
1.Hrant Dink, Çarents’in Hikmet’i, Agos, 7 Kasım 1997
2.Ataol Behramoğlu, “Nâzım Hikmet ‘tabu ve efsane’ ”, Evrensel Basım Yayın, İstanbul, 2008, s. 68.