Sekiz Kere Altı*
Biraz dönüyorum yatakta. Sabah.. Günün bu ilk saatlerinden oldum bittim nefret ederim. Dışarıda bir yerlerde sıcak yatağını zorla terkden bir sürü insan var. Okula gitmeye zorlanan çocuklar, sevmedikleri işlerinde angarya bir gün daha geçirmek zorunda kalan yetişkinler, patronunun arabasının camını silmekte olan şoförler, stresli bir gün öncesi kahvelerini yudumlayan patronlar, kokulu çöp kutularını boşaltan çöpçüler, çöp kamyonunun sesine lanet okuyanlar, martıları arkalarına takmış kıyıya yanaşan balıkçılar, terli bir gece sonrası birbirinden ayrılamayıp hala sıkı sıkıya sarılı sevgililer, tost ekmeğini unutup da yakan anneler.. Of Tanrı’m sabahları sevmiyorum!
Geceleri seviyorum. Her türlüsünü. Karanlıklarımızı paylaşmak için geceyle uyanık kalmalı.
Saat 08.26. Kalkmalıyım. Gece daha çok uzakta. Yaklaşık 10 dakika daha yatakta debelendikten sonra usulca kalkıyorum. Komidinin üstündeki 15 yaşındaki bene takılıyor gözlerim. Kurt Cobain’e âşık, rock yıldızı olmak istiyor. Basit hayalleri, basit zevkleriyle oldukça basit bir kız. O kıza söyleyecek çok şeyim var aslında. Onu iki üç dakikalığına bir kenara çekebilseydim.. Aslında ona ne diyebilirdim, bilmiyorum. Evden kaçmamasını, insanlara güvenmemesini, ne olursa olsun hayallerine sıkı sıkıya tutunmasını, azla yetinmemesini söyleyebilirdim mesela. O benim görmüş geçirmiş, olgunlaşmış yüzüme bakarak imrenirdi. Bense onun toyluğuna, umut dolu, meraklı bakışlarına bakarak iç çekerdim. Bir defa daha düşündüm de; sanırım ona hiçbir şey söylemezdim. Hazırı sürmezdim önüne. Ancak o zaman öğrenebilir, yaşamı.
Yaşam… Postaya verilmemiş bir mektup, soğumuş bir kahve, tamamlanmamış bir beste, parçası eksik bir yapboz, yüklemsiz bir cümle, doruğuna çıkılamamış bir dağ…
Aynanın karşısındayım. Çirkin bir maskeyi yüzün sanmak. Yitirdiklerini yeniden yitirmek. Gülücüklerin arkasına saklanmak. Gülücüklerde varolmak. Aynadaki benle birbirimize gülümsüyoruz. İşe geç kalmamalı.
Hiçliğe feda olmak. Kendini bulmak ve yeniden yitirmeden ona sarılmak. Kanında her yüzüşünde parçalanmak.
İşten dönünce soyunup şort ve tişörtüm ve elimde biramla balkona çıkıyorum. Güneşin bekçisi ay selamlıyor beni. Anlayışla kafamı öne eğiyorum. Yerde parıldayan bir şey çarpıyor o zaman gözüme. Işılılı cisimler nasıl da baktırıyor kendine.. Bense tüm sönüklüğümle şehirdeki milyonlarca insan kadarım ve gecenin karanlığında saklanıyorum. Merakla yere eğiliyorum: bir rozet. Tanıdık geliyor. Derken hatırlıyorum: Birkaç gün önce bir gecelik kalacak yer arayan delikanlıyı getirmiştim evime. Çantasında sürüyle rozeti vardı. Onlardan biri olmalıydı.
Hayatın anlamını kovalamak. Bunun için başkalarının sözlerinde umut aramak.
Vedaları ertemek ve arayışlarda kaybolmak.
Bütün gece burada, balkonda, konuşmuştuk. Uyku dolu gözlerini açık tutmak için sarfettiği eforu hayatını kazanmak için gösterseydi, geceyi benim gibi yirmilerinin sonlarında olmasına rağmen kırkında gösteren bir kadınla değil, bir otel odasında geçirebilirdi. İnsan yardıma muhtaç olduğunda yardım etmek ister. Belki karşılık beklediği için, belki de acısını hafiflettiği için. Bir gecelik konuşacak birini aradığım için mi getirmiştim onu buraya, yoksa bana yardım etmeyenleri unutmak için mi?
Saat 4.00’e geliyordu konuşma mahkûmumu uykunun tatlı kollarına teslim ettiğimde. Kendine açılan kollara yürümeyi yeni öğrenen bir bebek gibi sendeleyerek gitti ve huzurla bıraktı kendini. Özlemle baktım ona. Ertesi gün giderken bir daha dönmeyeceğini biliyordum. Yine de söyledim o anlamsız sözcükleri: “Yardıma ihtiyacın olursa ben buradayım.” O da baktı o anlamsız bakışlarla ve gülümsedi. Biliyordum ne düşündüğünü; benim yardıma ihtiyacım vardı.
Yitirdiklerini bir defa da özleme yitirmek, gözüne gelenleri ellerinden akıtmak ve temizlemek, kayıplarını aramayı da yitirmek.
Bir yudum daha alıyorum biramdan. Geceyi çekiyorum içime. Tek suç ortağım… Karanlığında sır ve korkuyu, şehvet ve arzuyu, şiddet ve sessizliği, gizem ve düşleri barındıran dostum. Hafif bir esinti yolluyor ve okşuyor tenimi. Dünyada tek sevdiğim insanı elimden aldığı için affettirmeye çalışıyor kendini. Kin tutamayacak kadar bitiğim hâlbuki.
“Birbirimizde kaybolmamız gereken anda kendine saklanmanı, en yakın olmamız gereken anda bu kadar uzaklaşmanı sağlayan ne? Nedir ‘aşk’ sözcüğünden bu kadar korkutan seni?” demişti o tek insan bana. Suskunluğumla cevapladım. Cevabım kırdı onu. Aşkın ne olduğunu bile bilmiyordum ki. Sıkıca sarıldı bana tüm gece. Kaçmadım bu defa. Tanıklık etti gece.
Ve o gece aldı onu benden. Sabah yanımdaki yastıkta yerini beyaz bir kâğıt almıştı: “En kalın buzlar bile eriyebilir sanırdım. Hoşçakal…” Aptal bakışlarım dondu notta. Yanağımdan süzülen tek bir damla kristal halini aldı. Elime alıp ezdim.
Eski dostum gece, işlediği suçu affettirmeye çalışıyor bu sekiz yüz yirmi altıncı doğumunda. Gerçekten sevdiğim, ama asla hissettiremediğim tek insanı koynumdan çekip aldığı için pişman. Benim suçum değildi, gecenin suçuydu. Ortaklar birbirine ihanet etmezdi.
Sekiz yüz yirmi altıncı kere beni de almasını istiyorum geceden. Gözlerimi kapıyorum, başım arkaya düşüyor. Derin nefes çekiyorum içime karanlıktan. Elimden kayıp yere düşüyor rozet, yazılı kısmı yukarıya dönük: “Kendime yardım etmek için yardıma ihtiyacım var.”
Kaçışlarını bulamamak. Her anın kırıntılarını yalamak ve tadını alamamak. Gözlerini yummak ve bir daha aydınlığa açmamak.
Gecede yitmek…