Muhtemel Düşman, İtiyadi Suç ve Muhtemel Suç Aleti: Sürekli Olağanüstü Hal Rejimi – Fatih Yaşlı

Muhtemel Düşman, İtiyadi Suç ve Muhtemel Suç Aleti: Sürekli Olağanüstü Hal Rejimi*

Osmanlı padişahlarından III. Selim tahta çıktığında gerçek anlamda iktidarı elinde tutabilmesinin yolunun orduyu kontrolü altına almaktan geçtiğini biliyordu. Dolayısıyla, onun döneminde başlayan reformların gerisinde modern bir ordu ve böylelikle modern bir devlet yaratma arzusu olduğu kadar, her an tahttan indirilebilecek bir padişah olmamak kaygısı da vardır.

III.Selim mevcut orduyu içeriden yapılacak kimi reformlarla dönüştüremeyeceğini anladığında bu orduya alternatif otuz bin kişilik bir askeri birlik kurmuş ve adına da Nizam-Cedit ordusu adını vermişti, yani yeni düzenin ordusu. Ancak söz konusu ordu tam anlamıyla faaliyete geçemeden ulema ve yeniçerilerden oluşan gerici ittifak bir darbe ile Selim’i tahttan indirdi ve sonra da öldürdü.

III. Selim’in yerine tahta çıkan padişah II. Mahmut ise önce yerel güçleri, yani ayanları etkisiz hale getirecek, ardından ise Nizam-ı Cedit ordusunu yeniden canlandırmayı deneyecekti. Ulema-yeniçeri ittifakı yeni bir isyan çıkardığında, 1. Mahmut Selim’e göre çok daha radikal davranarak yeniçerileri ortadan kaldıracak ve yerine yeni düzenin ordusunu kuracaktı.

Tarih tekerrürden ibaret değildir ama tarihin yasaları vardır. Yeni bir rejim inşası mevcut ordunun kontrolünü ele geçirmeyi ya da kontrol  edilemeyeceği öngörülen unsurlarının tasfiyesini gerektirir, her yeni rejim inşası yeni bir ordu inşasıdır da aynı zamanda.

Tayyip Erdoğan 2009 yılında yaptığı bir konuşmada “polis rejimin teminatıdır” derken tam da bunu kastediyordu aslında. Yeni rejim inşası, bu inşa sürecine muhalefet edebilecek bütün unsurların ordu içinde ve dışında tasfiyesini ve polisin de adeta bir paralel ordu işlevi üstlenmesini gerektiriyordu çünkü.

Mevcut ordu ile 60 yıldır iktidarda olan merkez sağ partiler arasındaki ilişkinin tarihine bakıldığında, merkez sağ partilerin orduyu kimi zaman kontrolden çıkabilecek ve mevcut düzenin bekası adına kendilerini dahi tasfiye edebilecek bir güç olarak gördüklerini söylemek mümkündür. Bu nedenle de polis daha kolay kontrol edilebilecek, ordu karşısında bir denge unsuru olarak kullanılabilecek ve ittifak ilişkisi kurulabilecek bir güç olarak kabul edilmektedir.

Aynı şekilde İslami hareketler de, orduyu, polise nazaran sızılması daha zor bir kurum olarak gördüklerinden, örgütlenmelerini polis içerisinde yoğunlaştırmayı tercih etmişlerdir. Ordu, her ne kadar İslamizasyon sürecini tetiklemişse de, kontrol edemeyeceği unsurların etkin olmaması için bünyesinde bir İslami örgütlenmenin ortaya çıkışına son senelere kadar izin vermemiştir, bu nedenle de esas kadrolaşma polis içerisinde gerçekleşmiştir.

Dolayısıyla ordudaki kimi unsurlara yönelik bir tasfiye süreci ile polisin giderek devlet aygıtının merkezine yerleşmesi arasında doğrusal bir ilişki vardır.

Polisin devlet aygıtı içerisinde giderek önem kazanan konumu, rejimin giderek olağanüstü bir niteliğe kavuşan yapısını anlamak açısından da önemlidir. Poulantzas’ın “Faşizm ve Diktatörlük” kitabında belirtmiş olduğu üzere “yerleşmiş faşizm evresinde, devlet aygıtının egemenliği rastgele gerçekleşmez. Devlet aygıtı kollarının yeniden düzenlenmesiyle gerçekleşir: Devletin baskı aygıtının belirli bir kolu öbürlerine ve dolayısıyla ideolojik aygıtlar da dâhil olmak üzere devlet aygıtlarının bütününe egemen olur. Bu kol ne ordudur ne de ‘idari bürokrasi’: Bu kol siyasi polistir.”

Poulantzas, Nazi Almanya’sı ve İtalyan faşizmi üzerine yaptığı gözlemlerden hareketle, polisin yeni düzeni korumak değil, yaratmak, inşa etmek misyonunu üstlendiğini belirtir. Polis bu süreçte önderin iradesinin cisimleştiği bir unsur olarak ortaya çıkar ve aynı zamanda da her türlü hukuki denetimin dışında kalır, hatta hukuku bizzat uygulamalarıyla bizzat kendisi yaratır.

Bu süreçte, suçun tanımı da değişir ve “düşman” Poulantzas’ın terimiyle “muhtemel düşman” anlamına gelir. Bu ise beraberinde, “itiyadi suçlu” terimini getirir. Nikolaus Wachsmann, “Üçüncü Reich’taki ‘İtiyadi Suçlular’” isimli makalesinde, Nazi rejiminin toplum düşmanı olarak gördüğü ve daha önce suç işlediği için yeniden suç işlemesi muhtemel kişileri nasıl süresiz bir şekilde cezaevinde tuttuğunu anlatır. 24 Kasım 1933’te kabul edilen İhtiyati Tevfik Yasası ile birlikte, itiyadi suçlu kategorisine dâhil edilen insanlar, belirsiz  süreyle cezaevine konulmakta ve ne zaman tahliye olacaklarını ya da tahliye olup olmayacaklarını bilmemektedirler. Bir kadın hükümlünün ailesine yazdığı mektuptan alıntı olan satırlar itiyadi suçlu olarak cezaevine konulanların ruh halini açık bir şekilde ortaya koymaktadır:

“Canlarım, burada oturup duruyor ve niye ve ne kadar süre daha bir mahkûm muamelesi göreceğimi bilmiyorum. Bu da beni kahrediyor. Bu gidişle aklımı kaçıracağım… yalnız ve çaresizce burada oturmak ve gittikçe zayıflamaktan başka yapacak bir şey yok, bu bir yavaş intihar.”

İtiyadi suçun, adi suçlular için geçerli olmaktan çıkıp siyasi suçları da kapsayan bir hale gelişini günümüze dair bir fenomen olarak görmek gerekir. ABD’nin “teröre karşı mücadele” kapsamında yakaladığı El Kaide militanlarını, toplama kampı ile hapishane arası bir yere, Guantanamo üssüne koyması ve bu militanları belirsiz süreyle ve yargılamaksızın hapishanede tutması, bunun en güzel örneğidir.

İlan edilmemiş bir olağanüstü hal tüm dünyada egemenliğini sessizce ilan etmiş durumdadır ve üstelik süreklilik de kazanmıştır. İlan edilmemiş ve süreklileşmiş olağanüstü halin Türkiye için de geçerli olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Yasama, yargı ve yürütme arasındaki şekli ayrımın dahi giderek silikleştiği, yürütmenin giderek güç kazandığı, parlamentonun devre dışı kaldığı, hukukun kolaylıkla askıya alınabildiği ve polisin devlet aygıtının esas unsuru haline geldiği bir durumdur bu.

Almanya’daki itiyadi suçlular ya da Guantanamo’daki mahkûmlara benzer bir şekilde, Türkiye’de de yüzlerce insan süresi belirsiz bir tutukluluk halinin ortasında, kendileri hakkında verilecek kararı beklemektedirler artık ve dışarıdaki her muhalif de “muhtemel düşman” kategorisi içerisine dâhil edilmiş durumdadır. Her operasyon sonrası herkesin birbirine şaka yollu olarak sorduğu “seni daha almadılar mı” sorusu durumu olanca çıplaklığıyla ortaya koymaktadır.  Artık  “muhtemel  düşman”  kategorisinde  görülen  herkes alınıp cezaevine gönderilebilir ve orada suçunun ne olduğunu bilmeden süresiz bir bekleme durumunun içerisinde bulabilir kendisini.

Her muhalifin “muhtemel düşman” kategorisine dâhil edildiği bir durumda, muhalif her kitap, her film, her şarkı, muhtemel suç aleti olarak görülecektir. Nasıl ki muhtemel düşmanlar, itiyadi suçlular misali süresi belirsiz bir şekilde cezaevine konularak önleyici tedbir alınıyorsa, suç teşkil etmesi muhtemel her kitap da, her film de, her şarkı da, bir önleyici tedbir olarak, toplatılabilir, yasaklanabilir, imha edilebilir.

Polisin devlet aygıtının esas aktörü haline geldiği ve ordunun geri çekildiği süreklileşmiş olağanüstü hal rejiminde, muhtemel suç aleti kapsamında değerlendirildiği için henüz yayınlanmadan imha edilmiş bir kitabın adının “İmamın Ordusu” olması ve polis teşkilatındaki cemaat kadrolaşmasını  anlatması tarihin bir ironisi midir peki? Sanıyorum ki öyledir.

*https://issuu.com/azizm/docs/ederginisan2011

Bunu paylaş: