Pearl Jam Aşkıyla 20 Yıl – Onur Keşaplı

Pearl Jam Aşkıyla 20 Yıl*

Pearl Jam‘le tanışmam, hemen hemen tüm dünyayla aynı anda, 1991 yılında gerçekleşti. O zaman beş yaşındaydım ve benim için “Pearl Jam”in anlamı felaketti! Lego dünyamda, Kara Şövalye liderliğindeki ordular, kötücül korsanların istilasına karşı mücadele verirlerken bir anda gökyüzünden “At home, drowing pictures/of mountain tops…” sözleriyle başlayan “Jeremy” şarkısı, benim cesur şovalyelerim için “ölüm” demekki. Zira kalelerim, surlarım ve süvarilerim devlerin(Pearl Jam çaldığında çıldırıp ortalığı dağıtan ablalarım Özgür Keşaplı Didrickson ve Özge Keşaplı Can) ayakları altında ezilmeye başlıyordu. Devlerin gazabından kurtuluş kolay olmuyordu ve kimi yiğit askerlerim lego geleceklerini ancak gazi olarak devam ettirebildiler. Zamanla, devlerin eylemlerini izlemeye ve incelemeye karar verdim. 1996’ya gelindiğindeyse Pearl Jam İstanbul’a geliyor ve ablamlar başka devlerle birlikte konsere doğru yola çıkıyorlardı, tabi beni almadan. Sıkıcı hayat hikayem ve esprilerim bir yana, Pearl Jam’le kendi dünyamda barışmam ile müziklerinin sıkı bir taraftarı halini almam 1996 yılına denk geliyor ve o gün bugündür müzik dünyasının hem sahnede hem sahne dışında en özgün topluluklarından birine tanıklık edebilmeyi bir nevi kutsanmışlık olarak tanımlıyorum.

Bir anda depreşen Pearl Jam aşkımı, topluluğun 20. sanat yılı için çekilen “Pearl Jam 20” belgeseline borçluyum. Ülkemizde de, dünyadaki bir çok ülkede olduğu gibi sayılı sinema salonunda tek seans olarak gösterime giren belgeselin yönetmeni ise daha önce Jerry Maguire ve Vanilla Sky gibi başarılı filmlerin yanısıra, Peal Jam’in de küçük bir rol aldığı ve Seattle ruhuna saygı duruşu niteliğindeki Singles‘ı çeken başarılı yönetmen Cameron Crowe. Tıpkı Singles’da olduğu gibi PJ20’de de yönetmen, Seattle’ı yapıtın başat karakterlerinden birine dönüştürmüş. Gerçekten de Pearl Jam gibi “farklı” bir topluluğu anlatırken bu farkın temelini oluşturan şehri yok sayamayız. Seattle, Amerika’nın kuzeybatı ucunda yer alan, Kanada sınırındaki Washington eyaletinin başkenti olup yılın hemen her günü yağan yağmuru, ünlü kulesi Space Needle ve elbette rock dünyasıyla ünlüdür. Dövüş sanatları ustası Bruce Lee ve Crow filminin setinde hala çözülememiş bir olay sonucu öldürülen oğlu Brandon Lee‘nin mezarlarının da burada olması şehrin farklılığına ün katıyor elbette. Ancak Seattle’ın farkı daha çok insanlarından ve bu insanların muhalif yaşam biçimlerinden kaynaklanıyor. Suç oranının ABD ortalamalarının çok çok altında olduğu bu şehir aynı zamanda ABD’nin “tüketim toplumu” düzenine de uyum sağlama konusunda en başarısız(!) şehri olarak göze çarpırıyor. Bunların daha yüksek sesle dışavurumu ise Soğuk Savaş sonrası serbest piyasacı, neo liberal ve neo muhafazakar küreselleşmeci politikalara ilk büyük tepkinin Seattle’da verilmesiyle gerçekleşti. Sistemin merkez üssü olan ABD’nin pek öne çıkmamış bu orta ölçekteki şehri, 1999 yılında burada gerçekleşen Dünya Ticaret Örgütü toplantısı boyunca, küreselleşmeye ve çok uluslu şirketlere karşı yükselen demokrasi, eşitlik, sosyalizm seslerine ev sahipliği yapmakla kalmadı bizzat bu seslerin kendisi Seattle’a büründü. Kapitalizmin ve “yeni dünya düzeni”nin hala kabuslarına giren Seattle’ın farkına bir başka örnek olarak Amerikan Basketbol ligi NBA’in baskıcı tutumuna karşı gelişen tepkiyi gösterebiliriz. Şehrin basketbol takımı Seattle Supersonics, 70li yılların sonlarında NBA’in önde gelen takımlarından olup 78de şampiyonluğu son saniyelerde kaçırırken 79da final serisinde rakibini süpürerek NBA şampiyonluğuna ulaşmış, 90lı yıllarda ise tarihin en güçlü takımı Chicago Bulls‘u finallerde en çok zorlayan takım olmayı ve ünlü oyun kurucuları, “eldiven” lakaplı Gary Payton‘la lig tarihinin en iyi oyuncusu Chicago’lu Michael Jordan‘ı kariyerinin en kötü final oyununa mahkum etmeyi başarmış bir takımdır. Buna karşın, artık basket topuna baktıklarında sadece para gören NBA yöneticileri, Supersonics’e karşı vefasızlığıyla bilinen kahve devi Starbucks’ın da katkılarıyla kulübü Seattle’dan alıp Oklahoma City’e taşıma kararı aldılar. NBA bunu daha önce pek çok şehir ve takıma yaptığından ötürü ortada garipsenecek bir olay yoktu ancak şehir Seattle olunca bu hiç de kolay olmadı. NBA’in mahkemelerde sürünmesine sebep olan Seattle halkı, Supersonics taraftarları, bu haksız dönüşüme karşı harekete geçtiler ve yine şaibeli bir süreç sonucunda takımlarını kaybetmelerine karşın Supersonics adını ve geçmişini şehirde tutmaya başardılar. (Takımın yavaş yavaş ele geçirilişi ve şehirden kaçırılması karşısında Seattle halkının tepkisi ve mücadelesini anlatan ödüllü Requiem for a Team belgeselini http://www.youtube.com/watch?v=d50OKcI8rUI adresinden izleyebilirsiniz.) Hem süreç boyunca halkın verdiği mücadelenin hem de sonuç olarak takım adının ve tarihinin şehirde kalması NBA’de eşine rastlanmamış bir olay olarak tarihe geçti.

ABD’nin bu “farklı” şehrinin müzik dünyasının da elbette kendine özgü olması kaçınılmaz. Pearl Jam’in Supersonics taraftarı olması ve şarkılarının takımın maçlarında çalışması, topluluğun şehirle kesiştiği tek nokta değil elbette. PJ20’ye dönecek olursak, belgesel Seattle’ın sayısız müzik dehasını rock dünyasına kazandırmasını şehrin yağmuruna bağlıyor öncelikle. Güney eyaletleri gibi güneşlil havalarda dışarıda zaman geçirmek veya öldürmek yerine Seattle gençlerinin kapalı mekanlarda kalıp karanlık saatler boyunca müzik çaldıkları, çalıştıkları veya dinledikleri vurgulanıyor. Zaten röportajlarda da müzisyenler bunu onaylıyor ve şehirde her gün bodrum katlarında çalıştıklarını yada her birinde başka bir yeteneğin sahne aldığı küçük barlarda zaman geçirdiklerini söylüyorlar. Bu sürecin bir diğer katkısı farklı isimlerle rock dünyasında ilerlemeye başlayan toplulukların birbirleriyle tanıdık hatta dost olmaları. Belgeselin özellikle altını çizdiği bu durum Soundgarden‘ın solisti Chris Cornell tarafından da sıklıklı vurgulanmakta ve hatta Cornell’e göre bu durumu diğer şehrin rockçıları “ama siz rakipsiniz” tavırlarıyla garipsemektedirler. Sanatlarıyla rock müzik tarihi değiştiren, 80lerin cinsellik, makyaj, seks ve para kokan rock müziğini adeta çöpe atan Pearl Jam, Nirvana, Soundgarden, Alice in Chains gibi toplulukların bu mütevazı tavırları sistemin uzantıları için elbette anlaşılır gibi değil. Bu mütavazı ruh hali Crowe’un belgesel anlatısına da fazlasıyla işlemiş ve film, efsanesizlikten dolayı “efsane”ler yaratmanın moda olduğu günümüzün aksine ayakları yere basan, fazlasıyla samimi ve hayranları için çoktan kutsal mertebesine yükselmiş Pearl Jam’i kutsallıktan alabildiğine uzak, gereksiz yüceltmelere yer vermeden işlenmiş. Belgeselde Stone Gossard‘ın endişeleri, Mike McCready‘nin bağımlılıkları, Eddie Vedder‘ın korkuları “ünlülerin sırları” şeklinde değil sanki arkadaşlarımızı filme almışız ve hep beraber izliyoruz hissiyle aktarılıyor. Öyle ki, Pearl Jam’i öncüleyen ve solistleri Andrew Woods‘un ölümüyle dağılan Mother Love Bone üyeleri Stone ve Jeff Ament‘in, Pearl Jam’i kuran ikili olmasına karşın, gruba sonradan solist olarak dâhil olan Eddie’nin giderek topluluğun lideri konumuna gelmesi üzerine yaşanan gerilimler, içsel çatışmalar belgeselde olduğu gibi yansıtılıyor.

Onyıllardır kitlelere sunulan “rock yıldızı” tanımlamasına iliştirilen üç önemli özelliğin, hırs-ego ve şöhretin, Pearl Jam’e nüfuz edememiş olması topluluğun özgünlüğünü açığa çıkartıyor. 20 yıldır göz önünde olmalarına rağmen başta Eddie olmak üzere hala kameraya alınırken utançtan başlarını eğmeleri, Nirvana’nın 1994’te intihar eden solisti Kurt Cobain‘in muhtemelen MTV‘nin kışkırttığı kimi alaycı tavırlarına asla karşılık vermemeleri ve sonucunda Kurt’le kurulan dostluk ve yine MTV’nin şah damarı olan video kliplerin, Pearl Jam tarafından çekilmemesi sıralanabilecek bir kaç örnek. Hikayenin başına, 1991 çıkışlı ilk albümleri “Ten“e dönecek olursak, tüm dünyaya(ve bizim eve) Pearl Jam’i tanıtan şarkılardan sadece birine, “Jeremy”ye “video” denebilecek bir klip hazırlanması başlı başına dikkat çekiciydi. Şarkının gerçek bir olaydan yola çıkıp ABD’nin eğitimini ve milliyetçiliğini sorgulayan sözlerle dolu olması Pearl Jam’in rock müziğinde Seattle’ın gerçekleştirdiği “grunge” devriminin büyük bir parçası haline getiriyordu. Sistemin bu “aykırı” ve müzik dünyasının kodları dışında konumlanan bu toplulukları alt etmek için hamlesi ise her zaman olduğu gibi bu yeni kültürü metalaştırmak şeklindeydi. Tüketim dışında yer alan Seattle rockçılarının giydikleri yamalı, delik deşik gömlekler, şortlar ve t-shirtler bir anda moda devleri tarafından “uygun” fiyatlarla seri üretime sunuldu. Başta MTV olmak üzere medya grunge kelimesini ve müziğini dilden düşürmeyerek popülerleştirmek için herşeyi yaptı. Öyleki Nirvana ve Pearl