James Bond Düşmanını Arıyor – Selin Süar

James Bond Düşmanını Arıyor* 

1962 yılında başlayan serinin ikinci filmi olan ‘Rusya’dan Sevgilerle’ ve 21. filmi olan ‘Dünya Yetmez’in ardından bir kez daha İstanbul’un ev sahipliği yaptığı son James Bond filmi ‘Skyfall’, geçtiğimiz günlerde vizyona girdi. 200 milyon dolarlık dev bütçesiyle Çin, İngiltere, İskoçya ve Türkiye’de Kasım 2011’de çekimlerine başlanan filmle “James Bond”, yarım asrı geride bırakarak beyaz perdede yeniden yerini aldı. Yönetmenliğini Sam Mendes’in, senaryosunu John Logan’ın ve görüntü yönetmenliğini Roger Deakins’ın üstlendiği Skyfall’un oyuncu kadrosunda ise Judi Dench, Ralph Fiennes, Albert Finney ve Javier Bardem var.

Beyaz Perdede Demir Perde’ye Karşı Amansız Mücadele

Söylenceye göre Atatürk’ü izleyen casuslardan esinlenerek yaratılmış bir karakter olan ve İngiliz İstihbarat Örgütü M16 için çalışan ajan, beyaz perdedeki yüzüyle yıllar yılı Soğuk Savaş eşliğinde Sovyetler Birliği’ne, komünistlere ve Doğu Blok’u ülkelerine karşı savaştı. Politik gelişmelere ve Dünya değişimine paralel olarak yaratılan ve kapitalizmin savunuculuğunu yapan Bond, Hollywood süslemeleriyle Demir Perde’ye karşı beyaz perdedeki ‘karizmatik kovboy’ stereotipiyle, yıllar yılı filmin alt kodlarında yatan Anti- Sovyetik kodlarıyla seyirciye seslenmeye devam etti. Ian Fleming’in 1952 yılında hayali bir İngiliz ajan karakteri olarak yarattığı ‘007 James Bond’ etrafında birçok roman kaleme almasıyla başlayan seri üzerinden karakterin ve olayların analizini yapan Umberto Eco’ya göre Bond romanlarının çizgisi hiç değişmez. Soy kökenleri bilinmemekle birlikte İngiliz olmayan, melez ve Sovyetler Birliği’yle ilişki içinde olan kötü adam, örgütlü bağlarla fahiş paralar kazanır ve Batı’nın düşmanlarına yardım eder. Bu kötü adamların korkunç planları vardır ve Bond, kötü adama meydan okurken onun zorbalık ettiği bir kadınla tanışır. Kadını bu zorba egemenin elinden kurtarır, ancak Bond’la kadın arasında başlayan ilişki Bond’un kötü adamın eline geçmesiyle kesintiye uğrar. Devamında Bond, düşmanı öldürür ve mutlu son, kadının kollarında noktalanır.

Bond Düşmanını Arıyor

Beyaz ve siyahın belirgin ayrışmasıyla karşımıza gelen ve iyiyle kötünün amansız mücadelesi şeklinde sunulan ajanın etrafında dönen olay örgüsü, Sovyetler ’in yıkılışıyla beraber yönünü kaybetti. 2. Dünya Savaşı’nın ardından Doğu ve Batı bloklarının arasındaki gerginlik hiçbir zaman sıcak savaşa dönüşmese de birbirlerini yıpratmaya çalışan iki taraf arasındaki Soğuk Savaş’ın, komünizmin çöküşüyle bitmesi ile Bond, 20 yıldır düşmanını arıyor. Çeşitli silah tüccarları, Superman’deki kötü adam Lex Luthor gibi dünyayı tuhaf aygıtlarla ele geçirmeye çalışan, nereden geldiği belirsiz kötülerle kendini var eden Hollywood, gözlerini bir ara Kuzey Kore’ye ve zaman zaman Çin’e dikse de belirsiz çizgisinde kendi yolunu ve keskin hatlarla tanımlanan düşmanını bir türlü bulamıyor hale geldi. Bond filmlerinin son üçlemesinde, aranılan düşmana bir de aranılan kimlik eklendi ve ayakları yere basan bir senaryo/karakter yapısıyla seri, gerçekçi bir anlatıya doğru evrildi.

Bunda hiç kuşkusuz Amerikalı yazar Robert Ludlum tarafından 1980’lerde yıllarda piyasaya çıkmış üç kitap olan ve 2000’lerin başında bu kitaplardan uyarlanarak başrolünde Matt Damon’ın oynadığı üç sinema filmi olan “Bourne Üçlemesi”nin etkisi büyük. Bourne serisi, Rambo, James Bond, Zor Ölüm ve türevi aksiyon filmlerinin içi boş karizmasını dağıtacak bir yapıya sahipti. Bu tip filmlerde derinlikli senaryo namına bir şey yoktu, karakterler yaralanmazdı, asla çaresiz kalmazlardı ve tam anlamıyla yenilmezdiler. Film boyunca yerli yersiz patlamalar ve dozu tutturulamamış sulu aksiyonlar izlenirdi. Bourne Üçlemesi öncelikle aksiyonu kusursuz bir hale getirdi, karakterin ise gerçek dünyada olduğu gibi kusurları vardı. Senaryolar çok katmanlı, sürprizli ve takip edilmesini gerektiren bir donanıma sahip oldular. Aksiyon sinemasının çıtası şekil değiştirince Bond da buna uymak zorunda kaldı.

Kendini arayan Bond, bu kez alışılageldiğin dışında sarışın ve kısa boyluydu. Kavgalarda yaralanabiliyordu, zaafları vardı ve ele avuca sığmıyordu. Mutlu son her zaman başına gelmeyebiliyor, örneğin âşık olduğu kadın ölebiliyordu. Klasik Bond filmleri için alışılmışın dışında olan bu gelişmelerle senaryo yapısı, bir sonraki filmle de bağlantılı olacak şekilde çok katmanlı ve sürprizlerle dolu bir hâl aldı.

Geçmişle kıyaslandığında eski Bond’un her zaman şık, dört dörtlük bir centilmen, kadınların asla karşı koyamadığı, kesinlikle heteroseksüel ve ‘Vodka Martini’sini “Shaken, not stirred” alırken, zamane Bond artık Martini’sini bile “umurumda değil” şeklinde alır hale gelmiş. Yeni Bond, yine şık, ancak her zaman centilmen değil, biraz daha çoğunluğa yakın bir tarzı tutturmuş olarak sahnedeki yerini almış. Kadınlarla arası iyi olmakla birlikte son filmde, biseksüel olabileceğine dair imalarda bile bulunuyor.

Düşman konusunda ise en büyük sıkıntısı, büyük şirketlere, uluslararası mafyalara, silah-enerji şirketlerine karşı mücadele verirken, bizzat hizmet verdiği ülke ve teşkilatın da bu sistemin bir parçası oluşu. Bu ikilem zaten son filmde “teşkilat tarafından istenmeyen Bond” temsiline yol açıyor, ancak sonuç olarak karakterini ve düşmanını arayan Bond’un dünyadaki sistemi daha iyiye götürmek açısından herhangi bir radikal çabası, arzusu olduğu görülmüyor. Bu nedenle karşımıza çıkan sonuç yine Batı’nın ve kapitalizmin çıkarları söz konusu olduğunda, gerekli görüldüğü takdirde Bond ve onun gölgelerinin her yerde karşımıza çıkması oluyor. En nihayetinde Hollywood yine kodlarını belki biraz daha karışmış aklıyla ve Postmodern çerçevede veriyor, ancak yine komünizm düşmanı, yine hedonist, yine şiddet yanlısı, yine sisteme eklemlenmiş bir ajan olan Bond, köklerinden koparılmadan sunuluyor.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergiocak2013

Bunu paylaş: