Kar Yangını*
Akşam koyuluğu iyiden iyiye hissettirmeye başlamıştı kendini. Ağaçların dalları bembeyaz yemişlerle kaplanmıştı. Hafifçe serpiştiren kar her yanı bir anda bembeyaz bir tül ile örttü. Mahrem bir hale bürüdü her yanı. Fakat kar her yanı tertemiz boyamasına rağmen gökyüzünün kirli griliğini bir türlü silip atamıyordu tepemizden. Ayaklarımdaki çizmeleri sürterek yollarda iz yapa yapa ilerliyordum. Kafamı; bu eski püskü, bin yamalı gocuğumun içine çektim. Ellerimi birbirine sürtüyordum ısınmak için. Ceplerimde naylon torba vardı. Ola ki dedemlerin torbaları yırtıla…
Köy meydanına açılan yolun henüz ortasındaydım ki bir ses işittim ilerden. Karşıya doğru gözlerimi kısarak baktım. Kar yeni tutmasına rağmen dedemle iki katırı kapkaranlık birer leke gibi gösteriyordu. Birden dedem olanca gücüyle bana doğru bağırdı. Dedemin acı feryadını getiren şu ayaz birden seğirtip köyün alt yanına doğru esmeye başladı. Babam yoktu yanında. Meraklanmıştım birden. Sonra ayağımdaki çizmelere baka baka koşmaya başladım. Kafamı bir kez gideceğim yere doğru kaldırıyor epey bir menzili hafızama kazıdıktan sonra tekrar öne eğip koşuyordum. Kar yağdıkça dedemin de o iki asi katırın da üzerlerini örtüp mahremine alamıyordu.
Bir müddet sonra bayağı bir yaklaşmıştım. Artık iyiden iyiye dedemi görebiliyordum. Nefes nefese yanına vardım. Katırlar bir türlü yürümüyordu. Dedem yanına gitmemin verdiği rahatlıkla olsa gerek yerde üzerine kar kümelenmiş kalınca bir sopayı eline aldı. Karını iyice silkeledikten sonra ani hareketlerle elindeki çubukla katırlara vuruyordu. Her vurmasında gözleri biraz daha büyüyor poşunun içindeki yüzü gittikçe kızarıyordu. Sert hamlelerle vurmaya devam ediyordu. Bir ona bir ötekine… Katırların dişleri görünüyordu. Birinin inlemesini duydum o an. Dedem tüm olanlara rağmen hala vuruyordu. Birden durdu. Ellerini dizlerine koyarak eğilir bir vaziyette ciğerindeki soluğun hepsini bir anda boşalttı. Sonra doğruldu. Ciğerini havadaki soba kokusuyla iç içe geçmiş ayazla doldurdu.
‘Babam nerde dede?’
‘Onlar sınırda kaldılar, gece geç vakit gelirler’
Soluk soluğa kalmıştı. Hemen elindeki çubuğa yapıştım. ‘Dede ver, kendini yorma sen. Ben vururum.’
Sadece gözleriyle yorgun bir bakış atabilecek kadardı takati. Aldım elinden çubuğu. Önde dedem arkada ben… Eve doğru, hızlanan karın altında, yuvarlana yuvarlana gidiyorduk. Yol alabildiğine ince alabildiğine boştu. Birer nokta nazarında yolun tam ortasında kara lekelerimizle karın mahremine girmeden yola koyulduk.
‘Yörüyün! Geçmişine yandığımın züriyetsizleri. Yörüyün!’
Dedem katırları bahçe kapısından geçirirken olanca sesiyle inletiyordu her bir yanı. Yolda vurmadığımı görünce sopayı da elimden almıştı. Katırlar acı acı çığlıklarla dedemin sopasından çıkan her ‘şaklama’ sesiyle bir adım daha fazla atıyorlardı. Bahçenin geniş boşluğundan kapının sağ yanındaki ahıra doğru yöneldiler. Nihayetinde ahırlarına girmişlerdi. Ya şimdi sırtlarındaki yükleri indirmeliydik.
Dedem nefes nefese kalmıştı. Ahıra geçti. Gözlerindeki kızıllık kan rengine dönmüştü. Nefesinin yerini burnundan çıkan ve git gide sıklaşan buharlar almıştı. Usul usul gözlerinin akı çoğalmaya başladı. Sonra katırlara bakarak başını bir sağa bir sola salladı.
‘Lan olum bizim sizden gayri kimimiz var? Ekmeğimiz sizsiniz aşımız siz… Ne diye inat edip kendinize zulmettiriyonuz? Ha?’
Elindeki çubuğu bir köşeye attı. Katırların yanlarına gelerek başlarını okşamaya başladı.
‘Bi daha aksilik etmeyin he mi? Edip de ekmeğimize kan doğramayın.’
Sonra usul usul katırların sırtındaki yükleri aşağı indirmeye başladı. Bir yandan da benimle konuşuyordu.
‘Nesim! Oğlum bakma sen dedenin böyle hırçınlaştığına. Bakma katırlara zulmettiğine. Bazen biz bozuşuruk’
Sağ elliyle katırları okşadı.
‘Öyle değil mi lan züriyetsizler?’
Bir kıkırdama tuttu o vakit beni. Dedem de gözleri kısık bir halle usulca bana dönüp zoraki bir tebessüm attı.
‘Daha ne uğraşıyon Ökkeş? Yetmedi mi yolda dertleştiğin katırlarla da burada konuşuyon?’ diye bir sesle bozuldu ortam. Babaannemdi. İçimden elindeki tenekeyle ahırdan tezek almaya gelmiş olsa gerek diye geçirdim. Karın ayazı binmiş yemyeşil gözlerine üzerime dikti birden.
‘Donup geberecen şu karda kışta. De geç içeri soyka.’
‘Tamam, ana’ derken başımı önüme eğdim. Bir an adım atamadım. Sonra hızlıca çıkıverdim oracıktan hemen. Koşarak sobanın yandığı odaya girdim. Oda karanlıktı. Kapı açıldığında karın beyazıyla sobanın kızılı bir an için ortamı aydınlattı. Kapıyı tekrar kapayınca coşkulu bir vehme bürünmüş soba içeriyi aydınlatmaya yetiyordu. Sobanın üzerinde teneke bir kapta bir şeyler ısınıyordu. Eğilip hafif kapağını araladım kabın. Çorbaydı kaynayan. Sonra eşikte bir müddet suyumu silktim. Çizmelerimi çıkardım. Çizmelerimi eşiğe düzgünce koymalı gocuğumu duvardaki değneğe dayayarak ısınacak pozisyona getirmeliydim. Sonra da bir köşeye çekilip oturmalıydım. Hepsi anamın sözleriydi.
Birazdan kapı açılıverdi usulca. Kapı açılınca az önceki hal tekerrür etti. Lakin bu kez güneş tutulması gibi bir ahenkteydi ortam. Kapı kapanınca sobanın ateşine mahkûmluğumuz yeniden başladı. Kapı usulca kapandı. Önde anam arkada dedem… Dedem elindeki torbaları zoraki taşıyordu. Hemen yardımına koştum. Dedemim elinden göz ucuyla işaret ettiği torbaları aldım. Diğerlerini dedem odanın eşiğine bıraktı. Anam da elindeki tezek dolu tenekeyi sobanın önüne indirip kendini yere attı. Yorulduğunu belirtmek için bir iki garip ses çıkardı.
Ben dedemin elindeki torbaları almış bir köşeye çekilmiştim. Her gelmesinde illa ki bir şeyler getirirdi. Elindeki torbanın birini açtı. Evvela anama aldığı hediyeleri vermeliydi. Yoksa çekilir işler yapmazdı. Elindeki torbadan yaldızlı bir uzun entari çıkardı. Boydan bir elbise… Anam az önceki yorgunluğu unutmuş dedemin elindeki elbiseye doğru uzanıyordu. Elbiseyi eline aldıktan sonra sobanın ışığına yaklaştırarak iyice bir süzdü baştan aşağı. ‘kesene bereket herif’ ‘Möhim değil. Fazla ola da çokça alasın, ama yok işte’ dedi iki elini iki yana açarak. Sonra öteki torbadan kırmızı bir çizme çıkardı. Nasıl da parlıyordu. Işıl ışıl. Elinden hemen kapıverdim. Sobanın başına geçtim. Sobanın ışığında çevire çevire sağına soluna iyice baktım şöyle bir. Kırmızılığı daha parladı sobanın başındaki ışıkla. Sonra dedeme fırladım. Eline yapışıp öptüm. Bir kıkırdama aldı dedemi.
‘Dur! Dur deyyüsün oğlu! Dur diyom lan.’
Sonra ikimiz birden gülmeye başladık. Anamın kıskanç gözleri, sobanın ışığının kızıllığından daha bir koyulukta bizi izliyordu.
‘Bu ne dede?’ dedim torbanın içine elimi atarken.
‘Ha! O mu?’ dedi kuşkulu bir ses tonuyla. ‘ Onu sana aldım. Bak bakalım neye benziyo?’
İlk defa görmüştüm böyle bir şey. Biraz büyükçe bir şeydi. Metaldi. Demirdi belki de. Ama yok demir bu kadar hafif olmazdı. Üzerinde ufak ufak delikleri vardı. El yordamıyla çözmeye çalışıyordum bu şeyi.
Neydi? Neye yarıyordu? Bir hamlede sobanın başına gittim. Soba, tezeklerini kül etmeye başlamıştı ağırdan. Oda elimdeki bu şeyi görebilmem için yeterince aydınlık değildi. Evirdim çevirdim bir türlü ne olduğunu algılayamadım. ‘Dede ne ki bu böyle?’ dedim meraklı bir ses tonuyla.
‘Bilmem’ diye uzatıverdi sesini muzırca. Sesinde bir alay ifadesi vardı. ‘Git getir gaz lambasını da göstereyim neymiş o’ dedi. Koşarak yukarı odaya gidecektim ki anam seslendi.
‘Heç boşa getme. Gaz yok evde yarın görürsün artık’ dedi. Ama bakmalıydım buna bu gece. Merakım körüklendikçe duramıyordum.
‘Ana bi gidem de gaz alam mı Hüseyin Dededen?’ dedim acınası bir edayla ya, anamın bana acır yanını görmek nerde.
‘Otur oturduğun yerde kırk çalasıca. Gece gece ne gazıymış’ dedi sinirli bir halle. Dedemin dizi dibine sokuldum birden. Ona kalsa korkmuyorsam giderdim de anam işte. Onun bu huysuzluğu ikimizi de çileden çıkarmıştı. Hele ki dedem hiç ses etmezdi. Yalnız kaldığımızda hep bana anamdan ötürü ‘ite dalaşma çalıyı dolan’ derdi. Dedem hep çalıyı dolana dolana sürdürüyordu ömrünü. Bir süre kimsenin sesi çıkmadı. Ses iktidarı kısa bir fetretten sonra anamın soluğuyla bozuldu. Saltanat gene anamındı.
‘Hele gaz almaya gideceğine get de katırların azığını hazır et’
Başımı salladım sadece. Sadece kendi kendime… Sonra dedemin bana verdiği o şeyi alıp sağ elimle öte yanımda gizleyerek kapıya doğru yöneldim. Görmedi. Fark edecek diye korkudan titriyordum. Ses vermemiştim. Koyu karanlıkta bir hareketlilik hissedince, kalktığımı ve işe koyulacağımı anladı. Ama bu sefer de cevap vermeden kalkmama sinirlenmişti.
‘Ne o lan? Yoksa bir hesaba koymuyon mu bizi?’
‘Yok. Yok ana. Ne haddime’ dedim. Sesim hafiften titremişti.
Sobanın ardındaki değneğe dayalı olan gocuğumu el yordamıyla bulup sırtıma geçirdim. Sonra kapıyı araladım. Ki giriversin karın aydınlık yüzü kara hanemize. Dedemin yeni aldığı çizme eşik başında duruyordu. Eski çizmelerimi ayağıma takarken gözlerim onda asılı kalmıştı. Kapıyı kapattım ahıra doğru yürüdüm. Ahırdan içeri girdim. Elimdeki o şeyi, iç tarafa, kapının yanına bıraktım. Sonra dönüp baktım odaya doğru. Anam ardımdan gelebilirdi. Yapmadığı iş değildi onun.
Kapı açıktı. Karın ışığı içeriyi biraz aydınlataydı. İçerde hafif bir aydınlık oluşmaya başladı. Git gide alışan gözlerimi de hesaba katarsak artık o şeyi görebilir ve ne olduğunu anlayabilirdim. Az ötede duran alkol şişelerine doğru yürüdüm. Tam elime alacaktım ki geri döndüm. Kapının yanına doğru seğirttim. Kapının önünde duran o şeyi aldım yavaşça ahırın kapısını kapatıp bahçe kapısına doğru yürümeye başladım. Parmaklarımın ucunda yürüyordum. Zira hem gecenin ölüm sessizliği hem anamı kulaklarının hassasiyeti beni her an yakalatabilirdi. Bahçe kapısından çıkınca derin bir nefes aldım. Elimdeki o şeye bakındım önce.
Kar dinmişti. Hafiften atıştırıyordu ya o da dert değildi. Sonra o şeyi gocuğumun altına koyup yürümeye başladım. Gece kapkaranlık olurdu bizim köy. Dışarı kimse çıkamazdı kolay kolay. Ama bu gece…
Dedemin verdiği o şeyi elimde evire çevire yola koyuldum. Karanlık karın durmasıyla daha bir bastırmıştı. Sadece içinde bulunduğum alanın beş metresine kadar görebiliyordum. Daha ötesi muamma… Hiçbir tereddüt yaşamadan karın ince bir şeritle kapladığı yolda yalpalaya yalpalaya köy meydanına çıkan yoldan sık sık sağıma soluma bakarak devam ediyordum. Gecenin sessizliğini ötelerden öten birkaç çakal sesi bozuyordu. Bu kadar uzaktan gelmese bu yolu yürüyemezdim her halde. Çakalların bu sesine köydeki köpekler de karşılık verme yarışına girince ortalık bir anda ürkütücü seslerle çalkalanmaya başladı. Rahmetli anam ‘hayvanlar gece çok korkarlar. Ondan ötürü hep ses çıkarırlar’ derdi. Ben hiç anlayamazdım, hayvanlardan neyden korkardı ki? ‘Cinler’ derdi anam. ‘Cinler musallat olur hayvanlara. Onlar taharetlenince pislikleri kalır üzerlerinde. Cinler de pisliği sever. Gelir, korkutur’ derdi.
Her halde gözlerimizde bir perde vardı. Ya niye görmeyeydik ki onları? Bu hayalle yürürken hayvanlar da kendilerini belli edercesine seslerini bir kesiyor bir avazları çıkana değin bağırıyorlardı. Hiç oralı olmadım. Biraz sıklaştırdım adımlarımı. Bir müddet sonra bayağı bir hızlanmaya başladım. Köy meydanına çıkmıştım sonunda. Kenarlardan gitmeli kimsenin dikkatini çekmemeliydim. Hele biri göreydi. Hele de anamın ahbaplarından biri… Usul usul ilerlerken etrafındaki surları belime kadar olan bir bahçenin yanına varmıştım. Süleymanların bahçesiydi. Azılı bir de köpekleri vardı. Hele beni görmeyeydi. Görse tanımaz gece gece basardı yaygarayı. İki de bir durup bahçeye baka baka yürüyordum. Birden gördü beni. Göz göze geldik bir an. ‘Karaca sus olum benim’ diye fısıldadım, ama nerde. Karanlıkta az ilerde hareket eden bir karartı vardı, karaca dinler mi? Bastı bir yaygara. İki-üç kez ağzındaki salyaları boşalta boşalta havladı. Neyse ki kimse çıkmadı. Kimse çıkmayınca yürümeye devam ettim. Fazla hızlı yürümemeliydim. Biri çıkıp hızlıca hareket eden bir karartı görse seslenirdi evvela ama bu sefer önce seslenmek yerine kurşun atabilirdi. Epey süredir birkaç hırsızlık vakası belirir olmuştu. Köy meclisinde konuşuluyordu. Hızlıca kendimi attım biraz daha yüksek bir surla çevrili yan bahçenin duvarlarının dibine. Öylece kalakaldım. Nefesim sıklaştıkça kalbimin sesini duyuyordum. Elimle bastırdım kalbime. Tüm korkum anamdı. Karaca bir iki havlamadan sonra kesti sesini. Rahat bir nefes alarak yola devam ettim.
Daha vardı Hüseyin dedelerin evine. Köyün giriş tarafındaydı evleri. En ıssız yerde… Aslında orada da köpek vardı ya ne çare!
Bayağı bir yol yürüdükten sonra vardım. Bahçenin kapısına gelince hiç ses çıkarmadan tahta kapıya sertçe vurmaya başladım. Köpek hemen havlamaya başladı. Soluk soluğa havlıyordu. Hüseyin dede kapıdan görününce susar gibi oldu, hırlamaya başladı.
‘Kimsin?’ diye bağırdı Hüseyin Dede, bahçeye çıkmadan odanın kapısından. Bir daha vurdum sertçe. Ses vermemeliydim, zira yan komşular duyabilirdi. ‘Kimsin lan?’
Ses bu sefer biraz titrek çıktı. Hayalinde ne canlandı o an bilemem ama bir şeylerden korktuğu aşinaydı.
‘Benim dede, Nesim’ diye bir fısıltı bıraktım bahçe kapısından içeri. Ayazla beraber sesim de kulaklarını üşütmüş olacak ki bahçeye çıkmadan o da fısıltıma fısıltıyla karşılık verdi.
‘Ne arıyon burda olum gecenin köründe?’
‘Dede azıcık gaz alacaktım, lambanın gazı bitmiş de’ ‘Gece işi kör işi… get sabaha gel.’
‘Etme dede o kadar yol geldim.’
Bir an sükût kapladı her bir yanı biz sustuğumuz için olsa gerek köpek tekrar bir iki kez havladı. Korkusunu bastırmaktı derdi garibimin.
‘De gel içeri o zaman.’ Sesinde hafif bir isyan sezmiştim. İçeri girdi tahta kapı gıcırdayarak kapanmaya çalışıyordu. İçerden gaz lambasını almış, üzerine eski bir gocuk atmıştı. Ayaklarında, arkasını yatırdığı eski bir lastik ayakkabı vardı. Titreye titreye ahırın kapısını açtı. Samanların altına saklamıştı gazı. Üzerlerinde kalınca şallar vardı. Ahırın havası iyiydi. Şalları gaz bidonlarının üzerinden savurdu.
‘Teneken nerde?’
‘Dede teneke değil bir ufak kap olsa iş görür şimdilik’ dedim.
‘Lan sen eğleniyon mu benle gece gece?’ diye inledi ahır aynı anda. Gözlerimi önüme diktim. Bir müddet öylece kaldım. Sonra sağ ayağımla yerdeki samanları karıştırmaya başladım. Daha fazla bir şey demedi. Öfkeyle yerde duran küçük teneke kabı kaptı.
‘Gel de tut şunu’ dedi dişlerini sıkarak.
Hemen koşarak yanına vardım. Burnundan soluyordu. İçeride ılık bir hava olmasına rağmen yine de buhar şeklinde çıkıyordu nefesi. Kabı doldurdu. Kapağını kapattı. Gaz bidonunun üzerilerini o kalın şallarıyla örttü. Samanları yığıverdi hemencecik üzerlerine.
‘Sen get eve. Dedenle hesaplaşırız.’ ‘Sağ olasın dede’
Hemen çıktım ahırın kapısından. Köpek beni görünce havladı. Arkamda kapıyı kilitleyen Hüseyin dedeyi görünce sakinleşti birden. Hüseyin Dede kapıyı kilitleyene kadar durdum oracıkta. Bana doğu döndü. Sesi biraz daha yumuşak çıktı.
‘Dikkatli varasın eve’ ‘Olur dede’
Elimde bir kap dolusu gaz, bahçe kapısından çıkıp köy meydanına doğru yürümeye başladım. Hava biraz daha puslanmıştı. Hâlbuki kardan sonra biraz açılırdı ortalık.
Köy meydanına varacakken az ötede yürüyen iki kişi takıldı gözüme. Gözlerimi kısarak iyice baktım. Babamdı. Yanında da Süleyman’ın babası… Eve benden evvel giderse olacakları düşünmek bile istemiyordum. Hemen köyün üst tarafına çıkan yola doğru döndüm hızlı adımlarla. Yol bayağı uzamıştı ama sadece buradan gidebilirdim eve. Hem gözümün önünü daha iyi görebiliyordum. Son sürat koşmaya başladım. Bir elimle gaz kabını tutuyor diğeriyle ise dedemin verdiği o şey düşmesin diye gocuğumun cebine sımsıkı sarılıyordum. Koşarken gökyüzüne doğru kaldırdım bir ara kafamı. Gökyüzü yaz gecelerindeki lacivert rengini almıştı. Az önceki puslu hava da gidince artık önümü daha iyi görebiliyordum. Gözlerimi tekrar diktim yola doğru. Elimdeki bu gaz kabıyla da zor oluyordu koşmak. Köyün üst yanında, köyün her yerini gören bu bayırdan aşağı koşarken yolun kenarında bir üzüm bağı gördüm. Hemen yaklaştım bağa. Elimdeki gaz kabını bağın bir kenarına birikmiş taşlarının arasına sıkıştırıp koşmaya devam ettim.
Kayabilme ihtimalim olmasına rağmen hiç bir şeyi umursamıyordum. Şu köşeyi de döndüm mü bahçenin kapısı görünür diye geçiriyordum içimden ki birden tüm heybetimle yere yığıldım. Ayağım, karın sulandığı yolun tam ortasından geçen su arkının içine denk geldi. Birden sırtüstü yere çakıldım. Yüzümde acımsı bir ekşime belirdi hemen. Elimle belimi tuttum. Bir müddet kalkamadım.
Babam girmediyse bile şimdi girerdi eve. Şu ruh halimle hiçbir şeyi kavrayamıyordum. Sadece bir an önce kalkıp eve geçmek istiyordum. Babamdan önce…
Ayağa kalktım hızlı adımlarla yürümeye başladım. Belim öyle acıyordu ki hissetmemek için anamı düşündüm. Düşündükçe bir uzak mazi gibi kaldı belimin ağrısı. Nihayet bahçenin kapısından içeri girmiştim. Hemen ahıra yöneldim. Hızlı adımlarla yürüyordum ki kapının gıcırtısını duydum birden. Bahçeye girerken babamı yolda falan görmemiştim. O halde benden hemen önce biri gelemeyeceğine göre bu, evin kapısı olmalıydı. Arkamdan hala ses gelmediği için hızlıca kendimi ahıra attım. Kapı açık kaldı arkasına kadar. Kapıdan bahçenin ortasına doğru yürüyen dedeme baktım. Dedem kapıya doğru bir bakış attı.
‘Bitmedi mi işin Nesim?’ diye bağırdı. ‘Az kaldı dede. Aha geliyom.’
Dedem tatmin olmasa bile sıkışmış olacak ki hiç uğramadı ahıra. Hızlı adımlarla iki karış boyundaki surdan atlayıp bahçenin alt yanındaki tarlaya indi. Tuvalet için çıkmıştı besbelli. Bir süre öylece dedemi izledikten sonra içeri döndüğümde katırlar samanların kenarına sokulmuş uyuyorlardı. Hemen kaldırmam gerekti. Yoksa donup ölebilirlerdi. ‘Belki de’ dedim. ‘Belki de çoktan ölmüşlerdir.’ Hemen katırlara doğru yönelip ayağımla tekme atmaya başladım. Hafif bir kıpırdanma oluyordu ama arkası gelmiyordu. Koşarak ahırın kapısının önünde, iç tarafta, duran sıcak suları almaya seğirttim. Sulara elimi dokundum sular buz kesmişti. Tekrar katırların yanına gittim. Etrafta kalın bir değnek aradım. Hemen samanların üstünde duran değneği aldım elime. Hızlıca vurmaya başladım. Soluk soluğa kalmıştım. Ama yok, iki üç kıpırdanmanın dışında hiçbir tepki vermiyorlardı. Tekrar elimdeki değneği bırakıp kapının önüne seğirttim alkollerin ağzını açarak döke döke katırlara doğru koştum. Eğilip durumu ötekine göre daha kötü olanın başını kaldırdım. Ağzını aralayıp alkolü boşaltmaya başladım. Dili oynamıyordu. Acıdan dişlerini sıkıyordu sanki. Kocaman dişlerinin arasından buz gibi bir ayaz esiyordu. Ağlamaya başladım. ‘Ne iş tutuyon daha burda?’ diyip de benim o halimi görür görmez panikledi dedem. Hemen yanıma koştu. Katırlara doğru eğildi.
‘Öldü mü? Öldüler mi?’ diye bağırmaya başladı. O ara ben katırlara kapanmış ağlıyordum. Dışardan sesler geldi. Babam koşarak ahırın kapısına gelmişti. Bizi katırlara kapanmış bir halde görünce öylece durdu. Sonra yere çöktü. Hiçbir şey diyemedi. Döndüm ağıtlı gözlerle babama baktım. Dizlerim kırılmıştı sanki. Öteden anamın ağıtlı sesi geldi.
‘Ben dedimdi sana Ökkeş. Dedimdi bu mecnun bizi rezil eder deyi.’ Dedem hiç sesini çıkarmadan çöktü bekledi bir süre. Anamın sesi gittikçe yükseliyordu kulaklarımızda. Dedem ayağa fırladı birden. Bana doğru hızlı bir adım attı kolumdan tutup körüklenen alev gözleriyle gözlerime baktı.
‘Sen nerdeydin ya bunlar ölürkene? Ha?’ diye fısıldadı. Sustum.
‘Konuş lan! Konuş it herif!’ diye inledi birden ahır. Bir tokat patladı kulağımın hemen dibinde. Sandım ki artık hiçbir şeyi duyamayacağım. Sonra bir tane…
Sonra bir tane daha… Babam koştu geldi ama nafile. Dedem babamı eliyle kavrayıp itti bir köşeye. Bana doğru yaklaşırken bir yandan da soru soruyordu. ‘Nerdeydin ha? Nereye gittin?’ diye sinirden bilediği dişlerinin arasından çıkan o sözler gecenin ayazından beter üşüttü beni.
‘Gaz almaya gettimdi dede. Gaz almaya…’ daha cümlemi tamamlamadan bir tokat daha geldi. Boylu boyunca yere serildim. Bir yarım ahırın içerinde bir yarım dışarıda kaldı. Gocuğumun cebindeki o şey ahırın içine fırladı. Dedem bir hamlede eğilip o şeyi aldığı gibi ahırın kerpiç duvarına fırlattı. ‘Şu zıkkım için mi gettin şerefsiz?’
Bir buz parçası gibi savrulmuştu o şey. Karların üzerinde sağ omzum yerde öylece dedeme doğru bakıyordum hala. Bir an burnumdan bir sızıntı geldiğini hissedip elimin tersiyle silerek bakmaya kalmadan karın üzerine burnumdan iki damla kan düştü. Lacivert gökyüzünde asılı duran ayın şavkı, kanıma damlıyordu ışık ışık.
Koşarak odaya gittim. Kapıyı itip kendimi eşiğe attım. Dizlerimi içime çekip ağlıyordum ki yanımda koru geçmiş bir tezek hissettim. Altında da özüne dönmüş naylon çizmelerim. Kan kırmızı…