Bir Oscar Projesi Olarak “12 Yıllık Esaret” – Onur Keşaplı

Bir Oscar Projesi Olarak “12 Yıllık Esaret”* 

 

2 Mart tarihinde gerçekleşecek 86. Akademi Ödülleri’nde dokuz dalda Oscar’a aday olan “12 Yıllık Esaret”, geçtiğimiz hafta ülkemizde gösterime girdi. Amerika’da köleliğin halen yürürlükte olduğu 19. yüzyılın başlarında, özgürlük belgesine sahip olup müzisyenlik yaparak yaşamını sürdüren ancak bir tuzak sonrasında ailesinden koparılarak güney eyaletlerinde 12 yıl boyunca köle olarak çalıştırılan Solomon Northup’un otobiyografik kitabından uyarlanan film, kaba tabirle Oscar’a oynayan bir yapıt izlenimi veriyor.

Toplumda belirli bir duyarlılığın olduğu ırkçılık meselesini, yine Akademi ve izleyici  için her daim cezbedici olmuş “yaşanmış gerçekler” ile anlatan, perdedeki süresi birkaç dakikayı geçmeyen rollerde bile ünlü isimlere yer veren ve müzik tercihini Oscarların vazgeçilmezlerinden Hans Zimmer’den yana kullanan “12 Yıllık Esaret”, ırkçılık kokan tanıtım süreciyle ışıltısını bir ölçüde kaybetmişti. Zira filmin tanıtım posterlerinde Solomon rolündeki siyahî oyuncu Chiwetel Ejiofor’un yerine yardımcı rollerde oldukları halde daha fazla tanınan Michael Fassbender ve Brad Pitt’in yer alması, tahmin edileceği üzere yedinci sanatı kuşatan sermaye ve reklâm ağına yönelik eleştiriler yerine ırkçılık suçlamasını doğurdu. Hâlbuki “12 Yıllık Esaret”, kimilerince Obama Dönemi Sineması olarak da adlandırılan son dönem Hollywood’un somutlaştırdığı zamanın ruhuna tümüyle uyan bir yapıt.

Obama döneminde öne çıkan filmlerin, Hollywood’da liberal damarın öne çıktığı 1960’lar ve 1990’larla ortaklaştığı motifler elbette özgürlük, bireysel haklar ve radikalleşmeyen özeleştiri şeklinde sıralanabilir. Ancak bahsi geçen on yıllarla kıyaslandığında ortaya çıkan farklar, Obama dönemi liberalizminin eskiyi aratacak noktaya vardığını gösteriyor. İç politika açısından değerlendirdiğimizde Obama dönemi sineması “Lincoln” gibi yapıtlar eşliğinde eleştirilecek çok noktanın olmasıyla birlikte kitlelerin her ne olursa olsun ülkeleriyle gurur duymalarını sağlamayı amaçlıyor. Dış  politika açısındansa “Argo” ile küresel ölçekte yükselen ABD düşmanlığına karşı toplumun özgüven eksikliğini giderecek, şahinlikten kaçınmayan bir seyirlik sunuluyor. Özellikle 1960’ların Sydney Pollack ve Sidney Lumet filmleriyle kıyaslandığında adı geçen yapıtların toplumda eleştirel bir bilinç inşası yerine sistemin eksikleriyle beraber olduğu gibi yeniden üretilmesine yaradığı söylenebilir. Yazıda ele aldığımız “12 Yıllık Esaret” ise bu özelliklerin yanı sıra “Pi’nin Yaşamı”nda beliren çağdaş muhafazakârlık ve hayatta kalmak adına bireyin vereceği ödünleri içeriyor. Ancak daha da tehlikeli olarak film, Obama sinemasının “Milk” ve “Zincirsiz” gibi yapıtlar aracılığıyla ticari bir amacı olan istismar sinemasına benzeyecek ölçüde sömürdüğü “ötekiler” hassasiyetine başvuruyor.

Hem biçim hem içerik olarak konvansiyonel sinemanın ihtiyaçlarını en iyi şekilde karşılayan filmin yönetmen koltuğunda, kısa metraj çalışmalarından asla vazgeçmeden gerçekleştirdiği 2008 yapımı “Açlık” ve 2011 yapımı “Utanç” filmleriyle hatırı sayılır bir beğeni toplayan İngiliz yönetmen Steve McQueen’in yer alması ise “12 Yıllık Esaret”in en büyük sürprizi. Özellikle, 1980’lerde IRA üyesi Bobby Sands’in öncülük ettiği ölüm orucunu anlattığı “Açlık” ile dikkat çeken yönetmenin, Üçüncü Sinema’nın kodlarından olan “açlığın estetiği”ni çağrıştıran biçimsel tercihlerinin, içerik olarak benzer  bir  konuyu ele alan “12  Yıllık   Esaret”te  yerini estetiksel kusursuzluğa  bırakması yönetmenin  filmografisi düşünüldüğünde çok keskin bir sapma. Sinemamızda Yılmaz Güney’in “Duvar” filmiyle somutlaştırabileceğimiz “açlığın estetiği”, güzelin peşindeki geleneksel estetik kaygıları terk ederek, yaşanılan vahşetin tüm çıplaklığı ve gerçekliğiyle kameraya alınması ve bir anlamda estetik dışı sinemanın, ezilenlerin sinemasının üretilmesidir. “Açlık”ta bu sinematografiyi koruyan yönetmenin, kölelik gibi insanlık dışı ve ilkel bir yapının, vahşi işkence sahneleriyle anlatıldığı bir filmde şiirsel bir estetiğe başvurarak, klişe tabirle “fotoğraf gibi” kadrajlar yakalaması eleştirilmesi gereken bir nokta. Fakat bu tercihlerin, filmin ana karakterinin özgürlüğüne kavuşmasıyla yaşanan arınma neticesinde, diğer kölelerin unutturulduğu bir sona daha uygun olduğu da bir gerçek. Üzücü olan, Üçüncü Sinema’nın devrimci kodlarıyla yükselen bir yönetmenin, bu kadar kısa bir sürede ruhunu Oscar’a satması. Geçen yılki törenlerde zirve yapan Obama Dönemi Sineması’nın gölgesinde gerçekleşen bu alışverişin sonucunu birkaç hafta sonra göreceğiz.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergisubat2014

Bunu paylaş: