Çanakkale Sinemalarda!*
Çanakkale savunmasının 100. yıldönümü yaklaşırken, bu savaşı konu edinen çalışmalar şimdiden sinemalarda boy göstermeye başladı. Birbirinden hem ideolojik hem de sinematografik açılardan tamamen farklı iki ekibin çektiği Çanakkale filmlerinin, sanki sözleşmişçesine, sonbaharda aynı ayda gösterime girmeleri dikkat çekiciydi. Geçtiğimiz ay ise Çanakkale filmlerinin üçüncüsü gösterime girdi.
Her fırsatta, gururla sola olan nefretini dile getiren reklamcı Sinan Çetin‘in yönettiği “Çanakkale Çocukları“, savaş yanlısı İttihatçı bir subayla evli İngiliz bir annenin, iki oğlunun karşı cephelerde birbirleriyle savaşmaları üzerinden ilerleyerek savaş karşıtlığı yapma çabasında bir yapım. Yönetmenin de sıkça altını çizdiği üzere mesaj kaygısı olan film, ana akım kodlarına dayanarak izleyiciyi karakterlerle özdeşleştirmeyi kuvvetlendirmek için başvurduğu yakın plan çekimlerdeki rahatsız edici ve yanlış ölçeklendirmelerle, amacının aksine, yabancılaşmaya sebebiyet veriyor. Oyuncu yönetimi de bir o kadar sıkıntılı.
Haluk Bilginer‘in tiyatrovari tiradlarla dile getirdiği didaktik söylevler zorlayıcı. Filmin diğer başrollerinden Yavuz Bingöl’ün, filmi izledikten sonra, böyle kötü bir film beklemediğini ve şaşırdığını söylemesi ise oldukça ilginç! Filmin ideolojik olarak yaslandığı temel, Çetin’in filmografisi dikkate alındığında şaşırtıcı değil. Savaş karşıtlığı gibi, çok da büyük cesaret gerektirmeyen bir mesajı dile getirmek için, emperyalist bir işgale karşı gerçekleştirilen ve yurtseverliğin öne çıktığı bir savunma savaşını seçmek gerçekten cesur(!) bir tavır. İngiliz ve Alman emperyalistleri dururken filmin kötü adamının bir İttihatçı olması ve İngiltere’de eğitim görmüş oğluna bu dili konuşturmaması, AKP’nin 1908 ve 1923 hakeretlerini tersyüz eden ve Kürt sorununa önem veriyormuş izlenimi veren politikalarına selam gönderme olarak yorumlanabilir. Sonuç olarak gişede de aradığını bulamayan bu filmin ardından Çetin’in bundan böyle mesaj kaygılı filmler yerine Paris Hilton‘lu güldürü filmleri çekeceğini açıklaması manidar.
Senaryosunu Turgut Özakman‘ın yazdığı, yönetmenliğini Yeşim Sezgin‘in üstlendiği “Çanakkale 1915” ise, iki askerin cephede yaşadıklarına odaklanacakmış gibi yapıp-Özakman’ın etkisiyle- Çanakkale’de yaşananları kronolojik olarak anlatmaya(öğretmeye) çalışan bir film. Daha önce “Dersimiz Atatürk” filmin nasıl ki hedef kitle olarak ilköğretim öğrencilerinin seçildiği bir eğitim çalışması tadındaysa “Çanakkale 1915” de ne yazık ki canlandırma görüntülerle dolu vasat bir belgesel olmaktan öteye gitmiyor. İzlediğimiz yapıtın sinema filmi olduğuna dair tek veri ise kimi zaman göze batmayan görsel efektler. Bu efektlerin de yer aldığı savaş sahnelerinde yönetmenin, savaşı dramatize ve estetize eden ana akım epik filmlerde gördüğümüze benzer bir sinematografi tutturması ise Çanakkale 1915’in belki de olumlanabilecek tek yanı, eğer konvansiyonel yapıyı seviyor isek… Bu filmden yola çıkarak, edebiyat, resim ve müzikte ilerici tutumun ötesinde görece özgün bir sanat dili yakalamış Kemalist Cumhuriyetin, sinema alanında bunu gerçekleştirememiş oluşunun yarattığı kısırlığın da halen sürdüğünü söyleyebiliriz. Son yirmi yılda, TRT’nin Cumhuriyet filmlerini, Zülfü Livaneli‘nin Veda’sını, Kubilay ve Dersimiz Atatürk filmlerini ele alırsak, her birinin bir sanat ürünü olmaktan öte görüntülü tarih dersleri biçiminde olduğunu, daha da kötüsü Kemalist duyarlılığı olan izleyicinin bu duygusunu sömürmekten öte bir işlevi olmayarak ana akım sinemanın gerici omurgasına oturduklarını görüyoruz. Çanakkale 1915, bir ölçüde sözünü ettiğimiz filmleri aşan bir yapıt olsa da vasatı aşamıyor.
Geçtiğimiz haftalarda gösterime giren, “Çanakkale: Yolun Sonu“, önceki iki filme nazaran çok daha güçlü bir sinematografiye sahip. Bunda yönetmen etkisi göz ardı edilemez. Yakın dönem Türkiye sinemasının öne çıkan isimlerinden, özellikle Yeni Sinemacılar grubu adına yönettiği “Gemide” ve “Laleli’de Bir Azize” filmleriyle büyük beğeni toplayan Serdar Akar‘ın yönetimi, sanat ekibinin bariz özensizliği dışında görüntü ve senaryo ekiplerinin başarılı olduğu bir seyirlik sunuyor. Film, boyunu aşabilecek büyük sözler söyleme çabası yerine savaşın bütüne dair fikir verebilecek küçük bir hikayeyi merkeze alıyor. Bu denemeyle de Hollywood’un savaş filmlerine mütavazi yaklaşım getiren örnekleriyle örtüşüyor.
Ancak hikayenin iki keskin nişancının mücadelesi üzerinden ilerleyen gerilimi, akıllara ister istemez Jean-Jaques Annaud‘un yönettiği, Stalingrad savunmasını iki keskin nişancının çekişmesiyle aktaran, 2002 yapımı “Kapıdaki Düşman” filmini fazlasıyla çağrıştırıyor. Dizi sarmalından çıkamayan sinemamızın vazgeçilmezlerinden aşırı müzik kullanımı burada da kulak tırmalıyor. Serdar Akar gibi sinema diline hakim bir yönetmenin bile “duygu yaratma” adı altında görüntü kadar müziğe odaklanması şaşırtıcı. Fakat yönetmenin 2004 yılında ruhunu şeytana satıp sinema tarihimizin en estetik faşizan yapıtı, “Kurtlar Vadisi: Irak” filmini yönettiği düşünülürse bu sapmalar pek de şaşırtıcı olmayacaktır.
Genel olarak bakıldığında “Çanakkale: Yolun Sonu” filminin öne çıktığı Çanakkale filmleri furyasının Çanakkale’yi anlatmada fazlasıyla yetersiz olduğu görülüyor. Teknik yetersizliklerden önce öykü seçimi ve senaryo inşası konularının aşılması öncelikli olmalı. 2015’e doğru Çanakkale direnişini işleyen bir çok filmin gösterime gireceği düşünüldüğünde yönetmen/yapımcı/senaristlerin kazançtan önce sanatı düşünmeleri tek temennimiz. Çünkü yakın tarihimiz halen doğru bir sinematografi ve güçlü bir senaryoyla ele alınmayı bekliyor.