Bana Felsefe YAPma – Ayşıl Susuzlu

Bana Felsefe YAPma*

Canım vatanımda ne zaman eller aslan sütü, şarap ve benzerini tutsa o zaman konuşmalar derinleşir. İnsanımız gündelik hayatta özlemiyle yaşadığımız yalınlaşma hallerine bürünür. Hızla güzelleşir. Gözleri hakikat arayışıyla farklı parıldar. Ancak bu insan manzarasının ömrü kısadır. Çünkü bir arkeolog gibi itinayla geçmişin ve geleceğin yüzlerce onarılması gereken parçasını bulmak,  onları biraraya getirmek ve büyük resme ulaşmak pis iştir. İnsanı terletir, tırnaklarının içini kirle doldurur, yerin altında nefessiz bırakır. Bu kadarına isyan eden insanımın cümlesi hazırdır: ”Ne felsefe yaptık ha, yine dünyayı kurtardık. Hadi yeter bu kadar! İçelim!”. İçilir, dil peltekleşmeye başlayana kadar, sarhoşluğun gülünç nezaketi bünyelere sirayet edene kadar içilir. Artık insanımız uyuşmuştur. Bir gece daha bitmiştir.

Küçük aydın iki kadehlik felsefesini yapmış ve susmuştur. Neden? Arkeolog metaforu bu konuda tam manasıyla yardımımıza koşamıyor; çünkü yolda sıradan bir Fransız vatandaş tarafından durduruluyor. Nasıl mı? Aynı içki sofrasına bir Fransız eklediğinizde korkusuzca yaptığı felsefenin sıradışılığı karşısında içkinin ufak bir katalizörden daha fazlası olmadığını anlıyorsunuz. O insanın çıplak tutkusu karşısındaki tedirginliğinizi yenebildiğiniz kadarıyla da sohbete hayranlıkla devam ediyorsunuz. Bunlar benim hiç doyamadığım şahsi deneyimlerimden alıntı hisler. Peki kimdir bu çekingen Türk aydını?

Sanıyorum ki bu utangaç, ‘sofra’ aydını orta sınıf civarlarında, kendi başına pek de bir sınıf oluşturamadığı gibi ortak bir ideolojiyi de üstüne giyememiş, toplumsallaştığı kadar yabancı da kalmış olan kimsedir. Pozisyonlarının tanımsızlığı ve işlevlerinin muğlaklığı sebebiyle tedirgin olan bu kimseler part-time  muhalefetin yanında saf alırlar, part-time aylak takımına dahil olurlar ve geriye kalan  tüm  zamanları  ise  susarak  geçirirler.  ‘Sofra’  aydını  olmak  ‘yarım    aydın’ olmaktan daha şıktır, o ayrı. Yarım aydın dediğimiz kişilik aydın olmayı kendiliğinden erdem sanan, kendine bilinçli şekilde ideolojik bir sınıf seçmiş buyurgandır. Bu insanlardan uzak durmak güzeldir. Bahsettiğim iki tip aydının en mühim ortak paydası girdikleri uzun kayıtsızlık nöbetleridir.

Bu pek de biçimli olduğunu düşünmediğim, kendini sıklıkla yeniden üretemeyen Türk aydınının sıkıntısının temelinde doğu kültürünü okumamanın verdiği eksiklik olduğunu düşünmeden edemiyorum. Batının öngördüğü kadarıyla düşünmek, ona öykünmek ve doğuyu Osmanlı üzerinden okurmuş gibi yapıp ilgisiz kalmak ‘gerçek’ diyebileceğimiz Türk aydınının da yegane sorunudur. Bu benim de, sizin de sorununuzdur. Enis Batur‘un tabiriyle bu ‘çift rahimli’ topraklarda batı sempatizanlığı kimilerine göre İstanbul’un fethi ile Bizans kültürüne balıklama dalışımızla başlar. Bence güzel açıklama. Peki genç Türk Cumhuriyeti  kurulduğunda felsefi anlayışımız nasıldı? Geçenlerde bu soruya takıldım ve minik bir araştırma yaptım.

Genç Cumhuriyetimizin ilk felsefe dergisi 1912 yılında Baha Tevfik liderliğinde Kurtuluş Savaşı yıllarında ulusal bilinç ve çağdaşlık tanımını aramak için yola çıkar. Sonrasında Ziya Gökalp ”Küçük Mecmua”, Yahya Kemal ve Mustafa Nihad ise ”Dergah” dergisi ile Türk felsefesinin oluşumunda dinamo görevini üstlenirler. Bu genç oluşumlarda Bergson, Durkheim, Marx etkileri inkar edilemeyecek kadar çoktur. Batı etkisi Cumhuriyet’in ilanıyla bu sefer devlet eliyle de pekiştirilir. 1925- 1950 yılları arası M.E.B’in katkısıyla felsefe üniversitelere yönlendirilir. Bu dönemde 50’den az felsefe doktorası ve yalnızca 400 kadar çeviri yapılır. Platon, Descartes ve Nietzsche çevirileri yapılmış mıdır? Evet. Ancak bu sefer de İslam felsefesi yetim kalmıştır. Din ve felsefe birbirinden ne kadar ayrılır? Bu soruya ‘pek de iyi ayrılır’ yanıtını versek Nietzsche’i ve daha nicelerini hiçbir zaman anlayamayız herhalde.

Çok partili siyasal dönemle de ekonomik kalkınma eksenli düşünen öğrencilere ihtiyaç duyulur. Bunun akabinde, yani 1950’lerde ise kültürden önce teknolojiyi, teoriden önce ise pratiği geliştirmek hedef alınır. Bugünkü tabloyla 50-60 yıl öncesinin arasındaki 7 farkı bulmak biraz zor gibi; çünkü benzerliklerin gölgesi düşüyor tuvalimize, kullandığımız renkler silikleşiyor.

Silikleşen tek şey renkler değil elbet. Türkçemizin bir düşünce dili olarak yeterince donatılmamış olması da felsefemizi kendi kültürümüz üzerinden geliştirmemizi zorlaştırıyor. Ortaya çıkan metinlerde bol miktarda ithal edilmiş yabancı kelime görüyoruz. İşte o noktada yazıya yabancılaşma rüzgarları esiyor. Üşüyoruz, kapı bacayı kapatıyoruz. Bu da olmadı değil mi? Eee hadi öyleyse ‘halk dilini’ kullanalım ve herkes anlasın. Kendinden yukarılara ulaşmak isteyen aydın insan hali hazırda sahip olduklarından da azıyla yetinsin yani, öyle mi? Aydının özüne ters düşen bu sözde  gereklilik,  halkın  dilini   de  küçümseyen  bir   tavrı   da  gizliyor   arkasında.

Benim insanımda hasret olduğum şey… Şimdi bırakalım felsefenin işlevini,  amacını, dil gelişimine katkılarını, medeniyet seviyesine etkilerini, feylesofun çeşitlerini. Benim hasretini çektiğim insanımın korkusuzca ‘anlayamıyorum’  demesi ve anlamak için örgütlenmesi.

Jackson Pollock‘un bu eserinde Lenin‘i görebiliyor musunuz? Hayır mı? O zaman yakında başka figürleri farkedeceksiniz demektir.

*https://issuu.com/azizm/docs/e-derginisan2013

Bunu paylaş: