Ava Çıkan Açlık*
“Av” ne kadar kısa bir kelime. Sert ve yalın. Eylemin kendisine uygun. Bir nefeste söylenebiliyor. Nefes nefese kalan, nefes veren av… Ya avcı? Belgesellerde hep geyiklere üzülüyoruz ama büyük kedilere de hayranız. Onların aç kalmasını da istemiyoruz. Avlanan insan olduğunda ise duygularımız, özellikle şehirliliğin etkisindeki günümüzde ne kadar karmaşık.
Eşim balık avında kullanılan sopalardan oymaya başladı. Tlingitlerin, ağırlığı 200 kiloyu aşan “halibut” balıklarını hızla öldürmek için kullandıkları, üzerinde ava yardım edeceğine inanılan desenler olan sopalardan. Kültürel olarak büyük önem taşıyan bu kocaman balık, öykülerin birinde kuyruğuyla vurup bir adayı ikiye ayırıyor. Av öykülerinde hep abartı olmaz mı? Abartı biraz da saygıdan gelmez mi? Tlingitler onları besleyen her canlıya olduğu gibi bu balığa da çok saygı duyuyorlar. İnsan saygı duyduğu, hatta sevdiği bir canlıyı nasıl öldürebilir?
Tlingit dersinde bir arkadaşımız eskilerin halibut avında balığa “Sana vuran ben değilim, açlığım” dediğini söylemişti. Mohikanların sonuncusu (The last of the Mohicans) filmi de yerlilerin hayvanlara saygısını açılıştaki geyik avı sahnesiyle doğru yansıtıyordu. Avcılar avladıkları geyiğe teşekkür ediyorlardı. Bir yanıyla bu kadar basit. Yaşamak için beslenmek zorundayız. Hâlâ dünyanın azımsanmayacak sayıda bölgesinde insanlar besinlerini geçimlik av (beslenmeden giyime avlanan canlının tamamen kullanıldığı, ticari olmayan av türü) ile sağlıyorlar. Alaska gibi yerlerde başka seçenekleri de yok. Maddi olarak tüm yiyeceklerini uçakla uzak bölgelerden getirmeleri mümkün olsa bile (ki olamaz) ekolojik olarak böylesi bir yanlışa aklı başında kimse onay vermez.
Nesli tükenme tehlikesindeki hayvanların avı, spor için ve/veya kurallara uyulmadan yapılan av, tabii ki yeryüzündeki sorunları arttırıyor. Geleneksel olarak geçimlik av yapanlar ise yabana, kuralların yetersiz olduğu yerde kendi kurallarını uygulayacak kadar sıkı bir bağ ile bağlı. Onlar olmasa insan doğasına, yaşama, yabana dair ne çok şeyi unutabilirdik.
İlk belgesel sayılan (bir yandan kurmaca olduğu da iddia edilen) 1922 yapımı Kuzeyli Nanook (Nanook of the North), günümüzde de yaşadığını unuttuğumuz bu insanları, av-avcı ilişkisini çarpıcı biçimde anlatır. Belgesel boyunca morstan tilkiye kadar avlanan Inuit yerlisi Nanook, bir sahnede balığı ısırarak öldürür. Nanook ya da gerçek adıyla Allakariallak ile ağzı burnu kan içindeki bir aslanın farkı nerededir? Belki de insan avcı, açlığının elinde türlü azaplardan kurtaramıyordur kendini. Bunu da gözünde gösteriyor, diliyle söylüyordur.
Tlingit dilinde “getir” eylemi için kullanılan kelime neyin getirildiğine göre değişiyor. Bu eylemin 14 farklı söyleniş şekli var. Birisinden ölü bir hayvanı ya da uyuyan bir bebeği getirmesini istediğinizde ise aynı kelimeyi kullanıyorsunuz. Kültür emperyalizmi içinde kaybolmaya yüz tutmuş bu dil, yabanla ilişkimizin bir zamanlar ne kadar sahici olduğunu da göstermiyor mu?
Emperyalizm ve kapitalizm nedeniyle av-avcı, beslenme ve birbirimize bakış açımız ne kadar değişti. Örneğin yediğimiz balığı biz öldürmüyoruz; kimin, nasıl yakaladığıyla ilgilenemiyoruz, ilgilenmiyoruz. Belki de o balıkları yakalayan ağlarda bir yunus öldü. Bilmiyor, bilmediğimiz için suçluluk duymuyoruz. Ne yazık ki çoğumuzun tabağımıza koyulanlara saygı duyduğu da söylenemez. Ancak kutuplarda balina avlayan yerlilerin fotoğrafını görünce tüm dünyada bir sürü insan en ağır sözcükleri kullanabiliyor. Yaşamında hiç besin paylaşmamış, kutuplara hiç gitmemiş bu insanlar yüzyıllardır kendilerini beslediği için saygı duydukları balinaları kurallara uygun şekilde avlayan ve avı tüm kasaba ile paylaşanlara cani gözüyle bakabiliyor.
Eşim sopasına halibutun en sevdiği besin olan ahtapotu oyuyor. “Ahtapotun intikamı” isimli sopa avda kullanılmayacak. Eşim o sopayla halibuta vursa ne düşünürdüm? Somon avlarken başlarına vurduğunda acı içinde düşündüğümü. Aç olduğumuzu. Tıpkı yakaladığımız, midesinden küçük bir balık çıkan somon gibi.