Uzak*
Odaya girdim, elektrik düğmesine bastığımda lamba patladı. Bir şeye çarpıp yere düştüm. Elimdeki portakal dolu kasemle karanlığın içerisinde sanki kayboluvermiştim. Meyvelerin bir topu andıran zıplayış sesi, dizimdeki sızının beynimde yarattığı zonklamadan daha baskın değildi. Bir süre ayağa kalkamamakla birlikte başımdaki bu tiz sesin konserini dinlemek zorunluluğu hissettim. Yüzün koyu yerde yatıyordum. Az zaman sonrasında kendime geldiğimde sokak lambaları imdadıma yetişiverdi. Her ne kadar karanlığın o pis sırıtışı küçük odamda hâkim olsa da loş bir yansıma ayağıma takılan sandalyeyi görüp ayağa kalkmama yetti. İçimden “Ne işi vardı bu sandalyenin burada?” demedim değil. Fakat bundan daha önce beni meraklandıran Aykut’un yardımıma koşmamasıydı. Bu kadar patırtıyı duymamış olamazdı. Yatakta da değildi. Bir an yine gittiğini düşünüp dizimde sürtünmenin etkisi ile açılan yara kadar gerçek bir sancı kapladı içimi. Gri boşluğa seslendim. “Aykut, neredesin?” Cevap yoktu. İki yıllık gizemin ardından bu onunla geçireceğimiz ilk geceydi. Eğik sandalyeyi doğrultup yüzümü gecenin karanlığında parıldayan altın sarısı ışığa çevirdim. Neden yeniden gitmişti? Anlamak mümkünsüzlüğünden kendimi bir eşyadan bile daha cansız hissetmeye çoktan alışmıştım. Fakat bu umut ertesi kayboluş ruhumu tatmin edebilecek bir kederlerle doyuruyordu şimdi. Zoraki bir soluk bırakıverdim pencereme doğru. Yetişir miydi? Yetişmedi. Kendimi caddelere atıp evrenin nefesini içime çekmek istedim fakat bu grilik bana öyle çok benziyordu ki vazgeçtim bu fikrimden ve pencereyi açmaya karar verdim. Aksayan ayağım ruhuma eşlik ediyorken parmaklarıma değen katı sıvı ile irkildim. Ne kadar soğuk ve sıcaktı. Devrilen kaseden dökülen portakallar da yara almış diye düşünüp kendi acizliğimde benzetmelerime dayanamayıp pencerenin dibine çöküverdim. Son gidişinde koca bir evreni sığdıracak kadar büyük gözlerini bana dikerek “Uzak, coğrafi bir terimdir sevgilim.” demişti. Bu coğrafya şimdi şu daracık bir mezarı andıran odamda yeniden hüküm sürmeye başlamış ve beni tik taklayan bir saat kadar yuvarlak bir deliğe atmıştı. Gözlerimi tavana dikip türlü kederleri açığa almaya başlarken gözlerimden dökülen damlalar odanın içinde cirit atıyordu. Zamanını hatırlayamayacak kadar zamansız tavanla derin sohbetler ettim. Sokak lambaları kaybolmaya başladığında güneşin doğuşunu fark edecek şuura erebilmiştim. Gözyaşlarım sanki tüm bedenimi bir buz kalıbına çevirmişti. Bu katılıktan kurtulmam gerektiğine karar verip çocukken yaptığım gibi kolumla gözlerimi silmeye başladım. Kollarım görevini tamamladığında parmaklarıma bulaşan portakallardan sızan sıvının kızıllığı yanında güneşinki bir hiçti. Yatağın ardından ayaklarıma uzan küçük nehir beni boğabilecek kadar derindi. Bu kızıllık dizimden süzülen kan kadar gerçekti. Şimdi portakallar mı bana oyun oynuyordu yoksa zihnim mi? Yatağın ardına bakmaya korkuyordum. Bu tarifi olmayan korku terk edilişin dondurucu soğuğunu bedenimden silinip felçliğe dönüşmeye yetti. Nihayet cesaretimi toplayıp pencerenin mermerine tutunarak ayağa kalktım. Karşımda bir duvar… Yılların uykularını barındırdığım bu odada ne kadar da yabancıydı şimdi. Duvara yaslı oturmuş sevgilim başını sonsuz bir derinliğe indirmiş öylece duruyordu. Koştum, bu otuz metre karelik yer kilometrelere dönüşmüştü ona varana kadar. Karşısına geçip eğildim. Hayır, gözleri görmüyor parmakları dokunmuyordu. Yüzüme her seferinde batarken şikayet ettiğim sakallarını öptüm, öptüm. Soğuktu. Üzerine giydiği kırmızı tişörtü ancak bu kadar al olabilirdi. Sağ elinde ölüm eşi bir bıçak… Sevmekten hiç vazgeçemediği portakalları soyacaktık oysa. Sol elinde ise bir kâğıt parçası duruyordu. Bu nasıl bir manzaraydı Tanrım? Kapı girişinde bana tuzak kuran sandalye benden evvel sana meyvelerini getirmişti. Elindeki notu okumak bile istemiyordum. Ölmek için sebeplerini saymıştı biliyorum. Ona bakmak şimdi anlamını yitirmişti. Yanına oturdum ve başını göğsüme yasladım. Elindeki kağıdı alıp kenara koyup saçlarını koklamaya başladım. Gözüm kağıda iliştiğinde son diye başlayan cümlesi benimkiyle eşti. Buruşmuş kağıdı korkakça açtığımda kısa ve birkaç cümle bırakmıştı bana.
“Son hikâyelere verilir portakal. Sana bir bahçe bulamamanın hüsranını yaşıyorum. Her seferinde gittiğimi sanıyorsun. Sen yokken nereye gidebilirim? Sadece iyi yaşamanı istedim. Fakat yıllar geçiyor. Ben ahmak bir şairim unutma. Hayatın en güzel meyvesini bekleyişlerle kurutamazdım. Yapacak bir şey kalmadıysa gitmeli sevgilim. Ama sen yine aklından çıkarma ve bana güven; uzak, yalnızca coğrafi bir terimdir. Bu arada düştüğünde canın çok acımadı değil mi?”
Kendimden nefret etmiştim. Bencilliğime koyulup zamanı yitirmeyi seçerken onu ölüme terk ettim. Kollarımı bedenine çevreleyip ruhunu tutmaya çalışıyordum sanki. Özür diledim. Defalarca özür diledim. Fakat nafileydi. Birkaç gün onunla güneş ve karanlığı yaşadım. Karşı komşunun çağırdığı polisler tepemde sualler sorduğunda ben sevgilimle karşılıklı portakal soyuyordum.