Yurt Sevgisi*
“Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!”
Türkçe’nin verimli ana sütünden beslenmiş olan Cahit Külebi; eşine böyle sesleniyor “Hikâye” şiirinde. Yıl 1944. O zaman Antalya Lisesi’nde “Uzun boylu, incecik, yakışıklı, güleryüzlü” bir öğretmen. Lisenin iki yazınsever öğrencisi Mehcure ile Sami (Karaören), Goethe‘nin deyimiyle, şiirsel beğeninin ışığını duyuyorlar onda. “Türkiye gibi aydınlık ve güzel” eşi Süheyla Hanım, lisenin tarih öğretmeni. Felsefe derslerine Cavit Orhan Tütengil giriyor.
Yaşam, Nabokov‘un Lolita’sındaki gibidir. O güzelliklerin, o “şiir diller”in, o yaşanandan çok yaşam umutlarının üzerine kara küller örtülür birden. İnsan denen “dert küpü” de bütün bunlara katlanır. Camus, “Zamanla alışılmayacak acı yoktur” sözüyle, insan soyunun bu evrensel direncinin sanatsal dışavurumunu yansıtıyordu. Dağların çıkışı zor, inişi kolay; yaşamın ise, tam tersine, çıkışı kolay, inişi zor. Külebi bu inişi ağır yaşadı. Ozan yüreğinin alışamayacağı acılar vardır. Yitirilen yetişkin bir oğul, şiirinden bir dal kopmuş gibi eş ölümü, daha yaşarken, yaşamın dışına attı onu. Kedisi bile bu acıya dayanamayıp, karşı bahçede bir ağacın dibindeki küçük çukuruna çekildi.
Belleklerde inanılmaz izler bırakan ilginç kişiliği bir yana, Külebi’nin şiirleri, öneli şairler yetiştirmiş 1940 yıllarının parlak yıldızıdır. Türkçe, onunla üstün bir beğeniye ulaşmıştır. Onun şiir söylemi, insanı “ağıt” damarından yakalamıştır. Dili, bin yıllar ötesinden gelen anlatı geleneğinin ürünüdür. İnsanını, yurdunu, sevgisini bu şiirsel beğeni ortamında kaynaştırır. Bu duygu bütünlüğü içinde, yurt sevgisini sevdiği insanın güzelliğiyle eş tutup, ona “Sen Türkiye gibi aydınlık ve güzelsin!” diyen ilk şairdir belki de. Acısı da, ağıdı da gene bu “güzellik” duygusuyla yansır. Hangi şiirini alırsanız alın, onda derin bir humor’la karşılaşırsınız, ama kötülük izine rastlayamazsınız. Yurdunu, insanını açık yürekle sevecek denli içtenlikli bir şiir dilinin yaratıcısı oldu. Onun için, şiiri hep kendi içinde gelişti, etkilere kapalı kaldı. Gerçek ozanların iki özelliği vardır: Hem onlar kimse gibi yazmazlar, hem kimse onlar gibi yazamaz. “Kötü” olanı anlattıklarında bile kinsizdirler; öfkelerini sevgiye dönüştürmeyi bilirler. Külebi, öfkeli, ama kinsiz bir şairdir. Sevgisizliği şiirinin kapısından sızdırmamıştır. Yurdunu bir zerdali ağacının çiçeğinde bile sevmesini bilmiştir. Sevgi onda “bütün”ü oluşturan hücre gibi bir “can” parçasıdır.
Külebi’nin şiirini hep yurt sevgisiyle bir tuttum. Ataol Behramoğlu‘nun, yurtdışı yangınında yazdığı şiirler “Türkiye, güzel yurdum!” söylemiyle özdeşleşince, bunun böyle olduğuna daha çok inandım. Paris’in ortasında, önündeki boş bardakla yalnızlığının kuyusuna düşen Ataol’un sevgi taşan bir yurt özlemi nasıl unutulur!
Yurdu sevmek, yurt güzelliklerine övgüler yağdırmak değildir. Şaire, turist avcılığı yakışmaz. Yurdu sevmek, “Tokat’a Doğru” şiirinde “Tozlu yolların aktığı ırmak!”ı, “Orda, derenin içinde / iki üç akçakavak”ı, “iki üç çırılçıplak / alçacık dam”ı duyumsamaktır. Külebi, bu “çırılçıplak, alçacık dam”ların altından hiç ayrılmadan, İstanbullar’ın, Ankaralılar’ın, İsviçreliler’in orta yerinde içinin gurbetini yaşadı. Yüreği değil, varlığı da Pasinler’deki köyünün beyaz sokaklarındaydı. O beyaz sokaklarda, “Türkiye bayrağımız gibi / dalga dalgadır; / Sivas kiliminden yolları / Gökte yıldız kadar köyleri vardır” diyen odur.
Dört yıl İtalya’da, İsviçre’de öğrenci müfettişliği yaptı, Avrupalar’da yaşadı. Oralardan izler taşıyan tek dize girmemiştir şiirlerine. Apollinaire‘e şiir yazmıştır, ama “Cebeci Köprüsü”nü yazarken, onun “Mirabeau Köprüsü”nden etkilenmemiştir. Bir de üç beş gün kaldıkları toprakların adını şiirlerinin altına yazan yurt görmemişleri düşünün! Onun “Sen Türkiye’sin, ulu bir ırmak, / Yoksul ve çalımlı, aktıkça çoğalan / Ya da küçük bir ışık; ürkek, kimsesiz / Uzak dağ başlarında yapayalnız kalan” dizelerini okumuş bir devlet adamı, Avrupa Birliği kapılarında bir daha dolanıp durur mu?
Nurullah Ataç bir yazısında sözü ozanlara getirerek, “Onda gerçekten bir Tanrı gücü vardır. Yaratmıştır, yoktan var etmiştir, güzelliği sezilmeyen, bilinmeyen şeylerin güzelliklerini göstermiştir. İnsanlar onlara ne kadar saygı gösterseler yeridir; azıklarını, benliklerinin azıklarını çoğaltmıştır onların. Duygularımızı biz doğuştan mı getiririz sanırız? Şairler öğretir bize onları. Şairler olmasaydı, gerçek şairler olmasaydı, bugün bizim duygularımız da olmazdı, bülbülün ötüşünün, güldeki kokunun güzelliğini de anlamazdık,” der. Şairler, sözün güzel ustalarıdır. Türküsüyle, deyişleriyle, ülkemiz başka bir güzelliin ustalığıyla sanki yeniden yaratılmıştır. Bu söz ülkesinde insan onurunu, yurt sevgisini topluma ozanlar öğretir.
Türkiye’ye geldiğimde bir tek ağacın bile bulunmadığı sarı/boz arası ekin tarlalarına dalıp gidiyorum. Bir yanımda Munzurlar, bir yanımda o sonsuz ovalar, Karasu’yla Fırat’ı “serçe parmak” kalınlığında ırmaklara dönüştüren, al renklerle başlayıp uzaklaştıkça moraran dağlara sığmıyorum: “Başı duman pare pare/Yol ver dağlar yol ver bana.” Sonra, ozanların yarattığı o iç acısıyla, eşi gurbetlerde kalmış Eğinli gelinin dizeleri dökülüyor dilimden: “Tez gel ağaz tez gel, olma muhannet/Gurbet icat eden görmesin cennet!” Külebi, Eğinli gelinin türküsünü, şiirsel sezgiyle söylemeyi bilmiş, ondaki halkçı damar bu ağıt havalarıyla beslenmiştir.
Kimileri, içlerindeki küçümseme duygusuyla, Yaşar Kemal‘e “masalcı”, Külebi’ye de halk ozanı demiştir. Oysa koca Homeros masal anlatısının o sonsuz soluğuyla varsa var, halk deyişlerinin beğenisini şiirlerine sindirmeselerdi, Nazım Hikmet‘iyle, Dağlarca‘sıyla, Melih Cevdet Anday‘ıyla, Orhan Veli‘siyle çağdaş Türk şiir olur muydu? Özellikle şiir, temeli halk birikimlerine dayanan dil kaynaklarından beslenir. Bu kaynaktan beslenmeyip, şu ya da bu ülkenin ozanlarına özenenler ise, yarattıkları yapay ünlerle bir süre oyalanırlar, şiirlerini egemen kıldıkları inancına da kapılabilirler; ama masallardaki, “Bir de bakmışlar ki bir arpa boyu yol bile almamışlar”ın acı gerçeğiyle karşılaşan gene kendileri olur.
Külebi, başlangıcı şiirin tarihine dayanan bir söz geleneğinin ozanıdır. Yurt sevgisini bu şiir toprağının serüveniyle yaşamış, şiirinin o yolda kurmuştur. Onun için, söz yurdunda, sevgi ülkesinde “Küçük bir serçe kadar hür” olmuştur. Öyle olmasa, bir ozan, “Saçılır kır çiçekleri/ Ağzımı açtığım zaman.”, “En çok yurdumdan söz ettim/Doğayla içli dışlı”, “Köylü diliyle türkü çağırdım/Onlarla gülüp ağlayarak”, “Şiirlerimde alın terim./ Bozkır kokusunu içti ciğerlerim./ Taşları düzleyen rüzgâr gibi/Doğayla yontuldu dizelerim” diyebilir miydi? Külebi, ağzını ne zaman açacağını da çok iyi bilmiştir. Yazacakları yazdıkları gibi olacaksa, sözün onurunu koruyarak, kalemini ak kâğıdın yanı başına bırakıvermiştir.
Yurtdışından gelip ozan ölümü görmek yürek dağlıyor! Bir gelişimde Ahmed Arif‘sizdi Türkiye; bir gelişimde Asım Besirci‘siz, Metin Altıok‘suz, Behçet Aysan‘sız, onlarla birlikte 37 “can”sız… ve Rıfat Ilgaz‘sız. Son gelişimde de Cahit Külebi’siz…