Jam, Time gibi dergilerin röportaj çağrılarını reddetme konusunda uzlaştı. Ancak buna rağmen Time, Eddie Vedder’ın fotoğrafını kapak yapınca bu bardağı taşıran son damla oldu. Eddie’nin deyişiyle “Doktorların ofislerinde duran, ebebeyn dergisi” olan Time’ın kapağında olmak gençlik için devrim niteliğindeki kültürel-sanatsal oluşumun ölüm ilanı gibiydi. Pearl Jam’in buna karşı tavrı hemen hemen tüm dergilerden uzaklaşmak, başta MTV olmak üzere popüler müzik yayınlarına mesafe koymak ve bu uğurda asla video klip çekmemekti. Zaten “Black” gibi ölümsüz bir rock ağıtına bile, plak şirketinin baskılarına rağmen klip çekmeyen bir topluluk için bu kararlar yeni değildi ancak aciliyeti konusunda sanatçılar hemfikirdi. Belgeselde, topluluğun popülerliği yaklaşmasına parelel olarak popülerlikten kopuşu Pearl Jam üyelerinin bu “tarihi” anlatırken aldıkları melankolik keyifle eşgüdümlü olarak izleyiciye aktarılıyor. Amerika’da müziğin Oscarı olan Grammy ödülü ise belgeselin kırılma anlarından birini oluşturuyor. Stone’un evinde misafir olan Cameron Crowe, hatıra olarak neleri sakladığını sorduğunda Stone, uzunca bir düşünüş sonrası imzalı olmasına rağmen sürekli kullanıldığı için yazıları silinmeye başlamış bir kahve fincanı bulabiliyor kahkahalar eşliğinde. Yönetmenin ve izleyicinin merakı üzerine müzisyenin odalarına dalıyoruz ama TV kültürüyle iyice alıştırıldığımız obje ve anı fetişizmine dair bir şey bulamıyoruz. Zaten Stone da bulamıyor ve böylece döküntüler içindeki bodruma indiğimizde ise birçok sanatçının uğruna her şeyi yapabileceği, aldıktan sonra hep o tanımlamayla birlikte anılacağı Grammy ödülünü buluyoruz. Tam da bu “klasik aykırı, umursamaz rockçı” görüntüsünün mizansen olduğunu düşünebilecekken yönetmen bizi ödül gecesine götürüyor ve Eddie’nin öncelikle söz alıp “bu ödülün hiç bir anlamı yok” sözlerini işitiyoruz. Pearl Jam için gerçekten de anlamı olmayan ve bodrum katında ıvır zıvır arasında unutulan ödülün üzerine izlediğimiz kayıtlarda bu gece sonrası özellikle Jeff Ament ve Stone Gossard’a, Eddie’yi aşağılayan ve bir bakıma topluluğun yapısını bozmaya yönelik “dost tavsiyeleri” geldiğini öğreniyoruz. Buna yanıt olarak, tam da Pearl Jam’in lideri kimdir tartışmalarının olduğunu döneme denk gelen bu süreçte Jeff’in ve Stone’un solistlerine ve duruşlarına sahip çıktıklarını görüyoruz. Ancak daha da önemlisi, bu olayın ötesine geçip sanatsal yaratımın peşinde olan herkesin bir kenara yazması gereken sözler dökülüyor Jeff’in ağzından: “Sanatı yarıştırmak ve ödüllendirmek kadar aptalca bir şey olabilir mi?” Sisteme, meta endüstrisine bir sanatçının hem de ısrarla ödüllendirilmek istenen bir sanatçının bundan daha radikal bir cevabı olabilir mi? Olabilir diyebiliyorsak bir başka Pearl Jam savaşından söz edebiliriz. Ülkemizdeki Biletixin ABD karşılığı olan, etkinlik ve gösteri karteli Ticketmaster şirketine Pearl Jam’in, “Bilet fiyatlarını yüksek tutuyorsunuz ve dinleyicilerimiz bu parayı veremiyorlar” sözleriyle dava açması sonucunda net bir zafer alınamasa bile “göbeğini kaşıyan adamları” yeterince rahatsız ettiği tartışmasız. Yine de Pearl Jam’in bu dava ve boykot sürecinde hiç bir rock topluluğundan destek alamamış olması da düşündürücü. Ancak Pearl Jam’in destek konusunda seyircilerinden başka kimseye ihtiyaç duymadıkları ve önem vermedikleri söylenebilir. Daha ilk konserlerinde içkiyi fazla kaçırmış bir izleyicilerine karşı polisin gösterdiği sert tutumuna direk sahneden karşı koyan ve “20 yılın ikinci 10undaki en önemli olay neydi” sorusuna Roskilde Festivali’nde Pearl Jam aşkıyla toplanan onbinler arasında yer alan onlarca kişinin izdiham sonucu hayatlarını kaybetmesi olarak cevaplayan ve sahneden olup biteni hıçkırıklarla ağlayarak izlemenin ötesine geçip o ailelerle yıllardır iletişimi asla koparmayan bir topluluktan söz ediyoruz!

Rock müzik 50lerde şekillenip yavaş yavaş popüler kültürün vazgeçilmezi haline geldikten sonra 60lı ve özellikle 70li yıllarda sistemin karşısında yer alarak özgürlükçü, muhalif ve sanatsal derinliği son derece fazla bir alt kültür halini almış, 80lerde ise sistem bunun intikamını MTV ve saç-makyaj grupları olarak adlandırılan müzisyenlerle türü metalaştırarak almıştır. 90ların hemen başında Pearl Jam’in de en ön saflarda olduğu yeni bir müzisyen kuşak hem sözel hem müzikal anlamda rock müziği sistemin pençelerinden çekip alarak onu ait olduğu yere, ruhu genç ve muhalif olanların yanına taşımıştır. Sistemin rövanşına yukarıda değinmiştik ve son 10-15 yıla ve dönemin rock müziğine bakarsak başarıya ulaştığını da söyleyebiliriz ancak kendine örnek olarak Led Zeppelin, The Who ve Neil Young gibi efsaneleri seçmiş, özgürlükçü ve muhalif kampanyalarda her daim yer almış, ancak müziğine sloganları sokmayarak bireyin ve toplulumun aşklarını, korkularını, çıkmazlarını, coşkularını, heyecanlarını başarıyla yansıtan ve dünyanın en güçlü müzik kanalıyla savaşımın yanısıra en güçlü müzik dergisi Rolling Stones‘u, sırf kapağına Pearl Jam’i topluluk olarak değil solist olarak çıkarttığı için tuvalet kağıdı olarak kullanan bir sanatçılar topluluğunun, 20 yılı aşkın süredir herşeye rağmen iyi müziği, derin sanatı ürettiklerini bilmek insana umut veriyor. Dev perdede unutulmaz konser görüntülerini izlemek, bilinmeyen bir çok şeyi öğrenmek(örneğin aşırı ilgiden huzursuz olan Eddie’nin evinin hemen önüne bir duvar örmesi ve çok geçmeden bir hayranın o duvarı yıkma amacıyla arabasıyla duvara çarpması), her yeni albümle birlikte sayıları artan ölümsüz şarkıları mırıldanmak benim için paha biçilmez bir deneyimdi! Cameron Crowe da belgeseli tüm dünyada hemen hemen aynı anda izleyen milyonların bu hislerini ateşlercesine PJ20’yi “Alive“la noktalayıp canımıza can katarken bizler evimizin yolunu tutup geleceğe güçle, heyecanla, aşkla, umutla ve elbette Pearl Jam’le bakıyorduk!

*https://issuu.com/azizm/docs/edergikasim2011

Bunu paylaş: