Rousseau: Kötülüğün Keşfi*
- Sözleşme Kuramı ve Kuramcıları
16.yüzyıldan itibaren batıda, sonradan “modern devlet “ olarak adlandırılacak olan yeni bir olgu ortaya çıkmaya başlar. Buna paralel olarak ise söz konusu olgunun doğasına, nasıl kurulduğuna ve meşruluğunu nereden aldığına dair yapıtların da yazılmaya başlandığı görülür; bu, devletle birlikte modern siyasal düşüncenin de gelişimi demektir.
Modern devleti anlamaya dair en önemli girişimlerden biri “sözleşme kuramcıları”ndan gelmiştir. Sözleşme kuramcıları, insanların varsayımsal bir devletsizlik halinden, yani doğa durumundan, yaptıkları bir sözleşme aracılığıyla nasıl devletli duruma geçtiklerini ortaya koymaya çalışırlar. Fakat mesele sadece bununla sınırlı değildir; sözleşme kuramcıları, doğa durumunu tarif ediş biçimleri, sözleşmenin kimler arasında imzalanmış olduğuna dair söyledikleri ve sözleşmenin yapılış şartlarını ortaya koyuşlarıyla, hem devlet toplum ilişkisi, hem de devletin niteliğini üzerine saptamalarda bulunurlar. Böylelikle, varsayımsal bir durumdan yola çıkılarak, gerçeklikteki devletin niteliğine ve nasıl olması gerektiğine dair politik bir tutum alınmış olunur.
Siyasal düşünceler tarihinin “sözleşme kuramcılar”ı olarak adlandırılan en önemli üç ismi, kronolojik sırayla söylendiğinde, Thomas Hobbes, John Locke ve Jean Jack Rousseau’dur. Her üç isim de siyaset felsefelerini, doğa durumu ve sözleşme kavramları üzerine inşa etmişler, buradan hareket ederek hem devletin varlık nedenini açıklamaya girişmişler, hem de kafalarındaki ideal devlet kurgusunu ortaya koymuşlardır.
Hobbes’un Leviathan’ı
Sözleşme kuramcılarının ilki olarak görebileceğimiz Thomas Hobbes başyapıtı olarak kabul edilen Leviathan’da insanların “eşit ve özgür” olarak bir arada yaşadıkları bir doğa durumu tasvir eder. Ancak söz konusu eşitlik ve özgürlük hali, pozitif bir içerik taşımaz, doğa durumunda insanlar birbirlerini öldürebilme anlamında eşit ve özgürdürler:
“Doğa insanları beden ve zihin yetilerinde öyle eşit yaratmıştır ki, bazen bir başkasından açıkça ya da bedence daha güçlü ya da daha keskin zihinli biri bulunsa bile, her şey hesaba katılınca, iki insan arasındaki fark, bir kimsenin kendisinde, başkalarında bulunmayan bir üstünlüğü olduğu savını öne sürebilmesine yetecek kadar büyük değildir. Çünkü beden gücü söz konusu olduğunda, en zayıf olan insan ya gizli bir düzenle ya da kendisi gibi aynı tehlike altında bulunan başkalarıyla birleşerek, en güçlüyü öldürmeye yetecek kadar güçlüdür. Zihin yetilerine gelince…bu konuda insanlr arasında bedensel güç konusunda olduğundan daha büyük bir eşitlik buluyorum. i
Doğa durumunda kimse canının ve malının güvenliğinden emin değildir. Çünkü insan, doğası gereği gücü arzulayan bir varlıktır ve gücünün artışı ancak başkalarının gücündeki azalışla mümkündür, dolayısıyla bu gücü koruyabilmesi için sürekli olarak başkalarıyla savaşması gerekmektedir. Hobbes bu durumu “insan insanın kurdudur” diye açıklar ve her bir insanın başka bir insanın kurdu olduğu bu durumu, herkesin herkese karşı savaşı olarak tarif eder. Yani doğa durumu, insanlar arasında sürüp giden sonsuz bir savaş halidir.
Herkesin herkesle savaştığı bu durumdan çıkış, insanların başkasını öldürmeye dair eşitlik ve özgürlüklerinden vazgeçmelerini ve bunu kendilerinden daha üstün bir güce devretmelerini gerektirir; çünkü insanlar ancak bu şekilde canlarının ve mallarının güvenliklerinden emin olabileceklerdir. Bu nedenle insanlar, kendi aralarında bir sözleşme imzalayarak, doğa durumunda sahip oldukları şiddet kullanma iktidarını egemen bir güce, yani devlete, yani Leviathan’a devrederler. Hobbes’un kuramında sözleşme, uyruklar arasında imzalanır, yani egemen, sözleşmenin taraflarından biri değildir. Dolayısıyla, egemenin uyruklarına karşı sınırsız bir özgürlüğü vardır; o, sözleşmeye bağlı olmaksızın ve herhangi bir yaptırıma uğramaksızın, eline geçirmiş olduğu güç kullanma tekelini istediği şekilde kullanır. Yine de bu devletin bütünüyle keyfi bir şekilde hareket edebileceği anlamına gelmez, egemen güç “yaşam hakkı”na saygı duymak zorundadır:
“Bir yurttaş, insan olması nedeniyle, egemenin buyruğu üzerine, kendisini öldürmeyi yaralamayı; yaşamına gerekli olan şeylerden kendisini yoksun bırakmayı; affedilmesi garanti edilmediyse işlediği bir suçu itiraf etmeyi; devlet buyruğuyla bir başkasını öldürmeyi; gönüllü yazılmadıysa savaşa gitmeyi reddetme hakkına sahiptir.”ii
Locke’un Liberal Devleti
Sözleşme kuramcılarının bir diğer önemli ismi John Locke da tıpkı Hobbes gibi işe varsayımsal bir doğa durumundan başlar; ancak onun doğa durumu tasviri Hobbes’unkinden büyük ölçüde farklıdır. Locke’un doğa durumu tasvirinde insanlar arasında bir savaş durumu yaşanmaz, insanlar barış içerisinde bir arada yaşarlar. Ancak burada da zaman zaman savaş durumuna dönüşebilecek anlaşmazlıklar ortaya çıkmakta ve bu anlaşmazlıkları bir sonuca bağlayabilecek tarafsız bir güç bulunmamaktadır. İşte Locke’a göre insanlar böyle bir gücün ortaya çıkabilmesi için bir sözleşme imzalar ve özgürlüklerinin bir bölümünü egemene, yani devlete devrederler.
Locke doğa durumunda herkesin birbirini cezalandırma konusunda eşit haklara sahip olduğunu belirtir. “Ancak, herkesten verilecek cezanın oranını ‘soğukkanlı düşünce ve vicdan ışığı’ altında belirlemesi beklenemez. Aslında, insanların kendi davalarının yargıcı olmaları akla aykırı bir durumdur. Birincisi, insanlar tarafgirdirler; kendilerini ve yakınlarını kayırırlar. İkincisi ise, ‘huy kötülüğü, tutkunluk ve öç alma duygusu’ cezalandırmada hakkaniyetli olmayan bir duruma yol açabilir. İşte bu nedenle yönetim insanlar için gereklidir ve uygar yönetim doğa durumunun aksaklıklarını gidermek için yerinde bir çare olacaktır.”iii
Locke’un teorisinin esas sorunsalı mülkiyettir; Locke kralın egemenliği karşısında, yükselen burjuvazinin haklarını ve o haklardan en temel olanını, yani mülkiyeti savunur. Locke mülkiyeti doğal bir hak olarak tarif eder ve kavramın sınırlarını genişleterek, yaşam hakkını, özgürlüğü ve mal sahipliğini işaret edecek bir anlamda kullanır. İşte devletin ortaya çıkışı, mülkiyet hakkının korunmasının doğa durumunda, yani herkesin birbirini cezalandırma konusunda eşit olduğu bir durumda, sağlıklı bir şekilde mümkün olmamasıyla ilgilidir. Devlet, mülkiyeti korumak için ortaya çıkar; sözleşme, mülkiyeti korumak için yapılır.
Locke’un kuramında devlet sözleşmenin taraflarından biridir ve aynı zamanda eyleyebileceklerinin bir sınırı vardır. Çünkü insanlar doğa durumunda keyfi bir iktidara sahip olmadıkları için herhangi bir yasama organı ya da siyasal iktidara böyle bir iktidarı devredemezler. Devlet, varlık nedeni kişilerin mal ve can güvenliklerini korumak olduğundan, bunun dışına çıkabilecek eylemlerde bulunamaz, rızası olmadan kimsenin mülkiyetini elinden alamaz. Böylesi bir eylemde bulunması meşruluğunu ortadan kaldırır ve uyruklara devlete direnme hakkı verir. Sözleşmedeki yükümlülüklerine uymayan bir egemen güce karşı direnmek ve onu devirmek meşru bir haktır. iv
Anlaşılacağı üzere, her iki düşünür de doğa durumundan yola çıkıp sözleşme aracılığıyla devlete varsalar da, doğa durumunu ve sözleşmenin taraflarını farklı tarif ederler ve bu nedenle de iki farklı devlet tasarımına ulaşırlar. Bir yanda Hobbes’un, uyrukları karşısında neredeyse sınırsız bir otoriteye sahip devleti; öte yanda ise Locke’un, varlık nedeni sadece uyruklarının can ve mal güvenliği sağlamak olan sınırlı devleti bulunmaktadır.
İki filozof arasındaki ayrımı ise ancak sınıfsal pozisyonları ve yaşadıkları konjonktürle ilişkilendirerek anlayabiliriz. Hobbes da Locke da kapitalizmin şafağında, burjuvazinin tarih sahnesine çıkmakta olduğu bir dönemde, İngiltere’de yaşamışlardır. Ancak Hobbes, İngiliz iç savaşına tanıklık etmiş ve teorisinin merkezine düzen kaygısını oturtmuşken, Locke’da bu kaygı yerini, burjuvazinin özel mülkiyet hakkının korunması için devletin sınırlandırılmasına bırakmıştır. Artık önemli olan sadece düzen değil, düzen içerisinde burjuvazinin haklarının nasıl tanımlanacağı, dolayısıyla devlet toplum ilişkisinin kapitalizme uygun bir şekilde nasıl düzenleneceğidir.
Rousseau da ise esas sorunsal, düzen ya da mülkiyetin nasıl korunacağına ilişkin bir kaygı üzerinde değil; uygarlığın, özel mülkiyet üzerine kurulmuş uygarlığın, insanlık üzerinde yarattığı yozlaşma halinin nasıl ortadan kaldırılacağı üzerine temellenmiştir.
- Rousseau: Bütün Kötülüklerin Anası Olarak Özel Mülkiyet
Rousseau’nun Mutlu İlkel İnsanı
Rousseau da işe tıpkı Hobbes ve Locke gibi doğa durumundan başlar. Ancak Rousseau’nun doğa durumu tasviri, Hobbes ve Locke’un bir antitezi gibidir. Rousseau’ya göre Locke da Hobbes da doğal insanı değil, kendi çağlarında yaşayan insanı tasvir etmişlerdir. Hobbes ve Locke’un doğal insanı, 15. Ve 16.yüzyıl burjuva insanından başka bir şey değildir. Mülkiyet peşinde koşar, gücü arzular, rekabet eder, hırslıdır vs. Oysa Rousseau’ya göre doğa durumundaki insanda bu özelliklerin hiçbiri yoktur. O, çalışmaz ve üretmez, avcılık ve toplayıcılıkla yaşamını sürdürür, toplumsal bir yaşayış içerisinde değildir, aklı olmakla birlikte düşünme ve konuşma yeteneği fazla gelişmemiştir, özel mülkiyeti, biriktirmeyi, rekabeti ve sömürüyü bilmez. Rousseau’nun doğal insanı tam da bu “yok”luklar nedeniyle doğayla uyum içerisinde yaşar, kendine yabancılaşmamıştır ve mutludur:
“Ormanlarda avare dolaşan, hiçbir hüneri olmayan, konuşmayı bilmeyen, evi barkı, savaşları bağlantıları olmayan, hemcinslerine ya da onlara zarar vermeye hiç gereksinmesi olmayan, az sayıda tutkusu olan, kendi kendine yeten vahşi insan sadece bu duruma uygun duygulara ve bilgilere sahipti. Gerçek gereksinmelerden başka bir gereksinme duymuyor, görülmesinin ilgi çekici olacağını sandığı şeylerden başkasına bakmıyor, zekâsı da gururundan fazla ilerlemiyordu. Rastlantı olarak bir keşif yaparsa, kendi çocuklarını bile tanımadığına göre, bu keşfini başkalarına daha az ulaştırabilirdi. Her sanat onu bulanla birlikte yok oluyordu. Eğitim ve ilerleme yoktu; kuşaklar boş yere çoğalıyordu; her kuşak hep aynı yerden hareket ettiği için yüzyıllar hep ilk çağların kabalığı ve yontulmamışlığı ile akıp gidiyordu; insan türü artık yaşlanmıştı, ama insan hep çocuk kalmıştı.”v
Mülkiyet: Kötülüğün Keşfi
İnsan türü çok uzun yüzyıllar boyunca bu şekilde yaşamına devam eder, ancak zamanla doğaya tek başına direnmenin imkânsız hale gelmesi dayanışmayı zorunlu kılar, insanlar doğa koşullarının zorlamasıyla bir araya gelirler. Bu süreçte insanların aileler olarak bir arada yaşamasını sağlayan barınaklar inşa edilir, zamanla aileler bir araya gelip köyleri oluştururlar ve toplumsal yaşayış başlar. Toplumsal yaşayışın başlamasıyla birlikte ortaya yavaş yavaş bir rekabet çıkar, insanlar kendilerini başkalarına beğendirmeye çalışırlar. Sonrasında ise en büyük günah gelir. Bir toprak parçasının etrafını tellerle çevirip “burası benim” diyen ve buna inanacak insanlar bulan kişi işlemiştir bu günahı. Artık özel mülkiyet ortaya çıkmıştır. Rousseau bu durumu şöyle anlatır:
“Bir toprak parçasının etrafını çitle çevirip ‘Bu, bana aittir!’ diyebilen, buna inanacak kadar saf insanlar bulabilen ilk insan, uygar toplumun gerçek kurucusu oldu. Bu sınır kazıklarını söküp atacak ya da hendeği dolduracak, sonra da hemcinslerine ‘Bu sahtekâra kulak vermekten sakınınız! Meyvelerin herkese ait olduğunu, toprağın ise kimsenin olmadığını unutursanız, mahvolursunuz!” diye haykıracak olan kişi, insan türünü nice suçlardan, nice savaşlardan ve nice yoksulluklardan kurtarmış olurdu!”vi
Özel mülkiyetin ortaya çıkışıyla birlikte azınlıkta kalan bir grup çoğunluğu sömürmeye başlar, bu ise süreklileşmiş bir savaş durumunu ortaya çıkarır: “doğmakta olan toplum en korkunç savaş halinde gelişti; alçalmış, bayağılaşmış, yıkılmış insan türü artık geriye dönemediği, edindiği mutsuz kazançlardan vazgeçemediği, kendisine onur vermiş yeteneklerin kötüye kullanılması yüzünden ancak utanç pahasına çalışabildiği için kendini kendi yıkımının arifesine getirmiş oldu.vii Zenginler süreklileşmiş savaş halinin kendileri ve mülkiyetleri için yarattığı tehlikenin farkında olduklarından yoksulları yönetilmeleri gerektiğine ikna ederler.
Zenginler, yoksulların kendilerine şu soruyu yöneltme ihtimallerinden korkmaktadırlar:
“Birçok kardeşimizin, sizin elinizde fazla olan şeylere gereksindiği için ölmekte olduğunu ya da acı çektiğini, sizin, ortak geçim araçlarından kendi geçim araçlarınızı aşan miktarı kendinize mal etmek için insan türünün açıkça oybirliği ile verilmiş onayını almanız gerektiğini bilmiyor musunuz?”viii
Ve bu sorudan korktukları için yoksullara şöyle seslenirler:
“Zayıfları baskıya karşı güven altına almak, muhterisleri durdurmak, herkese kendine ait olanın tasarrufunu sağlamak için birleşelim; herkesin uymak zorunda olacağı, hiç kimsenin dışında kalamayacağı, zengine ve fakire karşılıklı ödevler yükleyerek servetin cilvelerini tamir edip giderecek olan adalet ve barış kuralları kuralım. Kısacası, kendi güçlerimizi kendimize karşı çevirmek yerine, bu güçleri, bizi bilgece kanunlara göre yöneten, birliğin bütün üyelerini koruyan, savunan, ortak düşmanları def eden, bizi sonsuz bir anlaşma içinde bulunduran üstün bir iktidar halinde birleştirelim, toplayalım.”ix
Yoksullar, zenginlerin bu çağrısına kanarlar, çünkü aldatılmaları kolaydır, kendi aralarındaki sorunların çokluğu nedeniyle hakemlerden ve hırsları ve hasislikleri nedeniyle de efendilerinden vazgeçemezler, öngörüleri ise üstün bir politik gücün getireceği tehlikeyi sezecek kadar gelişmemiştir, bu nedenle de özgürlük diye zincirlerine koşarlar. Böylelikle bir sözleşme yapılır ve devlet ortaya çıkar:
“Zayıflara yeni bağlar zenginlere ise yeni güçler veren, doğal özgürlüğü bir daha geri dönmemek üzere yok eden, mülkiyet ve eşitsizlik kanununu ebediyen kuran, ustalıklı bir gaspa geri alınmaz bir hak payesini veren, bazı muhterisleri karı uğruna bütün insan türünü daha o zamandan çalışmaya, kulluğa ve sefalete boyun eğdiren, toplumun ve kanunların doğuşu böyle oldu ya da böyle olmuş olsa gerektir. x
Rousseau bu sözleşmeyi “yalancı/sahte sözleşme” olarak adlandırır; çünkü zenginler yoksulları kandırmış, onlara sahte bir sözleşmeyi, özgürlük vadeden ama aslında kölelikle sonuçlanan bir sözleşmeyi kabul ettirmiş ve sonunda ortaya eşit yurttaşlardan oluşan bir devlet değil, mülk sahiplerinin mülksüzleri yönettikleri bir siyasal sistem ortaya çıkmıştır.
Hakiki Sözleşme: Cumhuriyet
Rousseau hiç kuşkusuz moderniteyi eleştirmektedir ama eleştirilen burjuva modernitesidir ve Rousseau, yeniden sözleşme öncesi duruma, doğa durumuna dönmeyi önermemektedir. Yapılması gereken sahte sözleşmenin yerini hakiki bir sözleşmenin alması, yani eşit yurttaşlardan oluşan bir cumhuriyetin kurulmasıdır. Böylelikle, doğa durumunda sömürülmeden ve sömürmeden yaşayan, hırsları, tutkuları olmayan, bu nedenle de varoluşsal bir yabancılaşma yaşamayan insanı kendisine yabancılaştıran ve yozlaştıran burjuva uygarlığının yerini, bu yabancılaşma ve yozlaşma haline insanı doğa durumuna tekrar döndürmeden son verebilecek, yeni bir uygarlığın alması söz konusu olacaktır. Ağaoğulları’nın cümleleriyle söylendiğinde;
“İlkel doğa durumundaki insan kendi başına bir bütündür ve varoluşunu kendi içinde bulur. Oysa toplumsallaşma sonucunda insan, kendini bir bütün olarak algılamaya devam etmesine karşın, sadece ‘başkalarının kanılarında yaşamayı bildiğinden’ diğer insanlara bağımlı hale gelir. Artık o kendi gerçekliği ile görünmek zorunda olduğu biçim arasında bölünmüştür. Bu noktada sorun, insanın yeniden ‘bir’ olarak, bir bütün olarak yaratılmasıdır. Ama bu işlem, geriye dönüş şeklinde olamaz; çünkü insan toplumsal ilişkiler içine girmiştir bir kere ve söz konusu olan da insana uygun bir toplumun kurulmasıdır. İşte Rousseau, toplumsal ilişkiler içindeki insanın bölünmüşlüğüne son verecek ve onu yeniden bir yapacak tek çözümün insani bir birliğin, bir bütünün parçası yapılması olduğunu ileri sürer. Bir başka deyişle, insan, bütünün ‘bir’liği dolayımıyla, ona mutlak bir şekilde katılarak yeniden bir olur ve özgürlüğüne kavuşur.”xi
Rousseau idealindeki devleti şöyle anlatır:
“Ortak gücünün bütünüyle her ortağın kişiliğini ve varsıllıklarını savunan ve koruyan ve o güç sayesinde, her bir kişinin, herkesle bütünleşirken yine de yalnızca kendi kendisine itaat ettiği ve daha önce olduğu kadar özgür kaldığı bir ortaklık biçimi.”xii
Bu ortaklığın kuruluşu, “hakiki sözleşme”nin ilanı anlamına gelmektedir ve hakiki sözleşmede “her bir kişi kendini bütünüyle verdiğinden, içinde bulunulan durum herkes için eşittir” ve “her bir kişi kendini herkese adarken hiç kimseye adamamaktadır”; ayrıca “hiçbir ortak, bir başkası üzerinde ona bırakmış olduğu haklardan fazlasına sahip olmadığı için, ortaklar, yitirdiklerinin eşdeğerini anında kazanmakta ve ellerindekini korumak için daha fazla güce sahip olmaktadırlar.”xiii
Rousseau hakiki sözleşme sonucunda ortaya çıkan egemen gücü ve siyasal yapılanmayı şöyle tarif eder:
“Sözleşme yapanlardan her birinin tikel kişiliği yerine, bu ortaklık bağıtı, bir anda meclisin sahip olduğu oy sayısınca üyelerden kurulu ahlaki ve kolektif bir beden yaratmakta ve bu beden, birliğini, ortak ben’ini, yaşamını ve istencini o aynı bağıttan almaktadır. Bütün ötekilerin birleşmesiyle böylece oluşan bu tüzel kişilik, eskiden site adıyla anılıyordu, ve şimdi cumhuriyet ya da siyasi gövde adını almaktadır, üyeleri ona edilgin durumdayken devlet, etkin durumdayken egemen, benzerleriyle kıyaslandıkta da güç adını verirler. Ortaklar yönünden bakıldıkta, onlar hep birlikte halk adını alırlar, ve tek başlarına, egemen yetkiye katılanlar olarak yurttaş, ve devletin yasalarına tabi kişiler olarak da tebaa diye isimlendirilirler. xiv
Rousseau’nun devleti, halkın ya da aynı anlama gelmek üzere ulusun egemen olduğu, ortak iyiliği gözeten, ahlaki bir devlettir. Bu devlet, Rousseau’ya sıkça yöneltilen eleştirilerde iddia edildiği gibi birey hak ve özgürlüklerinin kendisine kurban edilmesini talep eden, bireyin kolektif bir beden içerisinde eriyip gittiği bir totaliter devlet değildir. Rousseau’nun devleti; “bir kişinin herkes için ölmesi şöyle dursun, tersine herkes, bireysel güçsüzlük kamusal güç tarafından ve her üye tüm devlet tarafından sürekli korunabilsin diye, ellerindeki her şeylerini ve yaşamlarını içlerindeki her birinin savunmasının hizmetine sunmuştur”1 cümleleriyle tarif ettiği bir devlet modelidir ve esas amacı da insana yitirdiği özgürlüğünü geri vermektir.
III. Rousseau’dan Marx’a: Kötülükle Mücadele
İnsanın başına gelmiş en kötü şeyin bir toprak parçasının çitle çevrilmesi, yani özel mülkiyetin keşfi olduğunu söyleyen Rousseau, günümüzden tam 300 yıl önce, 1712 yılında dünyaya gelmişti. Özel mülkiyet konusunda Rousseau’yla aynı şeyleri düşünen başka bir filozof, Karl Marx ise, Rousseau’dan 105 yıl sonra 1818’de dünyaya gelecek ve “kötülük”le nasıl mücadele edilebileceğinin ve onun nasıl ortadan kaldırılabileceğinin anahtarını insanlığa verecekti.
Rousseau özel mülkiyeti, sömürüyü, zenginlik ve yoksulluğun kaynağını, devletin sınıfsal karakterini ve egemenlerin halkı sadece zora dayanarak değil yalanlara da, yani ideolojiye de başvurarak yönettiğini fark etmiş ve anlatmıştı. Rousseau, burjuva uygarlığının en erken ama en radikal eleştirmenlerinden biriydi; ancak onun tüm bunlar ve burjuva uygarlığı karşında getirdiği çözüm, ahlaki esaslara göre yapılmış yasalar üzerinde yükselen, yani hakiki bir sözleşmenin hüküm sürdüğü, ahlak sahibi bireylerden oluşan bir devlet modeliydi. Rousseau’nun çözümlemesi tarihsel materyalizme benzer bir nitelik taşımakla birlikte, sunduğu çözüm ahlakiydi ve tam da bu nedenle gerçekçi değildi.
Marx da tıpkı Rousseau gibi özel mülkiyetten yola çıkacak ve burjuva uygarlığının ve modernitesinin en radikal eleştirisini sunacaktı.
Fakat Rousseau’dan farklı olarak Marx, burjuva uygarlığında sadece bir dekadans (çöküş) ve yozlaşma görmüyor, onda insanlığın gelecekte kuracağı sınıfsız topluma dair güçlü bir potansiyelin de olduğunu söylüyordu. Burjuva uygarlığı, üretim araçlarını öylesine devrimci bir şekilde geliştiriyordu ki, bu, geleceğin refah ve bolluk toplumunun yaratılması açısından son derece önemliydi. Marx’a göre ancak üretim araçlarının belli bir gelişkinlik seviyesinde zorunlu çalışma süresi kısaltılabilecek, insanlar geçinmek üzerine kafa yormayacaklar ve tam da bu nedenle insani potansiyellerini açığa çıkarabileceklerdi. Marx geleceğin toplumuna dair ayrıntılı betimlemelerde bulunmamıştı ama komünizmle kastettiği esas olarak zorunluluklar dünyasından kurtulmak ve özgürlüğün hükümranlığıydı.
Marx’a göre böyle bir dünyanın kurulabilmesinin anahtarını elinde tutan sınıf ise burjuva uygarlığının yarattığı proletaryaydı. İşçi sınıfı, sömürüye ve yabancılaşmaya en yoğun maruz kalan sınıf olduğundan, kapitalizmin mezar kazıcılığı misyonunu potansiyel olarak bağrında taşımaktaydı. Proletarya, iktidarı ele geçirerek özel mülkiyeti ilga edecek ve böylelikle kendisiyle birlikte tüm sınıfları ortadan kaldıracaktı; proletarya insanlığın kurtuluşunu sağlayacak olan yegâne sınıftı ve bu nedenle de evrensel sınıf olma niteliğine sahipti. Dolayısıyla Marx, Rousseau’yla aynı yerden, özel mülkiyetten yola çıkmış, ancak ahlaki bir çözümü değil, politik bir çözümü gündeme getirmişti. Kötülükle mücadeleyi, kötülüğe en çok maruz kalanlar verebilirdi ve kötülüğün ortadan kaldırılması için kötülüğü yaratan ve devam ettiren koşulların ortadan kaldırılması gerekiyordu. Bu ise felsefenin ve politikanın merkezine iki kavramın yerleşmesi anlamına geliyordu: Sınıf ve sınıf mücadelesi. Marx’ın, Rousseau’dan ve kendisinden önceki bütün filozoflardan farklı olarak, yaptığı şey işte tam da buydu: Bu ikisinin bilgisini tanrılardan çalmak ve insanlığa armağan etmek.
i Leviathan, I, XIII, s. 121’den akt. M.A. Ağaoğulları, “Kral Devlet ya da Ölümlü Tanrı”, İmge Kitabevi Yayınları, 2004, s. 194.
ii A.g.e., s. 266.
iii M.A. Ağaoğulları, F. Zabcı ve R. Ergün, “Kral-devletten Ulus-Devlete”, İmge Kitabevi Yayınları, 2009, s. 170.
iv A.g.e., s. 207.
v Jean-Jack Rousseau, “İnsanlar Arasındaki Eşitsizliğin Kaynağı”, çev. Rasih Nuri İleri, Say Yayınları, 2010, s. 177.
vi A.g.e., s. 133.
vii A.g.e., s. 150-151.
viii A.g.e., s. 151-152.
ix A.g.e, s. 152.
x A.g.e., s. 153.
xi M.A.Ağaoğulları, “Ulus-Devlet ya da Halkın Egemenliği”, İmge Kitabevi Yayınları, 2006, s. 85-86.
xii Jean-Jack Rousseau, “Toplum Sözleşmesi”, Çev. Turhan Ilgaz, Kırmızı Yayınları, 2007, s. 41.
xiii A.g.e., s. 42.
xiv A.g.e, s. 43.
1 Ekonomi Politik, s. 98’den akt. Ağaoğulları, “Ulus-Devlet ya da Halkın Egemenliği”, s. 168.