Veda, Proletarya ve Kralın Konuşması*
Kültür emperyalizminin ve küreselleşmiş medya gücünün yıllar yılı süren pompalamaları sonucunda, entelektüel düzeyi yüksek sinema izleyicileri arasında bile “şartlandırılmış” bir eylemle takip edilen ve “en önemli” film ödülleri olarak kabul edilen Akademi Ödülleri’nde bu yıl pek bir sürpriz gerçekleşmedi. Bahisçilerin öne sürdüğü, Tom Hooper’ın yönetmenliğini üstlendiği The King’s Speech filmi en iyi film ve yönetmen başta olmak üzere dört Oscar’la geceyi tamamladı. Ülkemizde genellikle Ocak-Şubat aylarında, tam da ödüllerin arifesinde gösterime giren “Oscar’lık filmler” törenler sonrası sinemaseverlerce büyük ilgi görür. Bu yıl ilgi biraz sıkıntılıydı, zira muhteşem(!) bir çeviriyle “Zoraki Kral” adıyla gösterime sokulan film sınırlı sayıda kopyayla sinema salonlarında yer alıyor ve örneğin üçüncü büyük şehrimiz İzmir’de yalnızca bir salonda izleyiciyle buluşabiliyordu. Ödüllü Türk filmlerine koyulan gösterim yasaklarına alışığız(Altın Portakal’da büyük ödülleri toplayan ve tamamı İzmir’de çekildiği gibi konusu da İzmir’de geçen Bornova Bornova filmi İzmir’de tek salonda tek hafta oynayarak bu duruma en iyi örnek olarak gösterilebilir) ancak Oscarları toplayan filmin kıyıda köşede kalması alışıldık bir durum değil.
İkinci Dünya Savaşı’nın öncesi İngiltere’sinde kralın ölümü sonrası tahta geçen abisinin aşkı, soyluluğa tercih etmesi sonucu beklenmedik bir şekilde kendini tahta bulan 6. George’un kekemelikle dışa yansıyan içsel bunalımlarına ve başta konuşma sıkıntısını çözmek üzere kendisine yardımcı olan eğitmeniyle olan ilişkisine odaklanan “Kralın Konuşması”nın iyi bir film olduğuna şüphe yok. Ancak “en iyi film” hele de “en iyi yönetmen” ödüllerini hak eden bir film olduğu şüpheli. Filmin başarısı, kralı ve eğitmenini canlandıran usta oyuncular Colin Firth ve Geoffrey Rush’un üstün performanslarından geliyor. Film, ikilinin “güven” üzerine kurulu inişli çıkışlı dostluk hikâyesi, kuşkusuz bunda büyük pay sahibi olan oyuncu yönetimiyle öne çıkarak, izleyiciye tüm gerçekçiliği ve inandırıcılığıyla aktarılarak klasik anlatının olmazsa olmazı katarsisin(arınma) kekemeliğin aşılması sonucunda gerçekleşmesiyle noktalanmaktadır. Filmi sıradanlıktan kurtaran noktalar ise yine klasik anlatı öğelerine bir nebze de olsa az başvurulması sonucunda ortaya çıkıyor. Örneğin iyilik-kötülük çatışması “Kralın Konuşması”nda kötülüğün olabildiğince aşağıda tutularak görmediğimiz bir dadı üzerinde yoğunlaşmasıyla beraber belli belirsiz bir hal alır. Yine bu anlatının her daim başvurduğu özdeşleşme olgusu “Kral” imgesini, son dönemlerde görmeye alıştığımız “o da bizden/sıradan biri” şeklinde sunarak sağlanmakta, özdeşleşmeden kaçabilen izleyiciler ise farklı bir taktikle yine filmin içine sokulmaktadır. Klasik anlatının özdeşleşme etkisine karşın çağdaş anlatıda yabancılaşma etkisi olarak başvurulan, oyuncunun izleyiciye dönük oyunu ve göz teması bu filmde kameranın yakın plan yüz çekimlerini sıklıkla tercih etmesi sonucunda izleyicinin karakterle yabancılaşmak yerine Kral’ın konuşmasının filmdeki muhatabı olan İngiliz halkıyla özdeşleşmesine yol açıyor.
Tam da bu nokta, filmin başarısını özetliyor aslında; yakın tarihte, öne çıkmayan ve yalnızca İngiliz halkını ilgilendiren bir lider olan 6. George ve onun eğitmeni arasındaki gerçekten sıradan olan bir dostluk hikâyesinin sinema diliyle yerelden evrensele taşınması. Varolan sıradanlığın farklılaştırılması konusunda yalınlığın tercih edilmesi filmin tüm dünyada her sınıf ve ulustan izleyici tarafından anlaşılır ve beğenilir hale gelmesini sağlıyor. Bu elbette bir başarıdır, maalesef sinemamızda görmeye alışık olmadığımız bir başarı. Zülfü Livaneli’nin yönettiği, Mustafa Kemal Atatürk ve Salih Bozok’un dostluğu ve beraberinde Kurtuluş Savaşı ve Cumhuriyet Devrimini işleyen Veda filmini ele alalım. Film, didaktik anlatısı, çok genç yaştan itibaren dost olan ve devrimlerin öncüleri olan ikilinin ilişkisine alabildiğine yüzeysel yaklaşımıyla her ne kadar özdeşleşmeyi amaçlasa da canlandırmalarla dolu belgesel havasından kurtulamamaktadır. Veda’daki kötülüğün Latife Hanım’a yüklenmesi ve adeta Atatürk’ün ölümüne sebep olanın da Latife olduğu kurmacası ise en kibar tabirle zorlamadır. Film Mustafa Kemal’i seven milyonların gözyaşı dökme ihtimallerine yaslanıp, zaten beklenen ancak sinemasal anlatıyla adeta destansı bir hal alan hikâye sonuyla bu amacını belli eder. Dostluğun ve devrimlerin hikâyesini anlatan bu filmi örneğin bir Portekizli izlese Salih Bozok’un niye ağladığını ve intihar ettiğini anlayabilir mi? Ya da Atatürk Devrimleri hakkında kadın-erkeğin aynı masada yemek yemelerinden başka bir devrim öğrenebilir mi? Eleştiriler yöneltildiğinde Livaneli’nin sinirle, filmin gözyaşlarıyla izlendiğini ve tekrar tekrar gidenlerin yine ağlayarak çıktıklarını söylemesi sinemasal anlatı olarak evrensele ulaşmaktan ne denli uzak olunduğunun kanıtıdır adeta.
Tekrar “Zorakı Kral”a dönecek olursak Kral’ın Konuşması’nın olumlu yanları, oyuncu yönetimi ve sinema dilini yakalamış olması dedik ancak filmin ideolojik alt metni Soğuk Savaşı’nın bitip bitmediğini tekrar kontrol etmemize sebep olacak kadar tehlikeli. İkinci Dünya Savaşı’nın yaklaştığı dönemi anlatan film
Hitler tehlikesine yaptığı hemen her vurguda Stalin, Sovyetler Birliği ve Proletarya tehlikesinden de söz etmektedir. Hatta bu iki büyük “canavarın” tehdidine karşı Kral’ın kekemelikten çıkışını, İngilizlerle birlikte filmin avucuna almayı başardığı tüm izleyicilere umut olarak aşılamaktadır. Tarihin “kazananlar” tarafından yeniden yazımı bağlamında tüm medya-iletişim-sanat dallarında Soğuk Savaş’ın “kaybedeni” Sovyetlere ve bir bütün olarak sol tarihe ilişkin saldırılar tüm hızla sürerken Kral’ın Konuşması gibi naif bir film bile Naziler ve Sovyetleri bir tutma eğilimi göstererek hedef şaşırtmaktadır. Hatta daha da ileri giderek Kıta Avrupa’sında kızıl bayraklarla dolaşanlara ancak güçlü bir İngiliz Kralı önderliğinde dur denebileceği yinelenir. Stalin’in savaş öncesi kimi hatalarını yok saymadan tarihe nesnel bakıldığında, Hitler’in yükselişinin ve hatta Sovyetleri işgal edişinin İngiltere ve Batı’nın işine geldiği, savaşta en fazla insanını kaybeden Sovyet Rusya’nın geri çekilişine rağmen batıda Hitler’e karşı cephe açmada yavaş davranılmasının belli bir amaca hizmet ettiği ve tüm bunlara rağmen Hitler ve faşist Nazi rejimini yok eden gücün Sovyet Kızıl Ordusu’ndan başkası olmadığı gerçekleri göz ardı edilemez. Bunun dışında filmde İngiliz Kral ve Avustralyalı eğitmenin dostluğuyla beraber sıkça dile getirilen, hoş gösterilen ve hatta olumlanan bir diğer olgu Commonwealth (İngiliz Milletler Topluluğu ya da Britanya İmparatorluğu) ve beraberinde sömürgeciliğin ta kendisidir.
Soğuk Savaş yıllarında Rocky 4 gibi filmlerle iyice ayyuka çıkan Komünizm düşmanlığı, Sovyetlerin dağılması sonrası “sözde” yeni dünya düzeninin sinemasında bu kez alttan alta sürmektedir. Örneğin birkaç yıl öncesinin Oscarlık filmi Cinderalla Man imkânsız denileni başaran bir boksörün hikâyesini anlatırken kapitalizm 1929’daki Büyük Bunalımının sorumlusunun Komünistler olduğunu söyleyecek kadar uçmuş ve hayatları parçalanan Amerikalıların hükümetlerine tepki göstermelerini de Kızıl ajanlık-vatan hainliği şeklinde sunarak sinematografik açıdan örtülü faşizmi temsil edecek noktaya gelmiştir. Hollywood ve İngiltere merkezli Batı sinemasında bu gibi genel izleyiciye hitap eden, didaktik dilden çok katarsisle beraber sinemasal anlatıya başvuran, kitleyi avucunun içine alan film örneklerinin artmasıyla paralel olarak yine bu filmlere övgüler yağdıran eleştirmenler/jüriler de artmaktadır. Bu durum iki türlü okunabilir; ya Komünizm söylenildiği gibi ölmedi ve bu yüzden halen saldırılara maruz kalıyor, ya da Komünizmin ölüsüne bile tahammül edememe durumu merkez sinema endüstrisini sarmış durumda. Durum ne olursa olsun küreselleşmiş kültür emperyalizmi, “özümüze dönüyoruz” safsatası altında toplumsalın katline girişen postmodernizmle kol kola girerek hiç olmadığı kadar saldırgan, zeki ve acımasız bir ruh halindedir. Toplumsalı oluşturmak ve korumakla yükümlü bireylerin ve sinemaseverlerin dikkatine!