Hypatia Örneği ile Kadın Sorunu*
“Kadınsız devrim olmaz, kadın devrim yapmadan kurtulmaz.”
V.I. Lenin
İskenderiyeli Hypatia 370-415 yılları arasında yaşamış; felsefe, matematik, geometri ve astronomi alanlarında dönemin en önemli kütüphanesi olan İskenderiye Kütüphanesi’nde (Museion) dersler vermiş bilim insanıdır. İskenderiye Felsefe Okulu’nun yöneticisi filozof Theon’nun kızıdır, matematik ve geometri eğitimlerini babasından almıştır. İskenderiye Kütüphanesi, kütüphane olmanın yanı sıra kültürel değerlerin korunduğu müze ve bilimsel araştırmaların yapıldığı yer olarak da bilinmektedir. Bu coğrafyada paganları, Yahudileri ve sonradan imparatorluk içinde gelişme gösteren Hıristiyanlığı görmekteyiz. Böylesine büyüleyici bilimsel üretim merkezinin, Hıristiyanlığın yükselişe geçmesi ile birlikte dini çatışmalar yüzünden yerle bir olmasına tanıklık ediyoruz.
Bilimsel düşünme yönteminin dinsel dogmalar ile çelişmesiyle birlikte bilimsel çalışmaları kendileri için tehdit unsuru olarak gören Hıristiyan keşişler, bilim insanlarını dinsizlikle suçlamışlardır. Bu kışkırtma sonrasında, İskenderiye Kütüphanesi ve içindeki bütün bilimsel çalışmalar yakılıp yıkılmıştır. Kütüphane yıkıldıktan sonra Hristiyanlık inancı, bilimsel araştırmaların önüne geçerek araştırmaları geriletmiştir. Kadının doğurganlık özelliği dışında bir özelliğinin olmadığı bu dönemde Hypatia, çok sayıda erkek öğrenciye ders vermektedir. Bu durumun Hıristiyanlar tarafından tepki toplamasına rağmen Hypatia, dönemin yaygın düşüncesine kadın kimliği ile değil bilim insanı kimliği ile karşı çıkmıştır. Tanrı buyrukları yerine aklı, mucizevî açıklamalar yerine bilimi savunması Hypatia’nın, dönemin cadısı ilan edilmesine neden olmuştur. Ortaçağ’ın karanlık döneminde kadınlara yönelik yapılan cadı avının, bu dönemde Hypatia ile yaşandığını söylemek mümkündür. Hypatia, acımasız bir şekilde bilim düşmanı, yobaz insanlar tarafından katledilir. Bu, din uğruna alınan ilk can değildi elbette ama aklını kullanabilme becerisini kazanmış bir kadın olarak bilimin verdiği ilk canlardan sayılabilir.
Felsefe tarihi boyunca gözümüze hep erkek tekelli düşünceler çarpsa da Hypatia, kendi çağında yaptığı bilimsel çalışmalar ile önemli bir bilim insanı ve kadın filozof olmayı başararak bu düşünceyi yıkmayı başarmıştır. Hypatia, bilginin cinsiyetinin yönünü değiştirdiği bir yol ayırımında bulunmaktadır. Din ile uyuşturulmuş zihniyetlere ve erkek egemen otoritelere karşı durabilmeyi gösteren simge olmuştur. Otoritelerin kadına ‘bahşettiği’ roller, kadının konuşmasını bile yasaklarken Hypatia bu rolleri önemsemeyip kendisini var etmeyi başarabilmiş bir kadındır.
Hypatia’dan günümüze yüzyıllar geçmiş olmasına rağmen kadının ikincil plana atılması, insanların yüzlerini dini söylemlere dönmeleri hala değişme göstermemiştir. Şimdilede de, toplumsal yaşamdan izole edilmiş bir biçimde, sadece gündelik yaşamları ile varlığını sürdüren kadınlar yaratmaya çalışan bir sistemde yaşamaktayız. Bu sistemde kadın; çocuk doğurur, çocuğun bakımını üstlenir, ev işleri ile uğraşır, hizmet sektöründe güvencesiz çalışır, işten çıkarıldığında kocasına muhtaç kalır. Bunlar yetmezmiş gibi cinsel şiddete veya beden şiddetine maruz kalırlar. Kadınları, kadın olmaklığı küçük düşürmeye yönelik yaşanan bu olaylar, kadınlara kadınlığın hastalıklı bir durum olduğunu kanıksatma yönünde de girişimlerde bulunmaktadırlar. Bu gerici anlayış, kadınları silikleştirmeye çalışırken sistemlerinin varlığını sürdürebilmeleri için gerici yasalar ile yaptırımlarını arttırmaya çalışmaktadırlar. Kadın-erkek eşitliğinin sağlanması, kadınların örgütlenip sokağa çıkmaları ile kazanılacaktır.
Kadın, önce kendisinin sömürülmesine karşı mücadele ederken, bu mücadele sonraları işçi sömürüsüne karşı mücadeleye evirilecektir.
Gündelik yaşamının sınırlarını çizen ve bu sınırların aşılmasını istemeyen bir sistemde kadın olmak hatta insan olarak kalabilmenin zorluğunu yaşayan her insan kendisine alternatif yaşam şekilleri yaratmak zorundadır. Kadının üretime katıldığı dolayısıyla toplumsallaştığı bir anayasa örneğine bakacak olursak; 1918 yılında Ekim Devrimi’nden sonra Sovyet anayasasında, “üretime katılarak topluma yararlı olanlar ile ev işleriyle ilgilenerek, diğerlerinin üretime katılmalarını destekleyenler” diye ifade edilen, kadınların her alanda görmezden gelinmesi mümkün olmayan emeklerinin olduğudur. Bir toplumun gelişebilmesi için kadının toplumsal yaşamın parçası haline gelmesi gerekmektedir. Bunun için Sovyet anayasası, bu yaklaşımın, toplumsal yaşamın en temel metninde kuumsallaşmış, garanti altına alınmış olması bakımından somut bir veri sunmaktadır.