Eros’un Homoerotika’sı – Ayşıl Susuzlu

Eros’un Homoerotika’sı* 

1895 Nisan’ında Oscar Wilde mahkemede yargılanıyordu. “Adı dile getirilemeyen aşk” Nedir? ”diye sorulduğunda (kısaltılmış haliyle) “…olgun bir adamın genç bir adama duyduğu, Davut ve Yonatan arasındaki duygu kadar, Platon’un felsefesinin temeli kadar, Michelangelo ve Shakespeare sonelerinde rastlayacağınız kadar derin bir duygudur. Saf olduğu kadar mükemmel de olan o derin, ruhsal duygudur. Bu yüzyılda o kadar yanlış anlaşılmıştır ki…” şeklinde yanıtlar. Heteronormatif (heteroseksüel) olana karşı korkusuz ve sansürsüz tavrı Wilde’ı kırk-altı yaşında, vatanı İrlanda’dan olmuş, incinmiş bir repütasyon eşliğinde Paris’te ölümle kucaklar. O yılların Fransa’sı ceza kanunu düzenlemesinde erkekler arasındaki cinsel faaliyetleri suç kapsamından çıkarmış ilk Batı Avrupa ülkesidir.

Homoerotizmi edebiyat kanalıyla tanıtan ilk figürlerden biri olan Wilde’ı, Marcel Proust, Virginia Woolf , Tennesse Williams ve daha birçok başarılı yazar izler. Hemcinsin arzu tramvayında kısa bir tarihi geziye çıkarsak ilk durağımız Yunan mitolojisi olacaktır. Tarihi bilinmeyen bu durakta Zeus’un Troyalı prenslerden Ganymedes’i İda Dağı’na kaçırması gibi çok sayıda hemcins aşk hikayesine rastlamak mümkündür. Sonraki durağımız Sokrates’in meşhur savunması ve O’nun öğrencisi olan Platon’un “Şölen” isimli eserindeki diyaloglarında rastladığımız erkekler arası aşk merkezli fikirleri olabilir. Ardından 1598 yılında Shakespeare’in “Venedik Taciri” adlı eserindeki Antonio ve Bassanio ikilisini düşünebiliriz. Bu ikiliyi 1664- 1667 yılları arasında Katherine Philips’in kadınlar arası tutkulu erotizmden övgüyle bahseden şiirleri ve 1782 yılında Marquis de Sade’in hapishanedeyken yazdığı “Sodom’un 120 Günü” izler. Dünya edebiyatı burada sayamayacağım kadar zengin olan eşcinsel yazınına dair örneklerle ve onların tanınırlık kazanmasını engelleyen bir o kadar da sert yasa, ölüm ve intiharla doludur. 20. yuzyılda ise homoseksüel kavramı Antik Yunanca ve Latince’nin melez çocuğu olarak literatürümüze girer. Bu yeni terim toplumsal cinsiyet bağlamında tüm yıkıcı şimşekleri üzerine çeker.

Aynı yüzyıl içerisinde(1969 yılında) gerçekleşen Manhattan’daki Stonewall ayaklanmaları ile gay activist gruplar oluşur ve dört yıl içerisinde eşcinsellik, DSM (Mental Bozuklukların Tanısal ve Sayımsal El Kitabı)’nın ruhsal hastalıklar listesinden çıkarılır. Çesitli cinsel tercihlere karşı toplumsal bilinç ve hoşgörü henüz filizlenmeden, psikanaliz bu yasak bölgeleri ziyaret etmeye başlamıştı. Bu kaçamak ziyaretler günün homofobisinin izlerini taşıyan, muğlak haller şeklinde ortaya çıkıyordu. Patriarki teammüllerine bağlı bu yaklaşımların biri eşcinselliği histeri, melankoli ve paranoyanın zihinsel oluşumlarında bir araç olarak yorumluyordu. Bir diğeri ise Freud’un ‘evrensel biseksüellik’ (tüm insanlar doğuştan biseksüeldir) teorisi ile kabulün sınırlarını genişletiyordu. Freud’un öteki yaklaşımı ise eşcinselliğin kökenini erken dönem çocukluğundaki yetiştirilme kültüründe arıyordu. Çoğunlukla cinsel tacize uğramış kız çocuklarıyla ilgilenen Freud’a göre cinsel bozukluğun sebebi çocukların kendi oidipal fantazilerinden kaynaklanıyordu. Yani kız çocuklar cinsel tacize uğramış olmakla kalmayıp, bir de bunu hayal etmiş olduklarını kabul etmek zorunda kalıyordu. Freudyen psikanaliz kimi açıdan Nietzsche’nin tabiriyle “Gay Science” (Şen Bilim) olabilir ancak lezbiyen bir bilim olma konusunda pek başarılı olduğu söylenemez. Başarısızlığı Freud’un meşhur ‘Dora’ vakasında görmekteyiz. Analizantın lezbiyen arzusu çözülememiş, dişil ve eril karakteristik özellikleri anlaşılmamıştır.

Antoni Casas Ros’un “Almodovar Teoremi” isimli kitabından bir alıntı yapmak istiyorum:

Genel yanılsamayı yavaş yavaş oluşturan herkesin sahip olduğunu düşünduğü bir sabitlik fikri. Dünyayi tüketen de bu. En temel şiddet. Herkes kendi sabitlenmişliğiyle ilgileniyor ve başkalarının sabitlenmişliğiyle konuşuyor. Sonuç olarak, senden beklenen hep aynı olman.

Bu idée- fixe’in en ilgi çekici örneklerinden biri olan Billy Tipton, 1914 doğumlu meşhur bir Amerikan jazz piyanisti ve saksofoncusudur. Gerçek ismi ile Dorothy Lucille Tipton, 1940 senesinde kadınlarla heteroseksüel ilişkiler yaşamaya başlar. İlişkileri kendi hayal ürünü olan cinsel organını haşat edip, birkaç kaburgasını kıran kaza hikayesi ile başlar, bir kadınla  kurduğu ciddi birliktelik,  evlat  edindikleri üç çocukla  gelişir ve  1989 yılındaki ölümü  ile  biyolojik  olarak kadın olduğu gerçeğinin tüm çıplaklığıyla ortaya çıkmasıyla sonlanır. Tipton’in sabit fikir karşısında çektiği acının şiddeti ve felsefesi insanı midesinin yakınlarında hissettiği bir yumruk ile kiskavrak yakalıyor adeta…

*https://issuu.com/azizm/docs/edergisubat2013

Bunu paylaş: