Cosmopolis: Limuzinde Bir Gün*
David Cronenberg’in yönetmenliğini yaptığı 2012 yapımı “Cosmopolis”, önceki yılki Cannes Film Festivali’nde yapılan ilk gösteriminin ardından az sayıda kopyayla sinemalarda gösterime girdi. Altın Palmiye için yarışan film, olumlu ve olumsuz tepkiler ile karşılanırken, Cronenberg bu filmi ile ilk dönem filmlerinden ayrı bir yere oturuyor. Don DeLillo’nün 2003 yılında yazdığı romanından filme uyarlanan bu yapıt, yönetmen tarafından diyalogların aynen alınıp filme konulması ile birlikte romanın bir ölçüde “birebir” uyarlaması olarak da yorumlanabilir. Filmdeki diyaloglara bakıldığında, kapitalist ekonomik sistemin geldiği son evre ve bunun sonucunda şekillenen bir “birey” tipolojisi ortaya çıkmaktadır.
Başrolünde Robert Pattinson’ın (Eric Packer) yer aldığı bu filmde, Pattinson’ un “Alacakaranlık” serisinden farklı bir türe geçiş yaparak oyuculuk yeteneğini ilerlettiği söylenebilir. Diğer oyunculara baktığımızda film, Kevin Durand (Torval), Jay Baruchel (Shiner), Juliette Binoche (Didi Fancher), Emily Hampshire (Janne Melman), Samantha Morton (Vija Kinsky), Mathieu Amalric (Andre Petruscu), Paul Giamatti (Benno Levin), Sarah Gadon (Elise Shifrin) gibi ilgi çekici bir kadroya sahip. Ancak bu kadro tahmin ettiğimizin dışında, sadece belirli zaman aralıklarında Eric ile iletişim kurarak yerini diğer bir oyuncuya bırakıyor.
Filmin konusuna baktığımızda, 28 yaşındaki Eric Packer’ın bir gün içerisinde yaşadığı olaylara tanık oluruz. Bir limuzinin içerisinde cereyan eden bu olaylar, farklı karakterlerin limuzine binip inmesiyle gelişir. Eric’in saçını kestirmek için ofisten çıkıp şehrin diğer ucundaki berbere gitmesi sırasında karakterlerle arasında oluşan diyaloglar ile birlikte Eric’in var oluş amacı için ilerlediği bir yolculuktur. Bu yolculuk esnasında Eric, limuzinin içinde sokaktaki yaşamdan uzak ve yalıtılmış bir biçimde bütün kibriyle yolculuk etmektedir. Kapitalist sistemin yaratmış olduğu toplumsal olaylara duyarsız (örneğin; limuzinin dışında, sokaklarda gerçekleşen protestolar), insanlarla ilişkilerinde mesafeli hayatın merkezine para, mülkiyet ve seksi koyan, hazcı bir kişiyi görmekteyiz. Bu kişi burjuva sınıfının tüketici zevklerini de yansıtmaktadır.
Bunu filmde Eric’in söylemi ile “ruh haline göre iki asansöre sahip” olması, limuzinle yolculuk etmesi ve limuzinin içinde pahalı teknoloji ve içkilerin yer alması örnekleriyle görmekteyiz. Bunların yanında Didi Fancher ile Eric’in yer aldığı sahnede, satılmadığını bildiği halde bir şapeli satın almak istemesi, bize burjuvazinin kabaca “param var istediğimi elde ederim, alırım” mesajını vermektedir. Burada burjuvazinin parasının aşırı birikiminden kaynaklanan bir özgüven vardır. Öyle ki bu güven sanayi toplumunun her aşamasında burjuvazinin veya sermaye sahiplerinin siyasete müdahale etmesini olanaklaştırıyor. Gerek çıkarılacak yasalarda gerekse iktidarların izlediği ekonomi politikalarında bu güç kendini hissettiriyor. Bunun yanında sermaye kendi kültür ve sanat algısını yaratarak toplumun iradesine ve kararlarına müdahale ediyor. Örneğin; resim sanatının galerilere hapsedilmesi, sanatın büyük şirketler tarafından finanse edilmesi, kimi tablolara fahiş oranlarda fiyat biçilmesi…
Bununla birlikte filmde öne çıkan bir diğer nokta ileri teknoloji ve finans piyasasıdır. Özellikle 1980 ve sonrasında yaşanan teknolojik buluş ve ilerlemeler kapitalist sistemin günümüze kadar gelen evrimi açısından önemlidir. Bilgisayar teknolojisi ile birlikte bilginin önemi, değeri artmış ve sanal dünya giderek büyümeye başlamıştır. 2000’lere gelindiğinde finans sektörü, bilgisayar teknolojisi sayesinde gelişmiş ve büyük bir paya sahip olmuştur. Borsa ile bir gecede sınıf atlayan insanların yaşamlarıdır söz konusu olan. Eric Packer da bu bahsettiğimiz ileri teknolojileri kullanarak, finans piyasası sayesinde ve aileden gelen bir birikimle yaşamını sürdürmektedir.
Sermaye sınıfı içerisinde yer alan Eric, yine aynı sınıfın içerisinden Elise ile evlidir. Bu evlilik bir nev-i şirket evliliğidir. Eric’in eşi ile bulunduğu anlarda ki konuşmaları, onların gerçek bir aileden çok, sadece cinsel isteklerini gidereceği bir birliktelik olarak göze çarpıyor. Özellikle Eric’in ona birlikte olmayı teklif etmesi ve Elise tarafından sürekli reddedilmesi bu ilişkinin ne kadar yanlış temeller üzerinde kurulduğunun bir göstergesidir. Filmin ilerleyen sahnelerinde havanın kararması ile birlikte Eric berbere gelir ve geçmişi ile en eski bağı olan bu berberde saçını kestirmeye başlar. Bütün bir gününü bu dükkâna ulaşmak için harcayan Eric aynı zamanda bir tehlikeyle de karşı karşıyadır. Bu tehlike onun özel güvenlik tarafından korunması, korumalarının arttırılması yoluyla bizlere yansıyor. Eric’in yüzüne pasta yemesi yalnızca küçük bir tehlikedir. Asıl tehlike silahlı bir adamın varlığıdır. Eric berbere yetişmeden önce güvenlik şefini soğukkanlı bir biçimde öldürerek bir bakıma o yüzene atılan pastanın intikamını almıştır. Berberden sonra Eric aklına gelen bir soru ile ona karşı var olan tehlikenin üzerine yürümektedir: “Bu kadar limuzin geceleri nereye gider?”.
Limuzinlerin kapalı bir otoparka bırakıldığını öğrenince merakını giderir ve sokakta üzerine açılan ateşle birlikte eski bir binaya girer. Elinde berberin verdiği silah ile tehlikenin üzerine yürüyerek onunla yüzleşir. Odaya girdiğinde kafasında havlu ve elinde silahla bir adam vardır. Eric ile adam konuşmaya başladığında, adamın onun eski çalışanı olduğu ortaya çıkar. Benno Levin, eski patronuna karşı biriktirdiği tüm öfkesini kusar ve onu öldürmek istediğini söyler. Aslına bakılırsa Benno’nun tüm öfkesi kapitalist sistemdeki çalışma koşullarında eriyip gitmesi (kendini çaresiz bir robot gibi hissetmesi) yani “mikro zamanlama” kurallarına ve sisteme ayak uyduramamasıdır. Benno her ne kadar bu sisteme karşı çıkıyor gibi gözükse de aslında patronu tarafından kurtarılmayı, sisteme yeniden entegre olmayı istiyordur.
Filmin tamamına bakıldığında Eric her ne kadar son dönem kapitalist sitemin yaratmış olduğu insan tiplemesini birebir sergiliyor olsa da aslında bu durumdan bir bıkkınlık duyuyor. Hayatının her noktasında mantıklı hareket etmeyi uygun görse de aslında bu durumda olmaktan, sürekli mantıklı düşünmeye çalışmaktan nefret ediyor. Film bütününe bakıldığındaysa, kapitalist sisteme karşıt gibi gözükse de eleştirisinin zayıf kaldığını söyleyebiliriz. Film izleyenleri sürekli diyalogları anlamaya yönelterek takibi zorlaştırıyor. Olayın genel itibariyle bir limuzinin içinde geçmesi bir sıkılganlık yaratıyor ve bu da filmi klostrofobik bir atmosfere itiyor. Yönetmenin yarattığı dünya genel hatlarıyla iletişim kopukluğu yaşayan insanların varlığı, sürekli konuşulan ve saniyelerden de küçük birimlerle ifade edilen para, soğuk ve mesafeli duygusal ilişkiler, yine duygudan yoksun cinsel birliktelikler ve günümüzde ki sermaye sınıfının ve onların sorunlu kişiliklerinin yansımasıdır.