Söyleşi: Mehmet Esen*
“Türkiye’ye en çok zararı köşe başlarını tutmuş, aydın olarak
geçinen eski solcular veriyor.”
Türkiye’de bazıları oyuncuların politik olmasından daima yakınır durur, ama bazı oyuncular vardır ki, doğru olduğuna inandığı fikirden asla vazgeçmez. Bu isimlerden biri Mehmet Esen. Hem tiyatro ustalığıyla, hem özenle seçip yer aldığı projelerle, hem de politik duruşuyla kendinden ödün vermiyor. Belki bize göre aydın, kendisine göreyse katetmesi gereken çok yolu olan Mehmet Esenler biraz daha çoğalsa bugün ne sinema sektörü, ne de dizi sektörü şimdiki konumundan daha yukarıda olurdu. Oyunculuğunun yanı sıra Twitter’da da yazdıklarıyla gündeme oturan Mehmet Esen ile güzel ve doyurucu bir söyleşi yaptık. Esen’in söyledikleri, gizli kalmış bazı gerçekleri de ortaya koyacak. İyi okumalar.
Oyunlarınızla Avni Dilligil, Ankara Sanat Kurumu Ödülleri, ODTÜ Yılın Oyuncusu Ödülü kazanmış bir oyuncusunuz. Bu sıralar oynadığınız Meddah 2012 ile sohbetimize başlayalım. Oyunun içeriğinden ve nasıl gittiğinden biraz bahseder misiniz?
Oyun gündemde ne varsa, yaşadıklarımdan yola çıkarak şekilleniyor. En son Ankara Hukuk Fakültesi’nde oynadım. Orada hikayemi mahkemelerde yaşadıklarımdan besleyerek anlattım. Meddahlığa 1980’de Erol Toy’un ‘Düş ve Gerçek’ adlı oyununda Münir Özkul’un rejisinde başladım. 1983’te yine Münir Özkul’un rejisinde Ahmet Önel’in yazdığı Kaşif-i Eyvah Nadir Efendi Meddah oyunuyla devam ettim. 1989 yılına kadar böyle devam ettikten sonra doğaçlama yapmaya başladım. Bugüne kadar ne mutlu ki hep dolu salonlara oynadım. Kulaktan kulağa yayılması, o seyircinin oluşması İzmir’de 450 kişinin, Ankara’da 650 kişinin gelip beni izlemesi güzel bir duygu. Beni davet ettikleri taktirde her yere gitmeye çalışıyorum.
Şimdi yeni bir dizi projeniz var galiba ‘20 Dakika’ adında.
Evet, yakında başlayacak bir proje. Ondan önce bir sinema filminde rol aldım.
Tiyatrodan geçiminizi sağlayacak kadar para kazansaydınız, dizilerde oynamaya devam eder miydiniz?
Ederdim, çünkü dizileri önemsiyorum. Oyuncu her yerde sözünü söyleyebilmeli. İyi bir projeyse, sen sözünü söyleyebiliyorsan o projede yer almalısın. Ben, “Uçurum” adlı bir dizide oynadım. Çok insan beni yolda çevirip, bana teşekkür etti. Çünkü gizli kalmış şeyleri bile anlatabiliyorsun. Filmde bunu yapamıyorsan, tiyatroda yapamıyorsan dizide yapıyorsun. Sabun köpüğü işlerde asla rol almadım. Muhakkak yönetmenle, senaristlerle oynadığım karakterlere ne katabileceğimize dair konuştum. Olmadık bir yerde olmadık bir insanı etkileyebiliyorsun. Bu sebeplerle dizi sektörünü ciddiye alıyorum. Daha çok insana ulaşıyorsun. Tiyatroyla bunu ne kadar yapabilirsin?
Sürekli olarak kısa filmlerde de rol alıyorsunuz.
Elimden geldiğince yardımcı oluyorum. Fırsat buldukça da izlerim, çünkü daha gerçekçi geliyor bana kısa filmler. Daha güzel sözler söylüyorlar. Gişe, yapımcı kaygısı olmadan kendi laflarını rahatça ediyorlar.
Filminizden biraz bahsedebilir misiniz? Hem İstanbul’da hem İngiltere’de oynadınız.
Patricia Highsmith’in bir romanından uyarlanan, Hossein Amini’nin yönettiği ‘Ocak Ayı’nın İki Yüzü’ adlı filmde rol aldım. Filmde Viggo Mortensen, Kirsten Dunst, Oscar Isaac gibi oyuncularla çalıştık. Türk oyuncular olarak da benimle birlikte Okan Avcı ve Yiğit Özşener vardı. Filmin Londra ayağında da yer aldım. Çok güzel bir deneyim oldu. Hollywood filminde gördüğüm saygıyı bir tek Hindistan’a gördüm. O kadar içten bir samimiyet gösteriyorlar ki insanlara, çalışanlara; mutlu oluyorsunuz. Senin oynayabilmen için yediğinden içtiğine kadar bütün olanakları seferber ediyorlar. Çalışma saatin 8 saat, çünkü her şey planlı. 1962 yılında geçen ve o yılları çok güzel anlatan bir film. İstanbul çekimlerinden sonra beni Londra’ya davet ettiler, ek bir sahne yazıldı, bir hafta da bu sahnenin çekimleri için Londra’da bulundum . Bende kalan en önemli şeylerden biri, bizim setlerimizde başrol oynayan bazı insanların ne kadar büyük egolara sahip olduğunu gördüm. Dünya sinemasının en üst seviyesinde yer alan üç oyuncuyla oynadık, ama egodan, kompleksten eser görmedik. Gerçekten bir dostluk yakaladık.
Bu belki yeni projelere de vesile olur.
Film sürecinde biri İngiltere’de, biri de Amerika’da çekilecek iki filmden teklif aldım. Ocak sonunda görüşmek için Londra’ya gideceğim. Bir de bu filmde yer alarak ‘Türkiye’de iyi oyuncular var’ dedirttik. Bu hepimiz adına sevindirici bir haber.
Dediniz ki orada insanlara daha çok saygı var ve çalışma şartları daha insanı. Türkiye’de bunlar olur mu?
Hep söylüyorum; benim umudum var. Yasalar geçiyor, insanlar haklarını arıyor. Yapımcılar daha güçlü. Ben aynı zamanda sendika üyesi olarak da görevimi yapıyorum. Benim gibi birkaç arkadaşım var bunlarla mücadele eden. Elbet bir gün kazanacağımız, yadsınamaz bir gerçek.
Her zaman emekten söz ediyoruz. Sizin de söylemleriniz emekten yana, ama emek sömürüsünün en çok yapıldığı dizi sektöründe siz de zaman zaman yer alıyorsunuz.
Seçtiğim projelerde hem projeye, hem de yapım şirketine çok dikkat ediyorum.Sömürü çarkının içinde olmamaya çalışıyorum. Seçtiğim projelerde buna dikkat ediyorum. Bu şekilde kendimi daha rahat hissediyorum ve rahat çalışabiliyoruz. Evet, benim yer aldığım setlerde de zor şartlarda ve uzun saatler çekimler yapılabiliyor. Biz zaten bunlar için de setlerde bayrağı çeken kişi oluyoruz.
Azizm olarak sitemizden duyurduğumuz bazı şirketlerin ödemeleriyle ilgili sorunlar var. Kamera arkasındaki isimlere 10 bölüm boyunca para verilmediğini duyuyoruz, ama kamera önündeki insanlara ödemelerde sorun yaşatılmıyor.
Biz zaten bu hataları görüp, yapımcıyla dialog halinde olup bu tür aksaklıkları olumlu yöne doğru çevirmeye çalışıyoruz. Oyuncular, başkasının hakkı yendiği zaman onların da yanında olmalı, sadece kendi hakkını savunmamalı. Yapımcı diyor ki, “Ben de kanaldan paramı alamadım”. Aslında tam tersine kamera arkasındakilerin değil, kamera önündekilerinin parasını daha geç veriyor aldıkları paralar daha fazla diye. Bu bir çark ve parçalardan biri kırılırsa o çark dönmez. Kanal “Reklamdan para alamadım” diyor, yapımcı “Kanaldan para alamadım” diyor; çark böyle gidiyor. Ama ben bunların aşılacağını düşünüyorum. Bu konuda karamsar değilim.
Türkiye’de ‘işler nasıl olsa bir şekilde yürür’ mantığı hakim. Bu yüzden hakkı yenen insanlar hakkını aramak için sürekli çabalamak zorunda. Sendikalaşmaya gitmek artık mecburi bir hâl aldı.
