Sinema Festivalleri ve TRT Kısa Film Kuşağı Üzerine*
Festivallerde Sanatı Yarıştırmak
Geçtiğimiz sonbaharda tartışmalarla dolu bir festival dönemini daha atlattık. Altın Koza ve Altın Portakal’da kimilerine göre tartışmalı kararlara imza atıldı. Açılış ve kapanış törenleri-Altın Portakal biraz daha iyi olsa da-vasatın bile altında kaldı. Kısaca sinema dünyamızın geneline göre başarıdan çok skandallarla dolu bir festival süreciydi desek yeridir.
Dikkat çeken en büyük eksiklik, özellikle Altın Koza’da göremediğimiz jürinin gerekçeli kararlarıydı. Jürinin bir filmi neye göre ödüllendirdiğini bilmek herkesin hakkıdır. İkinci büyük eksiklik jürilerin oluşum sürecindeki tercihlerin neye göre yapıldığının muğlaklığı. Ön eleme jürileri gibi son derece kritik bir mevkiye kimlerin niçin seçildiği konusunda şeffaflık yoktu. Cannes’ı örnek alarak jüri ve ödüllendirme yöntemini benimseyen festivallerimizin jürileri ise ne yazık ki sinema değil, reklam kokuyor. Bu durumun simgeleşmiş ismi Hülya Avşar’ın, Altın Portakal’a jüri başkanı olmasına kimlerin karar verdiği merak konusu. Kısa filmciler için televizyonda yapılmış en büyük atılım olabilecekken harcanan “Çek Bakalım” programında, AKP’nin sansürünü konu edinen kısa filmcilere bu ülkede isyan edilecek bir şey olmadığını, sinemanın ise mesaj verme yeri olmadığını söyleyebilen, daha da kötüsü, jüri başkanı ilan edildikten sonra kendisi için gerçek sinemanın Cem Yılmaz ve Şahan filmleri olduğunu söyleyebilen biri, örneğin Cannes jürisinde yer alamaz!
Tüm bunların ötesinde asıl gözden kaçan daha önemli bir nokta var; festivallerin yarışmalı bölümleri. Cameron Crowe’un yönettiği “PJ 20” belgeselinde, Pearl Jam’in Grammy Ödülünü ciddiye almadığı sahnelerin ardından grubun basçısı Jeff Ament, “Sanatı nasıl yarıştırabilirsiniz? Bu bir saçmalık.” sözleri yer alıyor. Gerçekten sanat eserlerini yarıştırmak başlı başına bir sorun olmalı. Altın Koza ve Altın Portakal jürilerini yer değiştirirsek kararların bir çoğu değişecektir. Keza Cannes için de bu durum geçerli. Öyleyse “en iyi”yle başlayan ödüllerin pekala “en iyi” olamayabileceği gerçekliğine varıyoruz. Günümüzde festivaller gişe elde edemeyecek üsluptaki filmlerin kendilerini gösterebildiği mecralar olmaktan öte, gelir elde edebildikleri yegane platform halini aldı. Sanatlarını sürdürebilmek zorunda olan sinemacıların jüri kararlarını önemsemeleri de haklı olarak bundan kaynaklanıyor. Ancak usta yönetmenlerin, genç sanatçılarla birlikte para için yarışır hale gelmeleri rahatsız edici. Sinemacıları birbirleriyle yarıştırmak yerine devletin genel olarak yedinci sanata olan desteğini arttırması gerektiğini dile getirmeliyiz. Festivallerde seçkiye giren tüm filmlere eşit miktarda destek verilmesi bir başka seçenek olabilir. Elbette dağıtım tekellerini kırarak ve sinema eğitimini piyasaya eleman yetiştirme algısından çıkartarak daha çok izleyicinin bu filmlerle buluşmasının altyapısı sağlanmalı. Yoksa bir yıl Ümit Ünal, ertesi yıl Zeki Demirkubuz, sonrasında Nuri Bilge Ceylan derken bütün usta sinemacılarımızın alamadıkları “en iyi” sıfatları karşısında haklı veya haksız olarak getirecekleri eleştirileri takip etmek ve elbette taraflaşmak durumunda kalırız.
Jüri kararlarını eleştirmeden önce biraz da bunları düşünelim. Festivallerin yarışmaları bölümlerini kaldırarak oldukça görece olan seçimlerle “en iyi”leri belirlemek yerine, bir bütün olan sinemamızı iyileştirecek maddi ve manevi desteğin sağlanması, izleyicinin ve elbette devletin bu filmlere sahip çıkarak kısır tartışmaların öne çıkmasını engellemesi herkesin, ama en başta sinemacıların yararına olacaktır. Bu konuya önümüzdeki sayılarda tekrar döneceğiz.
TRT Kısa Film Kuşağı ve Türkiye’de Kısa Film
Ülkemizde sinemanın bir sektör olmaktan çok bir piyasa olduğunu görüyoruz. Yedinci sanatın kendisi bu haldeyken, kısa filmin sanat dünyası ve halk nezninde yarattığı algı da elbette sıkıntılı oluyor. Sinema okullarımızda kısa filme dair dersler yok yada yok denecek kadar az. Buna karşın hemen her şehirde bir kısa film festivali düzenleniyor oluşu, “bu filmleri kim çekiyor ve izliyor” sorusunu da beraberinde getiriyor. Tüm bu festivallere rağmen kısa metraj çalışmaların bir çoğu izleyiciyle buluşmuyor. Buluştuğunda ise izleyicinin filmlere genellikle tepeden baktığını söylemeliyiz. Filmlerin beğenilme kriteri “ben bunu çekebilirim/çekemem” ikilemine dayanıyor. Elbette bir de, “bundan güzel film olur” yorumları duyuluyor ki bunu yalnızca izleyici değil kısa filmcilerin kendileri de söylüyor. Şiiri öyküden, öyküyü romandan kolaylıkla ayırabilen sanatçı ve izleyici, konu kısa filme geldiğinde ısrarla “uzun metrajın yavrusu” yaklaşımından öteye geçemiyor. Halbuki kısa film, kendine özgü kodları, kuralları/kural tanımazlığı ve en önemlisi bir dili olan bambaşka bir sanatsal anlatım biçimi.
Kısa filme dair bu genele yayılmış yanlış algının değişmesi adına pek fazla hamlede bulunulduğu söylenemez. Hal böyleyken, geçtiğimiz aylarda başlayan TRT Kısa Film Kuşağı, dikkatimizi fazlasıyla çeken, heyecan verici bir deneyim. En son katıldığı programda kısa filme düşmanlığını bir kez daha ortaya koyan Hülya Avşar’ın-niçin ve nasıl olduysa-jüride olduğu “Çek Bakalım”ın hezimetinden sonra kısa film dünyası için büyük önem taşıyan kısa film kuşağı, Onur Ünlü’ye ait olduğu söylenen filmlerle açılış yaptı. Yazar olarak da rumuz kullanmayı tercih eden yönetmen, belli ki bu kısalarda da aynı yöntemi benimsemiş. Zira filmler buram buram Onur Ünlü kokuyordu. Baştan söylemek gerek, yönetmenin dizilerini izlemiyoruz, ancak sinema dili açısından bu kısalar, yönetmenin uzun metrajlarından tanıdığımız kodlara sahip. Fantastik denemeler, absürd-komedi dokunuşları, abartılı müzik kullanımı, sürrealizme göz kırpma, kesmeli kurgu… Bu öğelerle dolu iki kısa film “Diriliş” ve “Azap Çavuşu”, teknik olarak elbette güçlü fakat konu seçimi ve işlenişi açısından oldukça sıkıntılı filmler. “Diriliş”, yönetmenin nedense unutulan Samanyolu geçmişini hatırlatırcasına ahlakçı ve ilahi adaletçi bir film. Paragöz, sadakatsiz, kötü koca, gerçeküstü güçler tarafından cezalandırılıyor. Gerilim/korku kodu olaraksa küçük ve sessiz bir çocuğun seçilmesi gerçekten çok yaratıcı(!). İkinci film “Azap Çavuşu” ise, akıl hastalığını “eğlenceli”, “neşeli”, “macera dolu” bir seyirlik haline getirerek sürrealist öğelerin ne kadar gerici bir kaçış planına oturabileceğini kanıtlar nitelikte. Sonuç olarak iki film de fazlasıyla sıkıntılı ve izleyiciyi gerçeklikten koparıp, sorunları ya “Allaha havale eden” yada sorunlardan “eğlence” ile kaçarak yedinci sanatın uyutucu büyüsüne odaklanmayı tercih eden işler. Ertesi hafta yine Onur Ünlü’nün merkezinde olduğu, Afili Filintalar çıkışlı bir kısa filmin gösterilmesi, TRT’nin bu kuşak için henüz gerçek kısa filmcilere yönelme cesaretine sahip olmadığını gösteriyor.
Tüm eleştirilerimize karşın, yıllardır başta Azizm Sanat olmak üzere çeşitli yayınlarda tekrarladığımız, kısa filmlerin televizyon kanallarında haftanın bir günü gösterilmesi düşüncesinin gerçekleşmesi açısından TRT Kısa Film Kuşağı’nı önemsiyor ve destekliyoruz. Ancak bu deneyin kalıcı bir başarı yakalaması bağlamında biran önce kısa filmcilerin yapıtlarının yayınlanmasıyla diğer kanalların da bu girişimin peşinden gelmesi ve hatta sinema salonlarında her seansta bir kısa filmin gösterilmesi konusunda girişimlere başlanması gerek. Dünyada çeşitli örneklerini gördüğümüz bu uygulamaların ütopik olmadığı konusunda başta kısa film olmak üzere sinemayla alakalı sanatçı ve izleyicilerde bir bilinç oluşturmalıyız.