Geri Kalmışlığın Muhteşem(!) Nedenleri*
Günlük konuşmalar ve entellektüel tartışmalar arasında en çok benzeşen konu başlığı “geri kalmışlığımız“dır. Herkesin kendine göre bir sebep öne sürdüğü bu durumun aksini iddia eden ise pek yok gibidir. Kitlesel olarak hem fikir olduğumuz geri kalmışlığın sebeplerinden çok sonuçlarını her gün yinelemekten, “koyun” tipi bir millet oluşumuzu sert ses tonuyla sık sık vurgulamaktan büyük haz duyarız adeta. Aslında geri kalmışlık dünyamızda “Batı” dışında konumlanan, insanlık medeniyetinin “Doğu” ve “Güney” noktalarında yakın tarihte hep konuşulagelmiştir. Batı bu farkı ne zaman yarattı? Niçin İngiltere, Fransa, ABD’nin kültürel, düşünsel, bilimsel ve beraberinde gelen emperyal gücüne karşın doğuda İran, Çin, Japonya veya Türkiye tüm bu alanlarda bir güç olarak ortaya çıkamamıştır? “Batı rönesansı, reformu, sanayi devrimini yaşadı da ondan” cümle öbeği, sürecin bir bölümünü aydınlatma konusunda yeterli ancak “Rönesans, Reform, Sanayi Devrimi niçin Doğuda değil de Batıda oldu?” sorusuna verilecek yanıt hiç kuşkusuz bizleri daha çok aydınlatacaktır.
Tarih derslerinde çağların başlangıç bitiş konularını işlerken hiç kuşkusuz Türk olmanın o eşsiz gururunu yaşamışızdır, zira insanlığa çağ atlatan bir değil iki olayı biz gerçekleştirmişiz. Bunlardan birincisi, Hunların (biz Hunlara kısaca Türkler diyoruz) uzak Asya steplerinden domino etkisiyle sürdüğü barbar (bunu niteleme Batıya ait) kavimlerin kıta Avrupa’sını istila etmesi ve deyim yerindeyse bilinen herşeyin yerinden oynaması, ikincisi ise İzmir Güzelyalı’dan bile küçük hale dönmüş ve sadece 7.000 asker tarafından savunulan İstanbul’un 300–500 bin arası değişen bir askeri güçle Sultan Mehmet tarafından 2 ay gibi kısa(!) sürede fethedilişi. (İkincisine inanmak için elbette Amerika ve diğer uzak kıtaların beyazlar tarafından yeniden keşfinin, matbaanın ortaya çıkmasıyla skolâstik aklın Reform ve Rönesans kuşatmasıyla yenilgiye uğratılması gibi dönüm noktalarının insanlığın tarihsel dönüşümünde tek bir şehrin ele geçirilmesinden daha az önemli olduğuna kendinizi inandırmanız gerekmektedir.) Biz öncelikle birincisine, gerçekten sonuçlarıyla tüm dünya tarihini ilgilendiren ve “Neden Batı?” sorusunun cevaplarını barındıran Kavimler Göçü‘ne dönelim.
Dönemin ve o güne kadar insanlığın oluşturduğu en büyük ve köklü imparatorluğu olan, yıkılmaz olarak adlandırılan Roma İmparatorluğu’nun yerleşik düzene yabancı ve bu sebeple düzensiz, ancak Roma lejyonları karşısında hantal olmak bir yana, atak olan kavimler karşısında yenilgiye uğraması ve çöküşü salt bir imparatorluğun sonu olarak görülmemeli. Sonrasında kıta Avrupa’sında o çapta bir imparatorluğun ortaya çıkmamasına sebep olacak kargaşa ortamı, önce Hıristiyanlığın hızla yayılması ve Roma’nın yerine yine Roma içindeki Vatikan’ın (Kilisenin) öne çıkması, sonrasındaysa şehir devletçikleri halinde feodal derebeyliklerin bölgesel güçleriyle egemenliklere ortak olması sonucunu doğurdu. Roma İmparatoru Batı’nın gördüğü son “Tanrı Kral” idi. Sonrasında imparatorluk adıyla ortaya çıkanların tümü Kiliseye biatları oranında Tanrının gölgecikleri olabiliyordu ancak… Dünyayı titreten Tanrı Kral yerine bir sürü küçük Tanrı Kral’cıkların türemesi Batı’yı önce Ortaçağ karanlığına ve sonrasında Doğu (Osmanlı) karşısında askeri hezimetlere kadar götürdü.
Yukarıda sıraladıklarımızla birlikte Batı için olumsuz bir tablo çizen Roma’nın çöküşü, uzun vadede Batı’daki yığınların tarihsel süreç içinde bireylere, oradan da toplumlara evrilmesinin önünü açtı. Tanrı Kralların öncelikle sayıca çoğalması, her bir bölgenin ekonomik ve üretim merkezli kuvvetlenmesine ve çekim merkezi halini almasına yok açtı. Bu derebeyler, yine de dağınık olmaktan kaynaklanan zayıflığı geç de olsa 13. yüzyılda farkedip birleştiler ve Tanrı Krallığın resmen bitişi anlamına gelen Magna Karta‘yı İngiliz Kralı’na imzalattılar. Böylece zaten görünürde hakimiyetleri git gide güdükleşen kralların yetkilerini, güçlerini resmen başka güçlerle paylaşmak zorunda kalması resmileşti. Her bir bölgenin ekonomik olarak güçlenmesi ve artı değeri üretmesi derebeyliklerin zamanla(oldukça kanlı bir zamanla) bir araya gelerek ulus- devletler çatıları altında örgütlenmelerine yok açtı. Kentsoylular ve yeni yeni palazlanan Burjuvazi, üretimden aldığı güçle zaten Rönesans ve Reformla iktidarı kırılmış olan Kilise ve Magna Karta örneğinde olduğu gibi mevzi kaybeden Krallara karşı ayaklanmış ve toplumsal bir harekete dönüşüp gerçek(!) anlamda çağ açıp kapayacak olan Fransız Devrimi‘yle yeni egemen sınıf olarak tarih sahnesinde yerini almıştır. Sanayileşme ve makineleşmeyle birlikte derebeylerin topraklarını süren çiftçi ve köylülerin şehirlerdeki fabrikalara “işçiler” olarak uzanan evrimleri ise bu kez Burjuvazinin karşısına, ekonomik çarkın dönüşünün başat sebebi olduklarının yavaş yavaş farkına varan Proletaryayı çıkarmıştır. Kralın ve Tanrının gücünü Avrupa’dan silen iki toplumsal sınıf, yakın dünya tarihini de bir nevi birlikte kaleme almışlardır.
Görüldüğü üzere adeta gerçeküstüymüşcesine okuduğumuz Rönesans, Reform, Sanayi Devrimi ve hepsinin toplamında gelen Aydınlanma düşüncesi tebaların bireyselleşmesi ve beraberinde toplumsallaşmasıyla ortaya çıkmıştır. Doğuya döndüğümüzdeyse Rusya, Çin, İran, Japonya ve bizim gibi önde gelen medeniyetlerin Tanrı Krallarından 20. yüzyıla kadar kurtulamamış olduklarını görüyoruz. Rusya ve Çin işçi-köylü sınıflarının devrimleriyle, Japonya 2. Dünya Savaşı sonrası Batı’nın zorlamasıyla, İran’da İslami dönüşümle ve bizdeyse içinde Bujvazi, Millici, bir nebze de işçi-köylü güçleri barındıran 1923 devrimiyle sona eren Tanrı Krallıklar, görünürde tükenmiş olsa da yüzyıllar boyu bu boyunduruk altlarında teba olarak yaşayan yığınlar için değişim olgusu aynı sürette işlememiştir. Ülkelerin her birini ele almak bu yazının kapsamı açısından mümkün olmadığından biz direk kendi geçmişimize dönelim. Aynı coğrafyayı paylaşmamız bağlamından hareketle Osmanlı İmparatorluğu’na dönelim. 600 yıl boyunca Anadolu merkezli olmak üzere balkanlardan, kafkaslara, Arap Yarımadasından Kuzey Afrika’ya kadar bir nevi Roma İmparatorluğu topraklarında hüküm sürmüş, yukarıda sıralanan süreçler sonucu dağınık durumdaki Avrupa devletçiklerine ve komşu Türk-Müslüman devletlere karşı askeri anlamda büyük zaferler kazanan Osmanlı, belli bir noktadan sonra dünyadaki gelişmelere ve değişimlere ayak uyduramayak(matbaanın yasaklanması, ticaret yollarının coğrafi keşiflerle değişmesine karşın herhangi bir hamlede bulunmaması, ekonomik yapısını değiştirmemesi, bilimsel ve sanatsal gelişimleri bariz biçimde engellemesi) zamanla askeri gücünü de yitirerek süratli bir gerileme, çözülme sürecine girerek Batı tarafından tarih sahnesinden silinmiştir. 600 yıllık egemenliğinden geriye kalan ise üretici ve eğitimli kesimi hemen hiç olmayan, başkent İstanbul dışında gelişmişlik açısından dünyayla uyumlu tek bir bölgesi olmayan, cami-türbe-çeşmeleri saymazsak bilimsel ve sanatsal hiç bir eser veya isim bırakmamış, tek bir fabrikası veya sanayi yapısı olmayan bir posadır. Tarihsel süreçte bu geri kalmışlık konusunda getirilen sebep-sonuç ilişkileri genellikle belli temel noktalarda yoğunlaşmıştır ve matbaa konusu bunların başında gelmektedir. Batıda Kilisenin gücünün kırılmasında ateşleyici rolü bulunan ve beraberinde Aydınlanmayı mümkün kılan matbaanın, Osmanlı tarafından “Şeytan icadı” olarak yasaklanması, beraberinde zaten sınırlı sayıda olan bilimsel araştırma yapma gayesindeki kurumların imha edilmesi hiç kuşkusuz “olaylar aksi yönde gelişseydi bu geri kalmışlık olmazdı” dedirtecek kadar önemlidir. Fakat değerli biliminsanımız Erdal İnönü, “300 Yıllık Gecikme” adlı kitabında konuya farklı bir açıdan eğiliyor:
“Matbaa, mevcut bilginin yayılmasını sağlar, bu bakımdan çok etkilidir. Ama asıl önemli olan, insanı doğaya egemen kılan bilginin üretilme yolunun bulunmasıdır. Bu ilerleme 1600’lü yıllarda Orta ve Batı Avrupa’da, gözleme ve deneye dayanan matematiksel ifadelerden yararlanan bilimsel araştırma ve geliştirme yönteminin birkaç araştırıcı tarafından uygulanmaya başlamasıyla gerçekleşmiştir. Osmanlı dünyası ise bu yeni yöntemle hiç ilgilenmemiştir. Bilimsel araştırma yöntemi bir devlet politikası olarak Türkiye’ye ancak Cumhuriyet döneminde 1930’lu yıllarda geldi. Biz hâlâ bu üç yüz yıllık gecikmenin doğurduğu olumsuz etkileri ortadan kaldırmaya çalışıyoruz.”1
Bu yorum matbaa bu topraklara aynı dönemde gelse dahi, bu gelişmenin hakkını verebilecek bir sistemin, sosyo-ekonomik ve kültürel bir yaşantının dolayısıyla matbanın hakkını verebilecek bireylerin henüz yaşam alanı bulamamış olduklarını gösteriyor. Benzer bir eleştiri üzerinden yola çıkan Doğan Kuban, Osmanlı’da resmin, heykelin, matbaanın yasak olmasının ötesinde İmparatorlukta “insanı” anlatan bir metnin bile ortaya konmadığını söylemektedir. Bırakın Osmanlı “halkını”, Padişahların dahi kişiliklerine, karakter özelliklerine inilmeden tarihe not düşüldüğünü söyleyen Kuban bunun Tanrı Kral’a (yazısında padişaha) kul olma durumundan kaynaklandığını söylemektedir.
“Osmanlı’da kişi yoktur. Kul vardır. Osmanlı insanı ne resmini, ne heykelini, ne de yazılı tanımlamasını bilmediğiniz bir varlıktır. Sadece toplumsal işlevini (vezir,kadı,beylerbeyi, ağa, yeniçeri, ehl-i hırfet’ten biri) biliriz. Giysisi hakkında da çokluk yabancı ressamların çizdiklerinden bir şey öğrenmek olasıdır. En büyük sanatçımız Sinan’ın insan kimliğine ilişkin bir şey biliyor muyuz?… Osmanlı toplumu insanı merak etmemiş. Bunun nedenini anlamaya çalışmamız gerek. Bunu söylerken bu toplumun doğa ile ilgilenmediğini de fark ediyoruz. Dünya bilimine de hiçbir katkıları yok… Osmanlı’nın insan ve dünya bağlamındaki ilgisizliği bugüne de yansıyor. Biz bilim üretiminde fazla varlık gösteremiyoruz…”2
Osmanlı’nın geri kalmışlığı üzerine bir diğer klasik eleştiri de çoğrafi keşifler sonrası Osmanlı’nın elinde tuttuğu ticaret yollarını önemini yitirmesi ve imparatorluğun ciddi bir ekonomik çöküntüye uğramış olduğu yönündedir. Bu tartışmasız doğrudur ancak eksiktir, zira Osmanlı’nın yeni keşfedilen yollara oranla çok daha kısa ve pratik olan ticaret yollarının denetimini haraç almaktan öteye götürememesi, insancıllaştıramaması tüccarların uzun da olsa daha az dertli yolları tercih etmelerine sebep olmuştur. Tam da bu noktada araştırmacı yazar Erdoğan Aydın şunları söylüyor:
“İşin püf noktası daha önce çok daha büyük bir dış girdi avantajı olan merkezi bir imparatorluğun, bu avantajlarından hareketle meta ekonomisini yaratamamış, birilimlerini genişleyen bir üretim düzenine çevirememiş olmasıdır. Buna karşın Avrupa’nın, üstelik Osmanlı’yla kıyaslanamayacak kadar küçük siyasal yapılarına rağmen bunu başarmış olmasıdır. Bu durumda, Avrupa’da yürürlükte olan üretim tarzının, Osmanlı’dan ayrımla sanayileşmeyi doğuracak içsel bir dinamizme sahip olduğunu, buna karşın Osmanlı düzenini, devasa avantajlarına rağmen buna izin vermediğini kabul etmek zorundayız…. Dolayısıyla ticaret yollarının Anadolu dışına çıkması, tarımdaki zayıf ticarileşmeyi iyice zayıflatan artı bir faktör olarak değerlendirilmelidir.”3
Yukarıdaki alıntıların hemen hepsinde sözü edilen zihniyet, sistem, yönetim yapısının ortaya çıkışı aslında bizim açımızdan geri kalmışlığın da özeti olarak görülebilir. İslamiyet öncesi Türkler, “eşitler arası birinci” olarak adlandırılan ve göreceli demokratik sayılabilecek bir yönetim biçimiyle, Kurultay Geleneğiyle yönetimlerini sürdürmekteydiler. Bu uzun vadede sürekli imparatorluklar kurmalarına engel olmakla beraber güç erklerinin tek bir kişinin elinde toplanmasına da engel olmaktaydı. Türklerin İslamiyetle tanışması ve yüzyıllar boyunca zorla İslamizasyona tabi tutulmalarıyla beraber egemenliklerini kaybeden Türkmen topluluklar, Arap ordularının askeri gücü halini aldılar. Akıncılar adı altında gayri müslim topraklara ilk gidenlerin Türkler olması Anadolu’nun ve dolayısıyla Osmanlı’nın Türk geleneğiyle şekillenmesine yok açtı. Selçuklu’nun dağılmasıyla birlikte o dönem için Batı’yla aynı yönetim şekillerine yani beyliklere(derebeyliklere) ev sahipliği yapan Anadolu, kısa sürede Osmanlı Beyliği’nin egemenliği altına girmeye başladı. Başlangıçta Kurultay geleneğinden uzaklaşmayan Osmanlı, İslamiyetten aldığı gaza geleneğini de gayri müslim Bizansa komşu olması vesilesiyle doğal olarak kullanarak diğer beylikler arasından sıyrılıp imparatorluğa doğru evrilmeye başladı. Bu süreç İstanbul’un fethiyle zirve noktasına çıktı ve Osmanlı, Roma’nın devamı olan ve çağın gerisinde kalmış Tanrı Krallık yapısıyla Bizans’ın yerini aldı. Biçimsel olarak gözüken bu durum Fatih Sultan Mehmet’in zaten zayıflayan Kurultay Geleneğini sonlandıracak olan beyliğin kuruluşundan o gününe sadrazamlığını yapan Türkmen Çandarlı ailesini tasfiye etmesiyle birlikte içselleştirildi. Bölgesel güçlerin üretim temelli yükselmesinin önüne geçilerek merkezin ve dolayısıyla Padişah’ın yetkileri arttırıldı. Bu doğaldır ki Osmanlı’nın iktidarı için doğru bir karardı ancak Batı Magna Kartayla tek bir kişinin elinde toplanan yetkileri yavaş yavaş başkalarına paylaştırırken Doğu’nun göreceli de olsa birden fazla kişinin sahip olduğu yetkileri tek bir kişide toplaması tarihsel ilerleme açısından sıkıntılı bir eylem olmuştur. Biat kültürünün yaygınlaşması, dolayısıyla kulluktan çıkamayarak bireyliğe ve beraberinde toplumsala dönüşememek bu noktadan itibaren başlamıştır. Tüm ekonomik sistemini ve gelişimini zorla gaspedilen(fethedilen) topraklar ve halktan toplanan haraçlara bağlayan bir Tanrı Krallığın Rönesans, Reform, Sanayi Devrimi ve Aydınlanmayı yaşamaması, bir başka deyişle derebeyliklere dönüşüm geçirmeyen bir kitlenin burjuvazisinin ve proletaryasının olmayışı şaşırtıcı değildir. Yazımızın başlığına referans olan “Muhteşem Yüzyılın” Osmanlı’nın en büyük ekonomik buhranını yaşadığını dönem olduğunu bilmek Viyana kapılarına erişmiş olma övüncünün gölgesinde kalsa da tarihsel gelişim o gölgede saklıdır.
Günümüzdeyse geri kalmışlık ve gündemi takip eden herkesi çileden çıkartan gelişmeler ve söylemler neyseki küreselleşmiş dünyanın hemen her yerinde, özellikle Batıda görünmektedir. Sovyetler Birliği dağıldığında salyalarını akıtarak sevinenlerin ve “Tarihin-Savaşların-İdeolojilerin sonu geldi” diye çığırından çıkanların, şimdiki zamanda halkların artık ideolojiler yerine ırk, din, mezhep farklılıkları üzerine çatışıyor olmaları konusunda sessiz kalmaları manidardır. Dünyanın hemen her ülkesinde din ve etnik köken farklılıklarının kavga-çatışma-savaş sebebine dönüşmesi, tek derdi etnik, dinsel, mezhepsel farklılıkların ortaya konulması ve özgürleştirilmesi(!) olan Batı entellektüel gericiliğinin biricik eseridir. Bunun “postmodernizm” adı altında yapılması ve aynı Batının insanlığın evrimine kazandırdığı Aydınlanma ve bilimsel akla küresel ölçekte savaş açmış olması ise dikkat çekicidir. Proletaryayı ve Sosyalizmi yenen Batı, geçtiğimiz yüzyılın başlarında ölmüş olan burjuvazi ve kapitalizmin yerine mutasyona uğramış bir sistem olarak, Baudrillard‘ın nitelemeleriyle “Tüketim Toplumunun Sessiz Yığınlarına” dönüştürürken egemenlik alanını sistematik açıdan sürdürme gayesiyle kültürel saldırısını postmodernizm adı altında sürdürmektedir. Konuya ilgili olarak Merdan Yanardağ şunları söylüyor:
” Durum böyle olunca, bir önceki çağın kültürüne, ideolojisine iltica ediliyor. Din yeniden keşfediliyor. İnsan aklı, kutsal metinlerle yeniden teslim alınmaya ve toplumlar bunun üzerinden (dinle) yönetilmeye çalışılıyor. Bu olgu günümüz dünyasında sadece Türkiye, Ortadoğu ve genel olarak Güney ülkelerinde değili bir bütün olarak yeryüzünde kapsayıcı bir eğilime işaret ediyor… Tarihsel ve kategorik olarak kapitalizmi aşamayan toplumlar, ‘ilerici’ bir çözüm üretememenin bedelini; felsefi, ideolojik ve politik planda ‘gerici dayatmalar ve ‘çözümlerle’ ödüyor. İnsan aklı bir önceki döneme, Ortaçağ’a iade edilmek isteniyor. Toplumlar çözülüyor; özgürlük anlayışı cemaatlerin, aşiretlerin, mezheplerin, dinsel ve etnik toplulukların serbestisine indirgeniyor… Post- modernistlerin, liberallerin ve yeni muhafazakarların aydınlanma ve modernite eleştirisi, bu tarihsel dönemi aşmayı değil, mevcut olanın, kurulu düzenin mutlaklığına insanlığı ikna etmek ve bir önceki çağın zihniyet dünyasını devralarak kapitalizmi tahkim etmek amacını taşıyor.”4
Sonuç olarak insanlık tarihini çağlara ve savaşlara bölecek olursak Batı-Doğu ayrımı yapmak yerine İlericiler-Gericiler ayrımı yapmak daha doğru olacaktır. Antik Yunan, Mısır ve Mezopotamya, kendilerinden önceki dönemlere göre insanların akla ve bilime önem verdiği, güç dengesini gözettiği ilerici bir dönem olurken ardından gelen Ortaçağ, Skolastik düşünceyle birlikte Antik dönemin tüm birikimini reddederek kitlererin düşünmek yerine sadece ve sadece dua etmelerini emretmiş ve gerici bir dönem olmuştur. Ardından gelen Aydınlanma, İslamiyetin Altın Çağı sayesinde diri tutulabilmiş Antik dönemin ilerici damarının Avrupa’ya taşınması sonucunda Rönesans ve Reformla Kilisenin ve onun dayattığı skolastik düşüncenin sonunu getirmiş, meydana getirdiği devrimler Aydınlanmayı ve Akılcı düşünceyi egemen kılarak ilerici olagelmiştir. Şuan içinde bulunduğumuz süreç ise henüz adlandırılamayacak kadar yenidir ve muhtemelen bizler bu kesin adlandırmayı yapamadan zamanımızı dolduracağız. Ancak şu bir gerçek ki bu yeni dönem tarihsel süreçte gericiliğin hanesine yazılacak bir çağ olacaktır, zira kendine entellektüel kılıf giydiren düşünceler, akla ve bilime karşı gelerek insanları teknolojiyle süslü dogmatik ortaçağ düşüncelerine yönlendirirken tarihselin aksine toplumları önce bencilleştirerek bireylere oradan da kulluğa geri döndürmeyi hedeflemektedirler. Küresel gerici güçlerin ittifakı karşısında aklımızı açık tutmalı, soğukkanlı olmalı, tarihsel birikimimizi yadsımadan ileriye dönük teorik ve pratik tezler hazırlamalıyız. Ancak bu şekilde günümüzde dillendirilen “Gerici Cumhuriyet İlerici Osmanlı” safsatasına ve küresel gericiliğin Türkiye ayağı olan Ilımlı İslam ve Yeni Osmanlıcılık oyunlarına karşı dik durabiliriz. Ancak bu şekilde ülkemizde şuan olup biten kepazeliklerle büyüyen fakat kökleri bin yıllara uzanan gerici birikimi yıkıp halkımız ve tüm dünya halkları için daha güzel bir gelecek inşa edebiliriz.
1.Aktaran, Mustafa Balbay, Erdalizma, Cumhuriyet, 24 Mart 2011.
2.Doğan Kuban, Gerçeği Görmekte Neden Zorlanıyoruz?, Cumhuriyet Bilim ve Teknoloji, 6 Mayıs 2011.
3.Erdoğan Aydın, Osmanlı Gerçeği, İstanbul, Cumhuriyet Kitapları (Sekizinci Basım), 2006, s. 262.
4.Merdan Yanardağ, 1. Cumhuriyetin Sonbaharı, İstanbul, Destek Yayınları, 2011, s. 14.