Bizde bunların yanında bir de korku var. Sadece oyuncularla ilgili değil, diğer mahkemelerde de ortada kimse yoktu. Pınar Selek davasında, Hrant Dink’te, Sivas davasında yoklardı. Eğer buralarda yer alsalar, korkuyu ve ölü toprağını üstlerinden atsalar işler belki daha kolaylaşır. Gün gelecek bunlar da olacak, ama her kayıp gün, kendi çocuklarının geleceğinden çalıyor. Binlerce oyuncuyuz, ama bu barikatlarda yer alan birkaç kişiyiz. Amerika’da 60’lı yıllarda zenciler, otobüste bir beyaz gördüğünde kalkıp yerini beyaza verirdi. İşçi bir siyahi kadın, bir gün yer vermedi ve Amerika’da her şey değişti. Bugün Obama, Amerikan başkanı. Sanatçılara da bunu anlatmaya çalışmak gerekir. Bir gün hep beraber ‘Yapmıyoruz’ dediğimizde burada da her şey değişecek.
Bu ülkede yaşanabilecek en kötü şeyleri yaşadınız; hapis yattınız, işkence gördünüz, ama bunlar sizi yıldırmamış. Bu kadar olaya rağmen sizi bir gün Silivri’de, bir gün Hrant’ın davasında, ertesi gün Emek Sineması için yürürken görüyoruz.
Hz. Ali’nin ‘Kişi bilmediğinden korkar’ dediği gibi, ben bunların hepsini bildiğim için korkmuyorum ve en önde durmayı kendime görev ediniyorum.Yapabileceğim bir şey varsa onu sonuna kadar kullanmaya çalışıyorum. Beni tekrar alsalar, ne yaşayacağımı biliyorum. Onlar da bunu bildikleri için pek bulaşmıyorlar. Tarih, bunları bir gün doğru yazacak. Ahmet Hamdi Tanpınar’ın ‘Tarih, bir yerde bütün hataların tasfiyesini yapmayacak mıydı?’ sözüyle Edip Cansever’in ‘Ne gelir elden insan olmaktan başka’ sözünü çok severim. Bu sözler hayatımın felsefesidir.
80’lerde sizin çok sayıda resim sergisi gezdiğiniz söyleniyor. Resim sergisinden neyi kastettiğimizi de okurlarımıza söyleyelim; siz, Kenan Evren’in darbe döneminde yaptıklarını bir sergiye benzetiyorsunuz.
Kenan Evren, sergisini, belki bir milyon insana, acımasızca göstermiştir. Halkın sanatçısı olmayı seçersen onun bedelini de ödemeyi göze almalısın. Ben 1976’dan günümüze kadar bunu yaşıyorum. Zaten halkın sözünü söyleyemeceksem de bu işi yapmam. Benim derdim sistemle. Sistemin parçaları; polisler, askerler, kolluk kuvvetleri, işkence evleri de kendini korumak isteyecek. Biz de o sistemin yanlışını göstermek için çalışacağız.
Siz, Münir Özkul, Erkan Yücel, Genco Erkal gibi üstadların mutfağından geçtiniz. Bu isimler sizi nasıl etkiledi?
Ülkemi sevmeyi de ustalarımdan öğrendim, halkı sevmeyi de ustalarımdan öğrendim. Halkın bir parçası olup dertlerine ortak olmayı da onlardan öğrendim. Böyle büyük ustalarla çalışabildiğim çok mutluyum. Onların gösterdiği yolda ilerlemeye çalışıyorum, başarabiliyorsam ne mutlu.
Düşüncelerinizi, duygularınızı sosyal medyada paylaşan ve bu mecrayı iyi kullanan bir isimsiniz. Yaşadığınız Adalar ve Cihangir, iki farklı partinin yönetiminde. Siz bu ikisinin sorunlarını da Twitter üzerinden paylaşıyorsunuz. Parti gözetmeden düşüncelerinizi söylüyorsunuz.
Yanlış gördüğüm şeye ‘Hayır’ demeyi öğrendim ve bunları paylaşmayı bir görev biliyorum. Kurum, kişi veya görüş beni bağlamaz. Nasıl kötüyü paylaşıyorsam, iyi bir şey gördüğüm anda da karşıt görüşümde olsa dahi onu da söylemeyi bilirim. Bunu yapmadığınız zaman iyi insan olamazsınız.
Sizin söylediklerinizin yankı uyandıran bir tarafı da var.
Çünkü doğru olanı söylüyorum. Haklı bir fikir, her zaman karşılığını bulur. Ben de gücümün yettiğini sonuna kadar kullanmaya çalışıyorum.
Aydın bir insan olarak yapmanız gerekeni yapıyorsunuz yani?
Kendim için aydın diyemem. Sadece kendimi donatmaya, kendimde olanları da başkalarına aktarmaya çalışıyorum. Aydınları, düşünce adamlarını tanıyıp kendimce bunları harmanlıyorum. Şunu çok net olarak söyleyebilirim ki; Türkiye’ye en çok zararı köşe başlarını tutmuş, aydın olarak geçinen eski solcular veriyor. Çünkü bunlar ikili ve yalan oynuyorlar. Hiçbir şekilde eleştiriyi de kabul etmiyorlar.
Sosyal medya üzerinden devam edecek olursak, orada bazı isimlerle yaşadığınız tartışmalar da oldu.
Medyadan iki sevdiğim insan, Twitter’da beni komik bir şekilde blokladı. Onlardan biri, kalemini sevdiğim Yekta Kopan. Yaptığı program artık maalesef ne etliye ne sütlüye dokunur bir hale geldi. Ben bu programı eleştirdiğim zaman beni blokladı. Programına gelen çok popüler konukları “evet efendim, sepet efendim” diyerek sürekli onaylıyor. Haklıdan yana değil, güçten yana. Cem Yılmaz’ı konuk etti programına, büyüklüğünü öve öve bitiremedi. Ben de dedim ki, gel benden dinle Cem Yılmaz’ı bakalım aynı şeyleri düşünecek misin? Onlar o gücü seviyor.
Ezgi Başaran da diğeri. Yazdıklarını ve söylemlerini sevdiğim biri, ama bir gün baktım Gülben Ergen’e methiyeler düzüyor. Yahu bu kadın, Kenan Evren’in elini öpüp “Allah sizi başımızdan eksik etmesin.” diyen biri. Sen, koskoca gazeteci, bunun hesabını sormadan nasıl onu övüyorsun ki? Ona da bunu söyledim o da blokladı. Düşünün bu insanlarla bu ülkeyi düzelteceğiz. Maalesef bu arkadaşlarım böyle yaparak kendilerini bitiriyorlar.
Enver Aysever’i de çok severim misal. Yaptığı program, sorduğu sorular çok başarılı. Ferhan Şensoy’u çıkarttı bir gün programa. Ferhan Şensoy gibi birisine siyasi soru soramadı, ülke gündemine dair bir tek soru soramadı ve devamlı pohpohladı. Eğer sen bunları sormazsan hem o adama, hem ülkeye kötülük yapmış olursun. Aksi olursa o adam hep doğruyu söylediğini sanar.
Sanırım o programda tiyatro camiasını konuşmuşlardı.
Tamam da, koskoca programda bir tane siyasi soru sorulmaz mı o kadar konuşacak, ciddi başlıklar atabilecek adama? Övdün övdün, ne geçti ele?
Dediğiniz gibi biraz daha dürüst olmak gerekiyor herhalde. Sanatçı mafyası tabiriniz var. Bunu biraz aydınlatabilir miyiz?
Birbirini kollayan bir kesim var. Övdüğün zaman seni kendinden sayan, ama en ufak eleştiride seni dışlayan bir kesim var. Ben bunu Yılmaz Erdoğan, Necati Akpınar ve BKM (Beşiktaş Kültür Merkezi) ile çok yaşadım. Onlar da köşebaşı tutmuşlar, sürekli parti yapıyor, biri buna konser davetiyesi yolluyor, öbürü ötekini pohpohluyor. Bütün basının görmezden geldiği son bir olay var mesela: Açlık grevleri yapıldığı dönemde Yılmaz Erdoğan, Çubuklu Hayal Kahvesin’de vur patlasın, çal oynasın doğum günü partisi kutladı. Haberin var mı senin bundan?
Maalesef, yok.
Yok, çünkü bunu bir tek Can Dündar yazdı ama överek, tek bir eleştiri getirmeden yazdı.(http://gundem.milliyet.com.tr/bir-yasgunu-gecesi/gundem/gundemyazardetay/18.11.2012/1628662/default.htm) Dündar bu kadar güzel yazılar yazıp, bu kadar haktan davranan biri gibi görünüyor, ama Yılmaz Erdoğan’a, “Senin halkın açlık grevinde ölmek üzereyken sen utanmadın mı bu doğum gününü yapmaya?” diye soramadı. Al sana ikiyüzlü bir aydın tavrı. Can Dündar’ın yazısında bu partiye kimlerin katıldığını görebilirsiniz. Ben,“Yılmaz Erdoğan, Kürt halkının yüz karasıdır” dediğim zaman bana kızdılar. Biz bu insanlar ölmesin diye uğraşırken sen orada kaç yüz kişiye davet vermeye utanmıyor musun? Açlık grevlerinin ölüm noktasına geldiği günlerde üstelik.
Ortada BKM ile ilgili bir senaryo davası var örneğin. Ata Demirer sevdiğim genç bir arkadaşım. Ferdi Tayfur’u da tanırım, severim. Bir senaryo çalındı hikayesi yaşandı ikisinin arasında. Senaryo tartışılırken Yüksel Aytuğ’un bir programı çıktı ortaya(http://www.youtube.com/watch?v=DyN4JHoWs-8) . Bu programda Ferdi Tayfur, Ata Demirer’e bu film projesinden bahsediyor, Ata da “Gönder” diyor. Sonra Ferdi Tayfur, “Ata benim projemi aldı” diyor. Ata, projeyi aldığına dair ileti makbuzu imzalamış, ama almadım diyor. Olay şu an mahkemede ve ne olacak belli değil. Bakın Ahmet Hakan ilk başta bu senaryo olayıyla ilgili olumlu bir yazı yazmıştı. Yazıdan sonra Sırrı Süreyya Önder, Ahmet Hakan’ı aramış ve konuşmuşlar. BKM güçlü, ilişkileri iyi olan bir kurum. Sanırım Sırrı’dan böyle bir konuşma yapmasını rica etmişler. Bir gördük ki Ahmet Hakan tam tersi bir yazı yazdı.
Sırrı Süreyya Önder sevdiğim ve saygı duyduğum biri, onun aday olduğu dönemlerde seçilebilmesi için en yakınında duranlardan biriydim, “Fikir sahibinin değil, kullananındır” dedi. Neden? Çünkü Sırrı da onlara senaryo yazıp satıyor. Buradan da Sırrı’ya söylüyorum: Kardeşim ayıptır. Bunlar böyle yaparak kendilerini bitiriyorlar. Sanıyorlar ki kimse görmüyor.
2010 yılında Mahsun Kırmızıgül’ün “Güneşi Gördüm” filmi çıktığında bir gazeteci çıkıp ona “Sen, Kürt Halkı’nın yüz karasısın” demişti. Buna da örnek olarak Ahmet Kaya’nın gecesinde şakşakçılık yaptığını söyledi.
Mahsun o gecede Ahmet’in önüne geçip olayları engellemeye çalışanların başında geliyor olmalıydı. O geceki tavrından ötürü Ahmet Kaya’nın ailesine ve bu halka özür borcu vardır Mahsun Kırmızıgül’ün ve Mahsun bu özrü dilememiştir. Korku da bağışlanabilir, insani bir duygudur, ama yine de o özrü dilemeli. Bu söylediğim insanların hepsi aslında bir şey yapmaya çalışan insanlar, ama bunları biz eleştirmezsek yanlışları nasıl görecekler? Can Dündar, Yılmaz Erdoğan’ı eleştiremediği için hem kendisine zarar veriyor, hem de Yılmaz Erdoğan’a zarar veriyor. Sevgili Sırrı Süreyya Önder, sen BKM’ye senaryo yazıyorsun diye niye BKM’yi kayırıyorsun? Bunları ben biliyorum ve yakıştıramıyorum.
Son olarak Halil Ergün’ün Başbakan ile ilgili açıklamalarını nasıl buluyorsunuz?
Programı izlemedim, ama daha sonra basında gördüm. Ergün’ün o düşüncesini her ne kadar onaylamasam da samimiyetle yaptığı açıklamaları saygıyla karşılıyorum, iki yüzlü de davranabilirdi, çünkü Halil Ergün, zamanında hapislerde yatmış, işkenceler görmüş ve çok bedeller ödemiş bir isim. Böyle bir adam “seviyorum” diyorsa gerçekten seviyordur. Ben katılmıyorum bu görüşlerine, ama bunu söylediği için de alnından öpmek lazım dürüstlüğünden ötürü. Bu sözlerinden sonra o meşhur solcuların bıçaklarını nasıl çekeceğini ve ne kadar bedel ödeyeceğini bilmiyor mu? Bize böyle adamlar, dürüst adamlar lazım.