Söyleşi: Yekta Kopan
Hiç tanımadığınız, hatta yüzünü bile görmediğiniz birinin, sizin büyümenize eşlik etmesi mümkün müdür? Eğer bu ülkede 80’den sonra dünyaya gelmişseniz ve sinemayla az ya da çok ilgiliyseniz cevabınızın evet olacağına ve bunun sebebi olarak Yekta Kopan’ı göstereceğinize şüphe yok. Önceleri bizler için sadece “pürüzsüz” ve sakin bir “ses” olan Yekta Kopan, Red Kit‘in meşhur köpeği Rin Tin Tin‘den, hemen herkes için efsane olan Geleceği Dönüş serisinde Marty McFly‘a, her kuşağın fenomeni Yıldız Savaşları‘nın Obi Wan Kenobi‘sinden kendisini çocuk hisseden herkesin beğeniyle izlediği Buz Devri serisinin Sid‘ine ve daha birçoğuna uzanan geniş bir yelpazede karakterleri Türkçe’ye bağladı. Kimin seslendirdiğini merak edelim veya etmeyelim, farkında olalım ya da olmayalım 80’lerde doğan herkes için McFly’in “Doktor, Doktor” diye etrafta koşturması klasikleşmiş bir andır. Seslendirme sanatçılığını üst düzey bir noktaya çıkartan Kopan, sanatını seslendirme ustalığının da ötesine taşıyarak sinema yazarlığı, sanat eleştirmenliği yapmanın yanısıra tiyatro oyunları ve ödüllü öykü-romanlar kaleme alarak edebiyat yetisini de ortaya koydu. Özellikle, 2002 yılında Sait Faik Hikaye Armağanı‘na değer görülen Aşk Mutfağından Yalnızlık Tarifleri kitabı ve 2009 yayınlanıp ülkemizdeki en önemli iki öykü ödülü olan Yunus Nadi Öykü Ödülü ve Haldun Taner Öykü Ödülü‘ne layık görülen Bir de Baktım Yoksun adlı eseriyle sıkı bir okur kitlesi edindi. Son dönemde NTV’de program sunuculuğuna da el atan Kopan, Gece Gündüz ve Cumartesi programlarıyla televizyonumuzda alışık olmadığımız oranda kaliteli yapımlara imza atmaya devam ediyor. Tüm bu yoğunluğunun üzerine sosyal medyayı ve özellikle blog yazarlığını da(http://filucusu.blogspot.com/) ihmal etmeyen Yekta Kopan’la sanat hayatını, ülkemizin kültür sanat politikalarını, televizyonculuğu, sesinden sonra gelen “şöhret”i, son kitabı Kediler Güzel Uyanır‘ı ve elbette aşkı konuştuk.
Kuşağınızdaki bir çok sanatçının, tıpkı sizin işletme eğitimi almış olduğunuz gibi, farklı disiplinlerden çıkarak sanatsal yaratım sürecine dahil olmuş oldukları görülüyor. Özellikle sanat söz konusu olduğunda ülkemizde “alaylı” “mektepli” söylemleri üzerinden tartışmalar yürütülüyor, siz bu konuda ne düşünüyorsunuz ve sizin sanata yöneliş süreciniz nasıl şekillendi?
Böyle konuların genele yayılmasından yana değilim. Her disiplin ve her durum için ayrı değerlendirilmeli. Ben her konuda eğitimden yanayım. Ama bu noktada da “Nasıl bir eğitim?” sorusu devreye giriyor. Bugün öyle sanat öğrencileriyle tanışıyorum ki, ağzım bir karış açık kalıyor. Eğitimini aldığı konuda hiçbir heyecanı, bilgisi, ilgisi yok. Biraz sorunca anlıyorsunuz ki, öğretim süreci de aynı derecede heyecansız, ilgisiz. Şimdi sırf mektepli diye, böyle bir öğrenciyi bir diğerinin önüne mi koyacağız? Bu nedenle genellemeden kaçınarak birey birey değerlendirme yapabilmeliyiz. Benim yazarlık sürecim, tam anlamıyla çocukluktan gelen bir okuma ve yazıya hayran olma haliyle başlıyor.
Çocukluğu ve gençliği Ankara’da geçmiş biri olarak İstanbul’a yönelmenizde kırılma noktası olan teklif veya olay neydi? Günümüzde pek çok kişi özellikle de medya ve sanatla ilgilenmek istiyorsa İstanbul’a yönelmekte. Sizce “Bu işlerin merkezi İstanbul” klişesi hâlâ mı geçerli?
Hala geçerli. Böyle giderse de makas açığı iyice genişleyecek bu konuda. Düşündürücü ve üzücü. Farklı coğrafyaların üretim farklılıklarını yaşayabilmeliyiz oysa. Böylesi büyük bir coğrafyada, o hep kullanılan klişeyle renkleri görebilmeliyiz. Bu tektipliğin yıkıcı sonuçları özellikle sanatta kendini gösteriyor. Benim için de bu göçün nedeni ekonomikti. Bir teklif değil, bildiğiniz ekonomik sıkıntı. Öylesine sıkışıyorsunuz ki başka çareniz kalmıyor. Neyse ki İstanbul’la iyi bir ilişki kurmayı başardım. Şehir Ankaralı bu adamı tükürmedi dışarı. Ama içimdeki Ankaralıyı da öldüremedi. İki şehrin ortak ruh haliyle yuvarlanıp gidiyorum işte.
Belli bir kuşak ve izleyici kitlesi için sizin sesiniz tam anlamıyla bir fenomen ve hatta sesinizin sizden daha tanınır olduğunu söylemek yanlış olmaz. Seslendirme dalında böyle bir ünden sonra insanlar sizin yüzünüzle de tanıştı ve son dönemde bir anlamda TV’nin yeni yüzü oldunuz. Bu sürecin olumlu ve olumsuz yanları neler oldu? Bir açıdan bakıldığında “sonradan gelen şöhret”le ilişkiniz nasıl?
Şöhrete inanmam. Varsa eğer bir şöhret, buna da pek değer vermem. Yaptığım işe bakarım ben. O anda yapmakta olduğum işe. Elimden geldiğince iyi yapmaya çalışırım. Hatalarımdan ders çıkarmaya çalışırım. Bir sonraki işe daha fazla emek harcarım. Kimi zaman bunları, kimi zaman asılırım. Bu anlamda yaptığım işin seslendirme ya da program sunumu olması arasında bir fark gözetmem. Bunlar benim hayatımı sürdürmek için yaptığım işler. Ayrıca bir etki varsa olumludan çok olumsuzdur. Ne kadar görünür hale gelirseniz, o kadar korunaksız olursunuz. Yerli yersiz saldırılara açık hale gelirsiniz.
TV programlarınız ciddi bir kitle tarafından beğeniyle izleniyor, öte yandan resmin bütününe bakıldığında ülkemizin TV programcılığı içler acısı. Sizce televizyonu verimli bir aygıt haline dönüştürmek mümkün mü?
Elbette mümkün. Ama burada tek parametre yayıncılığın ta kendisi değil. Ülkenin kültür-sanat ve eğitim politikalarına uzanan bir süreçten söz ediyoruz. Ayrıca “verim” derken ne kastediyoruz, bunu da iyi tanımlamak lazım. Kültürel yapıyı, sosyo-ekonomik profili gözetmeden, dogmatik adımlar atmak ters tepecektir. Kısacası televizyon yayıncılığın iyileşmesi için bir bütün algının temize çekilmesi lazım.
Teknolojiyle oldukça yakınsınız. Özellikle e-kitap kitap denince akla ilk gelen isimlerden birisiniz. Sosyal medya ya da bir diğer tabirle yeni medya düzeni hakkında ne düşünüyorsunuz?
Hızlı ve güçlü ilerliyor. Özellikle kapalı toplumlarda. Türkiye’de de böyle oldu. Yeni bir “söz söyleme” ve demokratikleşme alanı. İnternet yasaklarında, Van depreminde çok iyi sınavlar verdi örneğin. Elbette kimi zaman bir kakafoni olacaktır. Bu kaçınılmaz. İnternetin ruhunda var bu; sorun bilgiye değil doğru bilgiye ulaşmak artık. O karmaşada eleme yapabilme bilgisine ulaşmak. Sosyal medyada da durum farklı değil. Sabırsızlıkları, saldırganlıkları anlamak lazım. Vasatın zaferine teslim etmemek lazım bu yeni yapıyı. Eğer gerçekten rahat ve özgür bir nefes almak istiyorsak, sistem “iyi hava içeri, kötü hava dışarı”yı kendiliğinden işletmeli. Bu da düşünsel donanımla mümkün. Şimdilik iyi gidiyor, bakalım zaman neler gösterecek?
Ülkemizde uygulanan sanat politikalarının ve sanat eğitiminin artıları ve eksileri sizce nelerdir? Özellikle son dönemde giderek kutuplaşan iktidar-halk-sanat ilişkilerini nasıl yorumluyorsunuz?
Uzun bir panelin, ciltlere sığmayacak bilimsel bir incelemen konusunu burada iki satırla cevaplamak haddime değil. Sıradan bir kültür sanat üreticisi olarak şunu söyleyebilirim sadece. Büyük sorunlar var. Kutuplaşmanın nedenlerine bakabilmek için sanat politikaları ve eğitimleri konusunun sivil inisiyatif tarafından sürekli olarak deşilmesi, didiklenmesi gerekiyor.
Giderek adından söz ettiren bol ödüllü öykü kitabınız “Bir de Baktım Yoksun”da karşılaşmalar ve farklı yorumlarıyla aşklar merkezde. Sizin hayatınızı değiştiren karşılaşmalar nelerdir?
Hayatımda yer etmiş bir kitapla yaşadığım karşılaşma anını hiçbir şeye değişmem. Elbette kişisel olarak da benim için paha biçilmez karşılaşmalar vardır. Hayatımda önemli yeri olan dostlarımla karşılaşmalarım, eşimle karşılaşmam… Edebi olarak da karşılaşmaların önemli bir izlek olduğuna inanırım. “Bir de Baktım Yoksun” bu düşüncenin üstüne gittiğim bir kitap oldu.
Siz bu sorularımızı cevaplarken yeni kitabınız piyasaya çıkmış olacak, Azizm takipçileri için yeni kitabınız “Kediler Güzel Uyanır”dan bahsedebilir misiniz?
Kısa, çok kısa öykülerden ve hatta deneysel metinlerden oluşan bir kitap “Kediler Güzel Uyanır”. Önceki kitaplarımdaki meselelerin üstünden gittiğim ama daha fazla an’a yoğunlaştığım bir kitap oldu. Cansu Boğuşlu’nun kapak fotoğrafındaki gibi, içinde ne olduğunu bilmediğimiz ama yaşadığımız duyguların toplamıyla algımızda şekillendirebildiğimiz bir paket gibi. Her algıda farklı bir içeriği var o paketin.
Bu ay tema olarak “Aşk”ı işliyoruz. Siz de aşk üzerine kalem oynatmış bir edebiyatçı olarak aşkı nasıl tanımlarsınız, sizce yaratım sürecinde aşkın rolü nedir?
Ah, aşk. Bir duygu olarak, o en saf haliyle güzeldir de, kutsallaştırılmış, tapınılacak ve yaşamın gerçekliğinden kaçmanın panzehiri olarak sunulan haliyle pek şekerli, yapışkan bir olguya dönüştü. Bugünün sözlük tanımıyla bana uzak bir duygu. Varsa aşkım ki var elbette, kendi sözlük tanımımla banadır. Bendeki de bana yeter. Şu içi boşaltılmış haliyle benden uzak dursun. “Dünyaya aşkla bakalım, aşkla yazalım-yaşayalım,” diyenlerden değilim.
Seslendirmeden, televizyonculuğa ve yazarlığa uzanan geniş bir yelpazede yoğun çalışmalarınızı sürdürüyorsunuz, peki önümüzdeki süreçte Yekta Kopan hangi çalışmalarla karşımızda olacak? Son olarak hemen herkesin yönetmenlik yapmaya başladığı Türkiye’de bir sinema filmi çekmeyi düşünüyor musunuz?
Yönetmenlik mi? Nereden aklınıza geldi bu? Üstelik sorarken de bıyık altından gülmüşsünüz, “Herkes yapıyor, sende mi yapacaksın?” diye. İlahi. Güldürdünüz beni. Neyse, severim böyle yaramaz soruları. Ben de bıyık altından gülerek okudum sadece. Yazmaya devam ediyorum. Bu yıl NTV’de yaptığımız Cumartesi isimli program yayıncılıktaki yeni heyecanım. Var kafamda başka projeler ama hala diğer soruya güldüğüm için cevaplayamayacağım. Sizi gidi sizi, çaktırmadan laf sokuyorsunuz demek. Hadi ona da eyvallah.
Hiç öyle bir niyetimiz yoktu ama sizin gülüşünüze eşlik etmemek ne mümkün. Bunca yoğunluğunuz arasında bize zaman ayırdığınız için çok teşekkür ederiz Sayın Yekta Kopan.
Ben teşekkür ederim, keyifli bir söyleşi oldu.
Onur Keşaplı, Selin Süar