Sinemanın Melankolik Ressamı: Thodoris Angelopoulos – Selin Süar

Sinemanın Melankolik Ressamı: Thodoris Angelopoulos* 

Onu birkaç saat bile olsa yakından tanımanın ne demek olduğunu bilen biri olarak, ajanslarda altyazılara düştüğü andan itibaren hiç kimse kadar ben de ölümüne inanamadım. Ne de olsa insanları peş peşe Hades diyarına taşıyan domuz gribini atlatıp Türkiye’yi ziyaret etmiş ve ben henüz bir yüksek lisans öğrencisiyken İzmir’e, Dokuz Eylül Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi’ne gelmişti. İlk gün kendisi için yapılan onursal doktora töreninin ardından düzenlenen Efes ve Şirince gezilerine katılmış; statüsünü kaptırma korkusundan dolayı bazı akademisyenlerce bize haber verilmese de tesadüf eseri geleceğini duyup bu gezide biz de Azizm Sanat Örgütü olarak orada var olmuştuk.

Yunanca bildiğim için daha ilk gün kendilerine eşlik etmemi istese de bazı gereksiz kıskançlıklar ve çekişmeler nedeniyle davet edilmediğimiz yere gelemeyeceğimizi gülümseyerek söyledim. Akşamki etkinliklerde olmasak bile bir gün sonra yapılan gezide olmamızı istemişti. Aylık yayın organımız için kendisiyle yapacağım röportajı da içtenlikle kabul etmişti ve bir gün sonra Şirince’de yemek masasında kendisine ayrılan başköşede oturmayıp masanın en sonuna konulan ‘biz’im yanımıza eşiyle beraber oturup gerekli gereksiz fotoğraf çekimlerinden ve sahte güleryüzlerden sıkıldığını belirterek benimle ‘kendi dilinde’ havadan sudan konuşmuştu. İşte o zaman karşımda bir Fransızın değil, her zamanki içtenliği ve dürüstlüğüyle bir Yunanlının oturduğunu anladım. Ağzından tatlı sert küfürler eksik olmayan eşi ve kendisiyle, bir dünya adamıyla sohbet ediyor gibi değil, yolda karşılaştığım herhangi bir çiftle sohbet ediyor gibiydim. Aşktan, geçmişten, tarihten, hayal kırıklıklarından, mutluluktan, mutsuzluktan, politikacılardan, Yunanistan’dan ve sinemadan bahsettiğimiz bu kişisel sohbette filmlerinin neden karamsarlık taşıdığını sormadan edemedim. Dünya’nın tarif edilemez bir tatsız hale büründüğünü söylese de her zaman umudunun olduğunu söyledi. İnsanların kaypaklığı, değerbilmezlikleri ve durgunlukları nedeniyle bu umudunu bazen kaybetmeye yakın davransa da, her zaman umut ettiğini anlattı. Bunun ise hayal kurmaya devam etmekle gerçekleştiğini belirterek, hayal kurmayı bırakmamamı tavsiye etti. Konuşmalarında aslında her birimizin bu dünyayı şekillendiren tuğlalardan biri olduğumuzu ve her birimizin bir görevi olduğunu da ekledi.

Duru bir Yunancayla kendini açık ve öz ifade eden adamın o gün bu dünyadaki yerini daha iyi anlamış ve onun sinemasını öğrenmeye daha çok çabalamıştım. Gitmeden önce bizi setine çağırıp iletişim bilgilerini verse de bu buluşma, hayat kavgasından dolayı mümkün olmadı. O büyük tuğla, samimi davranışlarını, arı Yunancasını ve sıcacık bakışlarını hafızamda bırakıp gitti. İşte bu yüzden o gün kendisini az da olsa tanıyan Azizm editörleri olarak bu ay, onu yeniden hatırlatmaya karar verdik.

Angelopoulos’un Hayatı

1935 Atina doğumlu olan yönetmen, kendi deyimiyle bir diktatörlüğün ve peşi sıra gelen bir savaşın içine doğar. Doğduğunda yönetimde General Metaksas bulunmaktadır ve herkesin bildiği gibi 1940 yılında Mussolini yönetimindeki İtalyan ordusu Yunanistan’ı işgal etmiştir. Dolayısıyla sessizliğin, kasvetin, soğuğun ve terk edilmiş evlerin manzarası çocukluk yılları anılarında asılı  kalır.

Sol görüşlü olan ELAS (Ulusal Kurtuluş Ordusu) ve sağ görüşlü olan EDES (Özgür Demokrat Yunan Ordusu), İtalyan ve Alman işgalini geri püskürtmeyi başarmış, ancak savaş sonrası İngilizler, silahların teslim edilmesini istese de zaferi kutlamak yerine yönetimde kimin olacağına dair büyük ve kanlı bir iç savaş başlamıştır. 4 Aralık 1944’te başlayan Yunan İç Savaşı’nda Komünistler, Thodoris Angelopoulos’un babasının liberal olduğundan kuşkulanmış ve onu tutuklamışlardır. Daha sonra anılarını aktarırken, pek çok ailede olduğu gibi kendi ailesinin de sağ ve sol olarak ikiye bölündüğünü ve babasını tutuklayanın kendi kuzeni olduğunu söyler. O zamanlardan başlayan şiir yazma itkisi, onun edebiyat dünyasına adım atmasına ve edebiyatla tanışmasına yol açar. Yine sonraları sinemayı tercih ettiğinde bu alanda filmlerine yansıyan şiirsel sekans planlarının mimarı olarak edebiyatı gösterdiğini ve yeniçağın başka hiçbir sanat dalıyla ilgilenmemiş yönetmenlerinin doğruca sinemayla ilgileniyor olmasından dolayı çoğu kez hissiz filmler gerçekleştirdiklerini, eski kuşak yönetmenlerin çoğunun edebiyat veya resimle yollarının kesiştiğini belirtmiştir.

Yarattığı karakterlerinde daima bir arayışın sergilendiği ve baba figürünün etkin rol oynadığı filmlerinde, Angelopoulos’un babasının tutuklanışı ve bir gün çok uzaklardan bütün şehri yürüyerek kat edip eve gelmesinin büyük payı bulunmaktadır.

Thodoris Angelopoulos, ailesinin de isteğiyle hukuk fakültesinde okumaya başlar, ancak mezun olacağı sırada zorunlu askerliğini yapmak zorunda olduğundan 1959’da fakülteden ayrılır ve aynı yıllarda kız kardeşinin 11 yaşındayken ölümü hem kendisini hem de Angelopoulos ailesini baştan aşağı sarsar.

1961 yılında Sorbonne’da edebiyat okumak için Paris’e gider, ancak lisede okurken dedektiflik filmleriyle başlayan sinema aşkı burada bir tutkuya dönüşür.

Edebiyat okuyor gibi görünse de asıl amacı sinema eğitimi olan Angelopoulos, Institute de Hautes Etudes Cinematographies’ye kabul edilir. Okulda göze batan bir öğrenci olan yönetmen, edebiyatta Tolstoy, Çehov, Stendhal, Sartre, Camus gibi yazarların yanı sıra Yunan yazarlarıyla da ilgilenmeye ve Yunan Tragedyalarını okumaya başlar. Filmlerine damgasını vuran ‘360 derecelik Panoromik Çekim’ tekniği de IDHEC’te (Institute de Hautes Etudes Cinematographies) ortaya çıkar. En iyi kısa filmleri çekmiş olmasının ve arkadaşlarınca sürekli övgüler almasının yarattığı ‘fazla’ özgüveni, sınıfta ve okulda kuraldışı hareketler ve yasaklara uymama, başına buyruk davranma gibi hareketleri beraberinde getirince okuldan atılır. Bunun ardından Jean  Rouche’un verdiği kurslara katılan yönetmen, burada Cinema Verite  tekniklerini öğrenerek belgeseller çeker. 1964’te Atina’ya ailesini görmek için geri döndüğünde daha eve varmadan bir öğrenci protestosunun içine düşer ve polisin göstericileri dağıtmak için rasgele salladığı coplardan nasibini alır. Yere düşer, gözlüğü kırılır, dövülür ve eve kanlar içinde gider. Henüz bu olayın şokunu atlatamadan aynı gün bir arkadaşı kendisine sol görüşlü bir dergide (Demokratik Değişim) film eleştirisi yazıları yazmasını teklif eder ve o ânâ kadar Paris’e geri dönmekten başka planı olmayan Angelopoulos, birden Yunanistan’da kalmak isteyerek teklife evet der. Bir yıl sonra, bugün “1492- Conquest Of Paradise”, “Blade Runner”, “Alexander” gibi film müzikleriyle tanınan Yunan besteci Vangelis’ten (Evangelos Odysseas Papathanassiou) bir tanıtım filmi çekmesi için teklif alır. Ortak yapımcıların anlaşmazlığı nedeniyle ortaklık bozulsa da proje devam etmektedir, ancak yapımcı senaryoyu  beğenmez. Angelopoulos da senaryoyu değiştirmek istemez ve emeğinin karşılığı olan parasını aldıktan sonra ekipten kovulur. O parayla ilk kısa filmini çeker.

Dergideki yazarlığı 3 sene devam eder, ancak askeri darbenin ardından basılan büro yerle bir edilir ve oradaki herkes tutuklanır. Angelopoulos şans eseri  büroda değildir.

Sinema Kariyeri Başlıyor

Bu ara başlık ne kadar doğru, tartışılır, ama Institute de Hautes Etudes Cinematographies ve Jean Rouche’un belgesel okulunu saymazsak Angelopoulos’un asıl anlamdaki ilk sinema başarısı 1968 Selanik Film Festivali’nde Yunan Eleştirmenler Ödülü’ne layık görülen Yayın adlı filmidir.

Savaşlar, göçler ve yaşam kavgası için geride bırakılan boş köyler, boş evler ve kasvet; Angelopoulos’un ilk uzun metrajlı filmi olan Tatbikat’e ve hatta yönetmenin tüm filmlerine damgasını vurur. Akdeniz Sineması veya Yunanistan dendiğinde akla deniz, güneş, kum üçlemesinin, mavi panjurlu kireç boyalı evlerin ve bin bir musibetle karşılaşsalar da neşeyle donatılmış çok üyeli ailelerin gelmeyeceğini; bu filmi çektiği köyde çöreklenen gri bulutlarda, puslu bir havada yağan yağmurda ve geride bırakılan siyah entarileri içindeki  yaşlılarda gören yönetmen, onların da savaş ve yıkımla dolu bir Akdeniz ülkesinin parçası olduğunu her filminde vurgular. Çalışmak için gittiği Almanya’dan, ülkesine dönünce öldürülen bir Yunanlı işçinin dramını anlatan “Tatbikat”, pek çok yerli ve uluslararası festivallerde ödüle layık görülür.

1972’de “36 Günleri”, 1975’te “Gezgin Oyuncular”, 1977’de “Avcılar”, 1980’de “O Megaleksandros”, 1981’de bir belgesel olan “Bir Köy, Bir Köylü”, yine 1982’de bir belgesel olan “Atina / Akropolis’e Dönüş”, 1984’te “Kitara’ya Yolculuk”,  1986’da  “Arıcı”,  1988’de  “Sisli  Manzara”,  1991’de “Leyleğin Adımı”, 1997’de “Ulysses’in Bakışı”, 1998’de “Sonsuzluk Ve Bir Gün”, 2003’te Üçlemenin İlk filmi olan “Ağlayan Çayır”, 2008’de “Zamanın Tozu” ve 2010’da çekimlerine başladığı, ama tamamlayamadan aramızdan ayrıldığı üçlemenin son filmi olan “Öteki Deniz”; yönetmenin filmografisini teşkil eder.

 

Sinema Anlayışı

Tarihi ögeleri, mitolojiyi ve film estetiğini eserlerine yayan yönetmenin tarihe bakışı Balkan ülkelerini kapsadığı gibi, Yunanistan’ın iç çalkantılarını merkez alan ve insan ögesini bu perspektifin üzerine oturtan bir yapı sergilemektedir. Savaşların yarattığı kıyımların ve açlığın ortasında insanların durumunu sorgulayan, Balkan ülkelerindeki kültürel benzerlikleri ve kültürlerin Yunanistan’a yansıyan bileşkelerini filmlerine aktaran Angelopoulos, üslubuna mitleri de katıp şiirsel bir bütünlüğün ilk dizelerini senaryosunda işleyerek işe başlar.

Özellikle Paris’ten Yunanistan’a döndükten sonra Yunan yazarları ve şairleri de okuyan Angelopoulos, Yunan mitolojisinden ve Yunan tragedyasından oldukça etkilenir. İç dünyasında düşünmeye ve yalnızlığa çekilen yönetmen, kendini melankolik olarak nitelendirir. Batı’yı sanatta 3000 yıl boyunca etkileyen melankoli için Aristototelis, “İster felsefede ya da politikada ister şiir ya da sanatta olsun olağanüstü kişilerin hepsi melankoliktir” diye tanımlamaktadır.

Filmlerindeki Brecht Estetiği

Yönetmenin filmlerinde hep konuşulduğu üzere Brecht estetiği es geçilemez. Tüm bu oluşumların yanında Fransız Yeni Dalgası, İtalyan Yeni Gerçekçiliği ve sinemada  siyaseti  anlatma  biçimi  olarak  kullandığı  Brecht  estetiği  en büyük yardımcısıdır. Fikirleri ifade ederken susarak ve belli bir çerçeve içinde bütünlüğü koruyarak çok şey anlatabilme tekniği olarak o dönem sinemacılar, Angelopoulos gibi filmlerini, Brechtyen estetiğin ve anlatımın eksenine oturtmuşlardır. Siyasi sinemanın yeni ortaya çıktığı dönemlerde Brecht formüllerini kullanarak ‘yasaklı’ bir konuyu anlatabilmenin tekniğini yakalayan Angelopoulos, neredeyse anlaşılmayan diyaloglarla çevrili olan, ana karakterin çok az göründüğü, konunun açık seçik anlatılmadığı ‘36 Günleri’ni bütünüyle  bu tekniği kullanarak yapmış, epik ve estetik açıdan farklı bir sinema dili oluşturmuştur.

360 Derece Panoramik Çekim Tekniği

Edebiyattan etkilendiği kadar oyunun oynandığı tiyatro sahnelerinden de etkilenen yönetmen, tüm olayların sahnede yaşandığı, zaman ve mekanın aynı bütünsel sahnede geçtiği teatral yapıyı sinemaya taşır ve kameranın, bir bütünü simgeleyen dairesel hareketiyle zamansal ve mekansal farklılıkları filmlerine yansıtır. Henüz Sorbonne’da sinema okurken öğretmenlerine, aynı dairesel bütünlüğü göstererek aşık atan Angelopoulos, yönteminin kabul görmemesinin yanında, fazlaca özgüven sergileyen hareketleri nedeniyle okuldan atılır. Buna rağmen bu tekniği her filmine uygulamış ve karakterlerin hareketini, filmsel zamanın ve mekanın sekans planlar içerisindeki yavaş ritmini her filmine yaymıştır. Ağır akan planların her çerçevesine, çerçevenin içindeki unsurları bir ressam gibi dengeli yerleştiren yönetmen, böylelikle kendi tarzını yaratmış ve sinema otoritelerince de bir ‘auteur’ olarak kabul edilmiştir.

Karakterleri

Pek çok sinema eleştirmeni ve izleyici onu ‘karamsar’ ve ‘umutsuz’lukla  nitelese de Akdeniz insanının özelliklerinden olan melankoli, Angelopoulos’ta da vardır. Zaten kendisi, Aristotelis’in öğretilerinden yola çıkarak ‘yaratımı kamçılaması’ nedeniyle melankolinin kendinde de var olduğunu savunur. Angelopoulos’un bütün filmlerinde karakterlerin, çevrelerini ve dünyayı değiştirebileceklerine dair umutları vardır, ancak bu karakterlerin, filmin devamında umutlarını kaybettiklerini, geleceğe yönelik isteksizliklerinin ve umutsuzluklarının ortaya çıktığını görürüz. Bu umutsuzluk yönetmen Angelopoulos’un, ideolojilerin çöktüğü ve kavram kargaşasının yaratıldığı zamanımıza karşı duruşundan kaynaklanmaktadır. Gerek siyasete yaklaşımını, gerekse bir kuşağın inançlarının ve umutlarının tümüyle yok olduğu dünya düzeni içerisinde dünyanın geleceğine dair bakış açısını oluşturan tüm bu kilit noktalar, kayıp kuşağı temsili olarak yönetmenin karakterlerini vücuda getirir. 1983 yılında çektiği ve adını, Afrodit’in aşk adasından alan Kitara’ya  Yolculuk filminden beri gördüğümüz bu inançsızlık, hayal kırıklığı ve umutsuzluk; sevgi eksenine oturtulmuş karakterlerin hiç bitmeyen  yolculuklarına eşlik eder. Kitara’ya Yolculuk’ta kuşak çatışmasını temsil eden Voula, ufacık bir umut ışığı ve sevgi kırıntısı arasa da babasının idealist eylemlerinin ve inançlarının yerle bir olmasından dolayı büyük bir hayal kırıklığı yaşar. Yine aynı filmin bitiminde karakterlerin düş kırıklığıyla denize açılmaları ve yine aynı şekilde Ulysses’in Bakışı’nda nehir üzerinde taşınan devasa Lenin heykeli, umutların, mücadelenin, heyecanın ve inancın bitişiyle beraber bir kuşağın çağının da kapandığını ve içi boş kavramlarla, maddiyatla, anlık heyecanlarla doldurulmuş modern çağın gelişini ifade etmektedir.

Siyasi arka planlara, tragedyaya, mitolojiye ve Balkan halklarına işlenmiş epik anlatımların tam ortasında duran karakterler, büyük bir çağ içinde kimi zaman geçmişi unutmak isteyerek, kimi zaman da geçmişle o an arasında köprü kurarak kendi arayışlarına devam ederler. Olaylar, Angelopoulos sinemasında art plana düşerken, öne çıkan, karakterin duygusal iniş çıkışları olur.

Senaryo ve Müzik

Angelopoulos’un senaryo yazım tekniği de diğer yönetmenlerden ayrılır. Kendi kişisel yolculuğu içerisine karakterlerini oturtan yönetmen, çalışacağı senaryo yazarını alıp ilk önce mekânı giderek işe başlar ve kısa cümlelerle ne yapmak, neyi anlatmak ve neleri göstermek istediğini bir yemekte, bir kahve molasında veya bir eğlencede anlatır. Yazar, tüm bu süreçte anlatılanları not alır veya kaydeder. Senaryo çalışması boyunca öneriler sunarak, taslak hazırlayarak yönetmene yardımcı olur.

Film müziğinin oluşumu da aynı şekildedir. Filmlerinde birçok sahnede doğal sesleri kullanmayı seven yönetmen, filme dair duygunun katılacağı, görüntülerle müziğin tek vücut olacağı sahnelerde müzik kullanımını tercih etmiştir. Çok uzun süre Eleni Karaindrou ile beraber çalışan Angelopoulos, film hikayesini besteciye anlatır ve film müziği birkaç örnek oluşumun ardından belirlenir.

Sonuç olarak…

Angelopoulos’un filmleri tarihsel bir perspektifle geleceğe dair bakışın eksenine oturur. Film boyunca karşımıza çıkan metaforlar, çeşitli anlamlar üreterek izleyicinin düşünmesine ve sorgulamasına imkan verir. Uzun ve geniş planlara dayanan çekim tekniğiyle metaforlara sırtını yaslayan bir sinema dili oluşturan Angelopoulos, diğer yönetmenlerden ayrılarak anlatı yapısını kendi üslubunda yeniden kurar.

Bu üslupta yer alan mitoloji, tarihsel arka plan ve kökenlerden aktarılan kalıtım sorunu karakterlerin arayışlarında ve sahnenin dekorunda yeniden can bulur. Antik Yunan’dan günümüze uzanan filmsel yapıda, geçmiş ve  gelecek arasındaki kırılma, politik ve estetik zeminde yeniden sunulur. Bu süreçte karşımıza sıkça sınır sorunu, kalabalıklar, heykeller, griler, mermerler, umut arayışı ve sevgi imgesi çıkar.

Filmlerini genellikle Yunanistan’ın kuzeyinde puslu manzaralarda çeken yönetmen, aynı zamanda İtalya ve Balkanlar’da da çekimler gerçekleştirmiştir. Puslu manzaraların arka planı oluşturduğu ve karakterlerin kendine, çevresine, ortama yabancı hisleriyle arayışlarının yer aldığı çekimlerde anlam oluşturmak kurgu, hareketle yapılmaktadır. Hareketli kurgunun yapıldığı sekans plan çekimlerinde sıkça kullanılan duraklamalar ve boşluk, filmin bütünlüğünün oluşturulmasında ek bir yapı oluşturmaktadır.

Gerçekliği ve hayali, epizodik anlatım biçimiyle tek bir filmde verebilen Angelopoulos, dünyanın önde gelen sayılı yönetmenlerindendir. Kendisini sinemanın son dinozoru olarak adlandırmakla beraber, onun yolundan gidip farklı anlatım biçimleriyle öne çıkacak genç yönetmenler, daima onun mirasını geleceğe taşıyacak ve sinema diline getirdiği yeniliklere bir yenisini daha ekleyecektir.

Akdeniz ve Balkanların yaralı insanlarını, savaş dolu tarihini ve geleceğe dair bakışını   Brechtyen  teknikle,   şiirsel  biçimde sunan Autheur Angelopoulos, karakterleri  gibi   bitmeyen   yolculuğuna  çıkmış   ve   hepimizin   hayatında melankolik fırça darbeleriyle resimsel bir güzellik bırakmıştır.

Καλό του ταξίδι…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergisubat2012

Bunu paylaş: