‘Demokratik Modernite’ Değil, Devrimci Modernite – Can Soyer

‘Demokratik Modernite’ Değil, Devrimci Modernite*

Choderlos de Laclos, büyük bir modernist eser olan “Tehlikeli İlişkiler” adlı romanında, Fransız Devrimi’nin eşiğindeki modern dünyaya dair muazzam bir manzara çizer. Tüm değerlerin yerle bir olmaya, geleneksel ilişkilerin lime lime dökülmeye, kalıplaşmış alışkanlıkların gülünçleşmeye başladığı bir uğrakta, dünyayı yeniden anlamaya ve anlamlandırmaya çalışan modern bireyleri anlatmaktadır yazar. Madam Merteuil ile Kont Valmont’un  hem  kendi aralarında hem de başkalarıyla yaşadıkları, çoğu zaman adice oyunlarla ve kötülüklerle dolu, öte yandan bedenin ve ahlakın sınırlarını aşmaya yaklaşan erotik deneyimleri, esasında bu çöküşün ve aranışın anlatılabileceği bir izlek olarak romana yerleştirilmiştir.

Ancak modern olmanın, modern bir dünyada kendini var etmeye çabalamanın önemli ipuçlarından birini de bu ilişkiler içerisinde sunar Laclos.  Madam Merteuil, Valmont’a yazdığı bir mektupta, neden böyle “iffetsiz” bir hayatı seçtiğini anlatırken, “dilediğim, hazzı tatmak değil, bilmekti” der. Hemen ardından da, “bilgi edinmek için incelemenin bu türü, az sonra bana  haz  vermeye başladı” diye de ekler.

Bu şeytani imgelemin ardında, esasında modern dünyaya ait bir varoluş tarzı belirmektedir. Madam Merteuil cinsel deneyimlerini, erotizmini, bedenini ve başkalarının bedenlerini bir bilgi konusu, bir inceleme alanı haline dönüştürmektedir. Hep uzaklara, kişisel olmayana, mahrem olmayana, içsel olmayana yöneltilmiş bilgi arayışı, artık etimiz, derimiz, benliğimiz kadar yakına gelmiştir. İnsan varoluşunun  en gizli  bölgelerinden olan haz dahi, artık  bir bilgi biçimine dönüşmüştür. Üstelik, bilgi artık işe yararlığı ya da saygınlığı için değil, basbayağı haz verdiği için de istenmektedir. Hazzın bilgisini edinmek,  kısa  sürede bilginin hazzına erişmeyi de beraberinde getirmektedir yani.

İşte modern olmak, bir anlamda bilgiye yönelik bu karşı konulmaz hazcılıkta anlam bulur. Bilgi, bilginin hazzı ve bilgi aranışı, modern olmanın damgası olur. Modern olmak, alışılagelmiş, bayağılaşmış, kalıplaşmış olana itibar etmemek; geleneksel ya da dinsel yasaklara/sınırlara aldırış etmeden bilgiyi aramak; bilgi sınırsız bir alan olduğuna göre, bilgiye karşı doyurulması imkansız bir açgözlülük içerisinde olmak anlamına gelir. Zaten romanda Madam Merteuil’in bedenler üzerinde yaptığını, gerçek hayatta başkaları da toplumlar, dinler, devletler, yasalar ya da felsefeler konusunda yapmış; ayıp, günah ya da yasak demeden çomağını oraya buraya sokuşturmuş ve adım adım dünyanın  yeni  bilgisine,  hatta yeni tür bir bilgi biçimine erişmiştir.

Ancak dünyanın yeni bilgisi, bir kez edinildikten sonra, bu bilgiye dayanarak dünyaya yön vermek de mümkün olur. Bir kez insanlar arasındaki eşitsizliğin bir doğa yasası değil de, toplumsal ilişkilerden kaynaklanan bir sorun olduğunu bildiğinizde, eşitsizliği yaratan toplumsal yapıyı değiştirmek pratik bir görev haline gelir. Bir kez efendilerinize boyun eğmenin, tanrının  çizdiği  kader  değil de, efendilerin dininin bir telkini olduğunu bildiğinizde, hurafelerle ve gericilikle mücadele etmek somut bir gereksinim haline gelir. Bir kez sizi  köle  gibi  çalıştıran efendilerin, bu hakkı atalarının soylu kanından değil de, sahip olduğu zenginlikten aldığını bildiğinizde, insan soyunun yarattığı tüm zenginliğin eşit ve hakça paylaşımı için çabalamak en yüce erdem haline  gelir.

Modern bireyler, edindiği bilgi ile kendisine, toplumuna, dünyasına  bakan gerçek insanlardır çünkü. Ve bu bakışı pratik bir tutuma dönüştürdükleri,  bilgiden yeni bir dünya yaratmaya giriştikleri ölçüde, modern bireyler, dünyaya sahip olmaya çalışan özneler haline gelirler. Bu dünyanın tanrının lütfu ya da kralın/padişahın mülkü olmadığını görebilmek ve dünyayı ele  geçirmeye, dünyayı sahiplenmeye, dünyayı kendilerinin kılmaya çalışmaktır modern olmak yani. Modern olmak, yapan, kuran, yaratan özne olmak çabasıdır kısacası. Bilginin geçersiz, hatta faşizan bir şey; öznenin ise salt yanılgıdan ibaret bir sahtelik olduğunu iddia eden postmodernizmin, neoliberalizmle kan kardeşliği  de buradan gelmektedir işte.

Deniyor ki, “modernitenin kapitalist olanı kötüdür, lazım olan demokratik bir modernitedir”. Bir anlamda doğrudur; modernite, yarattığı  bu  imkanlar kadar, bu imkanları kötürümleştiren sonuçlarıyla da tartışılmalıdır elbette. İyi de, Marx’ın yaptığı da tam tamına bu değil midir? Diğer bir deyişle, Marx, modern dünyanın insanlığa sunduğu değerlere sahip çıkarken, aynı zamanda da  insanlığın gelişme potansiyellerini baskı altına alan “kapitalist modernite”yi yerden yere vurmamış mıdır? Marx’a hem en büyük modernist, hem de en radikal anti-modernist demeyi mümkün kılan da, bu durumdur  zaten.

Evet, Marx, modernliğin insanlığa bilginin engin ufuklarını  açtığını  kabul  etmekte ve buna muazzam bir önem vermektedir. Ancak Marx, aynı zamanda,  bu bilginin belirli kesimlerin elinde yoğunlaştığını ve insanlığın çıkarına olmak yerine sahiplerinin çıkarına işe koşulduğunu söylemektedir. Marx, modern dünyada insanların tarihin öznesi haline gelmek için her türlü koşula sahip olduğunu söylemekte ve burada devasa bir devrimci dinamik görmektedir.  Ancak Marx, aynı zamanda, işçinin fabrikada, kadının evde, filozofun üniversitede, sanatçının galerilerde iğdiş edildiğini; piyasa düzeninin işleyişini sürdüren çarkların basit birer dişlisine indirgendiklerini; böylece öznelik imkanlarının acımasızca ellerinden alındığını  söylemektedir.

Deyim yerindeyse, modernite, yarattığı bilgi ve öznelik tarzıyla, bütün insanları modern bireyler haline getirerek birleştirmiştir. Ancak bu birlik  çelişkili,  çatışmalı bir birliktir. Sınıf eşitsizliklerinin keskin kılıcı,  modernlik  deneyimlerini de parça parça etmektedir. İşte burası, Marx’a göre, modern dünyanın itici gücü olan burjuvazinin, modernliğin karşıtına dönüştüğü uğraktır.

Ancak burjuvazi, sadece modernitenin kanallarını tıkayıp  akışına  devam  etmesini engellemekle kalmaz. Aynı zamanda, kendi modernitesini, kapitalizmin işleyişini koruyup güçlendiren bir duygu ve düşünüş pratiğini,  burjuvazinin  “kendi imgesinden yarattığı” bir deneyim tarzını da yaratır.  Dolayısıyla,  bir  tıpayı çıkarır gibi, burjuvaziyi tarihten çıkarıp attığınızda, modernliğin çağlayan suları yoluna devam etmeyecektir. Bu nedenle, modernitenin kapitalist olanı ve olmayanı arasında seçim yapmak yeterli olmaz. Kapitalizm kendi modernitenize seçeceğiniz ya da seçmeyeceğiniz bir renk  değil,  seçiminizi  içerisinde yapacağınız koşulları belirleyen toplumsal bütünlüktür. Gerekli olan, kapitalizmi seçenekler arasından çıkaran değil, kapitalizmin tümüyle ortadan kaldırılmasına yönelen bir modernlik algısı, giderek anti-kapitalist, devrimci bir modernite kurgusudur.

Ve bu tür bir modernite kurgusu, bilgiye duyulan arzu ve öznelik imkanları konusunda, “klasik modernite”ye bağlanmak  durumundadır.  Çünkü modernitede gerçekten devrimci olan taraf, yarattığı teknolojik gelişme, ulus- devletler sistemi ya da rasyonel işletme yöntemleri falan değil, bilginin ve özne statüsünün insanlığa ait kılınmasıdır. Bir devrimci modernlik  deneyimi,  öncekinin tümden reddiyle değil, içerilip aşılmasıyla hayat bulacaktır. Ancak bu aşma, islam kardeşliğine ya da peygamber silsilesine doğru bir geri çekiliş değil, mevcut dünyanın sınırlarına pratik olarak saldırıp onu kökten değiştirmek biçiminde anlaşılmalıdır.

Çünkü bilgiyi kutsal kitabın sözüne, özneyi de tanrının iradesine bağımlı kılmaya çalışan dinsel düşüncenin, böylesi bir modernlik kurgusunda yeri yoktur. Musa, İsa ya da Muhammed, devrimci modernlik tahayyülünün içinde ya da yanında değil, düpedüz karşısındadır, düpedüz karşıtıdır.

Not: Bu yazı daha once Sol Haber Portalı’nda yayınlanmıştır.  (sol.org.tr)

*https://issuu.com/azizm/docs/editoredergimayis2013

Bunu paylaş: