Bulut Atlası’nın Boyun Eğmeyenleri*
1910’lu yıllarda, sinema henüz “yedinci sanat” olarak anılmıyorken, “stüdyo” ve “star” kavramlarını üretip, buradan yola çıkarak dev bir sektör halini alan Hollywood’un, ülke sinemamız dahil tüm dünyada başta ana akım olmak üzere sinemayı etkilediği bir gerçek. 1920’lerde Chaplin öncülüğündeki toplumsal güldürüler, 1940’lardaki “kara film” ve 1970’lerde rönesans olarak nitelendirilen Kubrick, De Palma, Scorsese, Coppola sürecini saymazsak her daim gerici, piyasacı işler ortaya koyan Hollywood’un özellikle son dönemde fikir bazında en verimsiz yıllarını yaşadığını belirtmeliyiz. Uzak doğudan devşirilen filmler, eski filmlerin-hatta 1960’ların siyah istismar furyası gibi ırkçı bir yapının bile-yeniden çevrildiği, tüm kazancını çizgi romanlar üzerinden elde edebilen Hollywood’a son on yılda nefes aldıran az sayıdaki yaratıcılar arasındaysa Wachowski kardeşlerin geldiğini söyleyebiliriz.
Sinema kariyerlerine, güçlü bir teknik ve sinematografik altyapıya sahip Matrix serisiyle ses getiren bir başlangıç yapan Wachowski kardeşler, özellikle 360 derecelik planda uygulanan özel efektleri ile bilimkurgu türü başta olmak üzere yedinci sanatta teknolojik bir devrimi de beraberinde getirdiler. Fransız düşünür Jean Baudrillard’ın Simülasyon Evreni’nden yola çıkıp, gerçekliği bir illüzyonla kırarak aşan hipergerçekliğin, insanlıkta yaratacağı olası bir yıkımı resmeden Matrix, Batı toplumunun mutasyona uğrayıp içine girdiği simülakrlar evrenine eleştirel bir yaklaşım getirme çabasındaydı. Baudrillard’ın filme dair “beni hiç anlamamışlar” açıklamasını doğrulayacak şekilde işleyen devam filmlerinde ise “seçilmiş kişi” mitinin doz aşımı, fikirsel bir yenilik yerine bitmek bilmeyen aksiyon sahneleri, dini motifler ve ilk filmin yarattığı evrene ihanet edecek kadar kaderci bir sonuca varan Matrix, eleştirisini yönelttiği gerçeklik algısını kıran hipergerçekliğin değirmenine su taşıyacak kadar hatalı bir illizyonun parçası oluyordu. Üçlemenin ardından günümüze dek, teknolojik deneme amacıyla çekilmiş hissi yaratan Speed Racer’ı yöneten Wachowski kardeşler, ülkemizde ve dünyada bir başka fenomene dönüşecek olan V for Vendetta filminde ise yönetmen koltuğunu bırakarak yapımcılıkla yetindiler. Fazlasıyla muğlak bir özgürlük söylemi ile baskıcı rejime karşı ayaklanma çağrısı yapan bir süper kahraman hikayesi olan film, popülizm soslu anarşist söylemine karşın başta Anonymous olmak üzere çeşitli sistem karşıtı grubun sahip çıktığı bir simgeye dönüştü. Geçtiğimiz aylarda gösterime giren ve Wachowski kardeşlerin Koş Lola Koş ve Koku’nun yönetmeni Tom Tykwer ile biraraya gelip, Tom Mitchell’in aynı adlı romanından uyarladıkları Bulut Atlası, hem kendi filmografileri hem de sinemanın lokomotifi Hollywood açısından yaratıcı seslerin ölmediğini kanıtlar nitelikte.
Geçmişten, günümüzden ve gelecekten birbirine bağlı ama aynı zamanda bağımsız altı derinlikli hikayenin resmedildiği Bulut Atlası, her hikayede farklı karakterleri canlandıran zengin oyuncu kadrosunda özellikle Tom Hanks ve Hugo Weaving’in oyunculuklarıyla beraber hem teknik hem senaryo bağlamında kusursuz kurgusuyla izleyiciye altı hikayeyi de yüksek bir ritimle izletmeyi başarıyor. 1850’lerde köle ticaretine karşı yaşadığı aydınlanmayla birlikte yaşam savaşı veren bir avukatın, 1930’larda oldukça yetenekli ancak cinsel eğilimlerinden ve Avrupa’da yükselen baskı rejimlerinden ötürü nasibi alan bir müzisyenin, 1970’lerde ABD’nin insanlık dışı enerji politikalarına karşı savaşım veren idealist bir gazetecinin, günümüzün ağır piyasa ekonomisi karşısında borç batağına saplanan bir yayıncının, iki yüzyıl sonrasının Yeni Seul’unde yaşadığı aydınlanma sonrası devrimci sendika örgütleriyle birlikte sisteme karşı mücadelenin başında yer alan insanımsı garsonun ve son olarak uzak gelecekte medeniyetin çoğunlukla yıkılmış oluşu ardından kabilesiyle yaşayan bir çobanın hikayelerinin anlatıldığı bir filmin postmodernizme kaymaması ise filmin en büyük başarısı.
Tür sinemasının tüm biçimlerinin yer bulmasından doğan kolaj hissine ve reenkarnasyondan spirütüelliğe, oradan yeni kuantum felsefesine uzanan yelpazesine rağmen film, bütünlüğü asla elden bırakmadan, Darwinist bir alt metni de içererek evrensel bir mesajı kitlelere iletme kaygısıyla modernist sinemanın yeni başyapıtlarından biri olmaya şimdiden aday. Kaderciliğe, batıl inançlara ve daha da önemlisi amaca ulaşmanın tüm imkansızlığına inat haksızlığa, zorbalığa, eşitsizliğe karşı, altı hikayesiyle birlikte harekete geçmeyi, asla boyun eğmemeyi, kitlelere öncülük etmeyi ve umudu asla yitirmemeyi öğütleyen film, tüm bu ilerici iletileriyle beraber yedinci sanatın son yıllarda ortaya konmuş en etkileyici, yaratıcı ve epik yapımlarından biri olarak öne çıkıyor.
Filmi, dönem dönem karşımıza çıkan disopya filmlerinden ayıran ve içinden çıktığı sisteme dair, Matrix ve hatalı biçimde muhalif olarak adlandırılan diğer filmlere nazaran daha radikal biçimde ortaya koyduğu eleştiri, özellikle Yeni Seul bölümü ile filmin sinemasal zamanında en ileri dönemi anlatan ilkel kabileler bölümünde beliriyor. Gerçekte karanlık olduğu kadar metalar dünyasıyla bu karanlığı da aşacak derecede ışıltılı bir yanılsamayı hayata geçirmiş, tüketim odaklı, baskıcı ve biri yıkıntı halinde diğeri düzenli görünümde iki farklı yüze sahip bir metropol olan Yeni Seul’ün, birincil emek gücüne tekabül eden insanımsılar, hiç bir tartışmaya şüphe bırakmayacak kadar açık bir temsille, bizzat rahibeler ve din tarafından vaatlerle kandırılarak hemcinslerinin besin maddesi olacak sabunlara dönüştürülmektedirler. Başta bu gerçeklik olmak üzere, refah ve meta bombardımanı aracılığıyla kendisini saklamayı beceren rejime karşı savaşım veren bir sendika önderliğinde devrimci bir örgüt, oldukça jakoben bir yaklaşımla sistemin alaşağa edilmesi gerektiğini söylüyor. Davaları için aradıkları kıvılcım ise, sistemin en parlak yüzü olarak beliren insanımsı işçilerde gelişecek bir aydınlanma. Filmde bu anlatıya ev sahipliği yapacak şehir olarak Seul’un seçilmesi oldukça manidar. Keza Pasifik’te Çin ve Kuzey Kore’yi dengelemek/baskılamak üzere klasik yöntemler dışında kültür emperyalizminin “parlak”lığına(en son PSY örneğinde gördüğümüz üzere) sıkça başvuran kapitalizmin yükselen yıldızı olan Seul’un, düzenin sürüp gittiği bir gelecek öngörüsünde nasıl bir yıkıma yol açacağını izlemek filmin ürkek de olsa ideolojik safının altını çiziyor.
Distopya öykülerindeki karanlık gelecek tasfirleri Bulut Atlası’nda Yeni Seul sonrası ilkel toplumlara dönüşe de yer vererek farklı bir sayfa açıyor izleyiciye. Burada Yeni Seul’de Sendika’nın devrimi gerçekleştiremediğini, en iyi ihtimalle kendi yokoluşuyla birlikte düzeni de geri döndürülemeyecek hale getirdiğini söyleyebiliriz. Çünkü bu arkaik dünyada “medeniyet”e dair hayatta kalan gruplar ciddi bir azınlık olmakla beraber savaşçı bir yöntem ortaya koymuyorlar. Dünyanın ölmekte olduğunu ve yeni bir gezegen bulmanın zorunluluğunun farkında olan bu gelişmiş grubun yanında avcı bir topluluğun avı olma gerçekliği karşısında bir tavır sergileyemeyen, kaderci ve fazlasıyla batıl bir kabile görüyoruz. Burada dikkati çeken durum, kabilenin iki kutsalının Darwin ve Yeni Seul’deki devrim girişiminin öncüsü olan insanımsı oluşu. Her ikisinin de gerçekte yaşamamış, mistik varlıklar olarak yorumlayan ilkellerin tepkisizliğinin, kaderciliğinin altında da bu yatıyor. Bilimsel anlamda devrime tekabül eden evrim teorisinin öncüsü Darwin’in ve sistem karşıtı mücadelenin simgesi bir insanımsının gerçeklikten koparılan yeni sürümleri, sistemin yıkılmış olmasına rağmen kitleleri yüzyıllar boyu edilgen kılmayı başarabilecek illüzyonlar yaratmayı başarabilmesi açısından dikkat çekici. İlkel kabileden çobanın bu konuda yaşadığı aydınlanma ve beraberinde “inanç”lara karşı gelmesi, avcılarla ve beraberinde kabullendiği düzenle savaşabilmesini doğuruyor.
Bulut Atlası’ndaki “Sosyalizme Açık Saldırı” İddiası Üzerine
Yukarıdaki yazının küçük bir bölümü gazetemiz soL’da yayınlandıktan sonra, değerli sanatçı Cansu Fırıncı’nın film üzerine kaleme aldığı derinlikli eleştiri de gazetemizde yer aldı. E-Derginin önceki sayfalarında okuduğunuz yazı soL’da bambaşka bir başlıkla ve benim filmle ilgili yazıma hitaben bir cümle ile yayınlandı. Matrix’ten kapitalizm düşmanlığı yaratma iddiasındakileri haklı olarak eleştiren Sayın Fırıncı’nın ben dahil Bulut Atlası’ndan benzer bir çıkarım yapanları eleştirmesi ise kabul edilebilir bir durum değil. Matrix’i daha devam filmleri gelmeden eleştirmiş ve sistem karşıtı olduğunu iddia edip filme sarılmamış biri olarak Bulut Atlası’nın kesinlikle daha samimi ve doğru bir sistem eleştirisi getirdiğini, Wachowski kardeşlerin bende yarattığı hayalkırıklığını bir nebze de olsa yıktıklarını belirtmeliyim. Üç saatlik bir filmin altı öyküsünden birinde, satır arası hatta dipnot denilebilecek bir diyalog üzerinden antisosyalist bir eser olduğu söyleminin ise zorlama olduğunu düşünüyorum. En başta şunu unutmamalıyız, izlediğimiz film 100 yıldır değişmeyen stüdyo ve star sisteminin son örneklerinden ve ana akımın yeni gözbebeği olan bir ekibin işi. Böyle bir yapıtın sosyalist olduğunu kimse iddia etmiyor ancak içinde bulunuğumuz dünya düzenine karşı eleştirel bir yaklaşımın, Hollywood sınırları dahilinde olmak kaydıyla, evrensel bir boyun eğmeme çağrısını da kapsayacak şekilde filmde kendine yer edinmesi önemli bir tavır. Zaten Sayın Fırıncı da yazısında filmin anti komünist değil anti sovyetik olduğunu söylüyor. Buna karşın yazının soL’da “Kapitalizme Örtük, Sosyalizme Açık Saldırı” başlığıyla yayınlanması soru işaretlerine yol açıyor. Yukarıda detaylı biçimde irdelemeye çalıştığımız filmin kapitalizme örtük bir saldırı içinde olduğu ortada ancak Bulut Atlası için sosyalizme açık açık saldırıyor diyebilmek için ya filmi izlememiş olmak ya da filmi başka bir niyetle alımlamak gerek.