Devrimci Sanatçılar, Devrimin Sanatçıları Bir Adım İleri!*
Geri düşmemek için ileri sıçrama zamanı
Kırmızılı Kadın (Gene Wilder) filminin Türkiye uyarlaması Aşık Oldum’da (Ertem Eğilmez) Şener Şen’in eğlenceli yorumuyla canlandırdığı Şakir karakterini hatırlayanlar vardır. Kendi halinde reklam ajansı çalisani Şakir, bir reklam için ajansa gelen bir mankene tutulup, gençlik sevdasına kapılıyordu. İlk yaptığı şeylerden biri alışverişe çikmak ve kendine cart kırmızı bir mont ve güneş gözlüğü almaktı.
Sahne acıklı ama çok eğlenceliydi… Başbakan havaalanı mitinginde benzer bir nedenle, genç ve dinamik görünmek için mi kareli ceket giydi orasını ben bilemem haliyle… Ama şu açık ki süre giden Haziran Direnişi sağcılarda benzer bir etki yarattı. Murat Menteş gibi tıynetsizler zaten uçuk kaçık – acar edebiyatçı numaraları yapıyordu bir süredir; şimdi kazık kadar adamlar (kadınlar pek yok, evet) “lanet manet ama biz de twitter kullanabiliyoruz, espri yapabiliyoruz, ilericilerden geri kalır yanımız yok” kanalına girdiler epeydir.
Buradan bir şey çikmaz.
Biz bu nedenle kendimize bakalım; mücadelemize bakalım…
Haziran Direnişi simgesel değil, niteliksel anlamda nasıl sıçramalara, dönüşümlere gebe olabilir, özellikle de sanatlar alanında?
Öyle ya, bu direniş süreci aslında epeydir ortalıkta olan iletişim biçimlerinde zengin bir sıçrama yarattı: Sanatın kendisini aynı zamanda bir iletişim mecrası olarak düşünürsek, duvar yazıları, tweet’ler; videolar, filmcikler; slogan ve şarkılar biçiminde yansıyan ve etkin olan ifade biçimleri kapladı ortalığı, özellikle de sosyal medyayı. Duvar yazıları, tweet’ler edebiyat değil ama bir tür edebiyat; eylem anlarını tekil planlar veya kurgulanmış filmcikler halinde paylaşmak sinema değil ama bir tür sinema; melodik sloganlar, türküler ve popüler şarkılardan uyarlanan şarkılar da bir tür müzikal yaratı niteliğinde…
Bu manzara nasıl soyutlanabilir, nereye taşiyabilir, nasıl girdilerde bulunabilir sanatlara?
Şu söylenebilir: Toplumsal muhalefetin ve politizasyonun kültürel alana yansıması olgusu, hiç de yeni değil. Mayakovski’nin afiş çalismalari, 1920 ve 1930’ların Sovyet sinemacıları ve Fransız komünist sinemacılar kuşağının ajitasyon ve propaganda filmleri, Heartfield’in fotomontajları, 1940’ların marşları ve şarkıları, haber filmleri, Küba Devrimi’nin ardından 1960’larda patlama yapan muhteşem Küba poster-afiş çalismalari, bu yansımanın örneklerinden bir kaçı yalnızca.
O zaman bir tür güncellik fetişizmine kapılmadan, güncelliği nitel bir sıçrama ile buluşturma olanaklarını kurcalamalı.
Bu yazıda temel olarak sinema ekseninde kısmen genelleme, kısmen soyutlama, kısmen spekülasyon alanına girelim ve tartışmayı deneyelim…
Direniş sinemaya ne bırakmayacak?
Buradan başlanabilir: Türkiye’de sinema, 1990’ların ortalarından itibaren açılan kimi sayfaları kapatmak durumunda artık.
Yaklaşik yirmi yıla yayılan bir şekilde ve artık şablonlaşmış “festival filmi konsepti” bu sayfalardan biri. Neredeyse reçete düzeyinde ifade edilebilir hale gelen “ezilmiş, canı çikmis, kültürel kimlik çatismalari yaşayan yalnızlaşmış bireylerin hikayeleri” hem bu memlekette, hem de galiba dünya ölçeginde artık karaya oturmuş durumda. Böyle bireyler yok muydu? Milyonlarcası vardı; problem bu değil: Problem, bu milyonların, yalnızca bireyler düzleminde ele alınmaları ve asla aşamayacakları duvarlara toslamalarını göstermekteydi. Ademi merkeziyetçi post- modernist ideoloji, destek, fon, ödül mekanizmalarıyla sadece bu hikayeleri talep etti. Bu bireylerin belirli iktisadi-sosyal-tarihsel mekanizmalar boyunca ve sınıf aidiyetleriyle ele alınması yaklaşimının kendisi, kadife eldiven içindeki demir el tarafından sinema alanından dışlandı.
Bir başka sayfa “taşra” sayfasıdır. Kentle başa çikamayan, kenti analiz edemeyen, kenti bir ögütme mekanizması olarak kavrayan aydın, yüzünü taşraya döndü. Temiz, namuslu, saf, iyi olan ne varsa temsilcisi olduğu varsayılan taşra, kentte kirlenmiş bireyin arındığı bir alan olarak sinemanın gündemine girdi. Bu devirde kapitalizmden azade bir kasaba-köy ortamının bulunamayacağı, bu mekansal örgütlenmenin kendisinin de tarihsel bir ilericilik-gericilik çatismasinin, sınıfsal ayrışmaların zemini olduğu görmezden gelindi. Aynı fon, ödül, destek mekanizmaları, başka bir kavrayışı dışladı.
Bir başka sayfa ise, ister belgesel, ister oyunculu sinema alanında olsun, dramatik yapıyı “birey” üzerinden kurmak ile açıldı. İnsanı küçülten ve alçaltan tüm ilişkiler, süreçler, mekanizmalar, sanki başka türlüsü olamazmış gibi, illa ve mutlaka dramatize edilen bireylerin hayatları ekseninde işlendi. Bunun en büyük bedeli, sanatsal ifadenin ortaklaştırıcı, paylaştırıcı nosyonlarından uzaklaşması oldu.
Daha önceki kimi yazılarımızda değindik ama bir kez daha vurgulayalım: Türkiye’de sinema, önemli yapımlar ortaya koydu. Güncel geçmişe baktığımızda elimizde değersiz ve sadece iç karartan bir takım filmlerin ötesinde üretimler var. Ancak bununla birlikte eğilim ve yönelimlerin ağırlığı, kendi içine kapanıp mutsuzluk ve umutsuzluk saçan, seküler-aydınlanmacı-özgürlükçü, eşitlikçi bir yaşam özlemiyle bağları neredeyse tamamen kopmuş bir sinemaya işaret ediyor.
Türkiye’de Haziran Direnişi, bölgede Suriye halkının direnişi, Mısır toplumunun direnci; Avrupa’da sokağa çikan gençler ve yoksullar; Latin Amerika halklarının direnci, dünya-tarihsel önemde bir kırılmanın/sıçramanın artık sinemacıların gündemine girmesine alan açıyor. Nesnellik, bu anlamda öznellige ancak böyle çagrida bulunabilir…
“Yeni” arayışı yeter mi?
Yetmez.
Çok kestirmeci bulunabilir ama bu kadar.
Estetik tercihler, sinematografik çözümler, dramaturjik yaklaşimlar: Bir kez daha ortaya çikti ki, sanatçı, kendi çaginin insanıdır. Çagini nasıl yaşar ve kavrarsa, yapıtını da öyle biçimlendirir. Geleceğe dönük hayaller kuramayan, ideolojiyi ve ideolojik olanı reddeden, örgütlenme ve siyaset ile arasına mesafe koyan sanatçı, görünen o ki değil bağımsızlığını korumak, tam tersine, egemen ideolojinin attığı düğümleri çözmeye çalisan bir Sisifos’a dönüşüyor.
Bir çikarim şu olabilir: Kendinin ve çaginin bilincine varmak, sanatçının artık kaçamayacağı bir görev ve sorumluluktur.
Buradan şu noktaya yönelebiliriz: Yeni biçim, yeni içerik, yeni bir görme biçimi bulmak demektir. Yeni bir görme biçimi bulmak ise, kendi başina sanat tarihi ve içbükey sanat tartışmalarından değil, yeni bir insanı, yani yıkıma ve zulme direnen insanı yaratma, onunla omuz omuza durma, koluna girme çabasinin ürünü olabilir. Bu ise apaçık siyasi-ideolojik bir eylemliliktir. Brecht’in ifadesiyle söylersek, bu eylemlilik, insanı kendi tarihinin hem nesnesi, hem öznesi olarak görmektir. Bu eylemliliğe açık olmak, bir başka çikarim olabilir.
Şöyle bitirmeye çalisalim:
Haziran Direnişi, farklı toplumsal kesimlerin, farklı kültürel kimliklerin, farklı yaş gruplarının ve kuşakların, “üç-beş ağaç meselesi”ni aşarak ortak bir eylemlilik içinde devinebileceğini (tarihsel olarak, bir kez daha) gösterdi. Birlikten kuvvet doğacağını yaşadı, gördü. Şimdi mesele bunun diyalektik karşitını da hayata geçirmekte. Bu dinamizmin nereye evirileceği, bu sefil düzen yıkılınca yerine ne kurulacağı, bu defa kuvvetten doğacak bir birliğe ihtiyaç duyuyor: Doğrultusu, talepleri, yönü net ve güçlü bir örgütlülük. Birliği ve mücadeleyi daha üst bir düzlemde yeniden-üretecek olan budur.
“Yeni” olan işte tam da bu mücadelede şekillenecek.
Bu dünya bir mezbaha ise o zaman yıkalım!
“Dünya-tarihinde kötülüğün somut tablosunu, erişebileceği en büyük boyutla gözlerimizin önünde görüyoruz. Tek tek olaylar yığınına bir bakış, bize bireyin ve her türden halkın kurban edildiği bir mezbaha karşisında olduğumuzu düşündürüyor: en soylu, en güzel şeylerin yok olup gittiğini görüyoruz. Gerçek hiçbir şey kazanılmamış gibi gözüküyor, nasılsa hala kalan şu ya da bu geçici yapıt da alnında çürümenin damgasını taşiyor ve kısa zamanda kendisi gibi geçici bir şey tarafından defediliyor.”
Hegel’in ‘Tarihte Akıl’ adlı kitabındaki bir pasaj bu. 1990’lardan itibaren üretimde bulunan sinemacıların (isterseniz sanatçıların) üretim zeminlerini ve yaklaşimlarını bu pasaj ekseninde açıklamak mümkün. Bu topraklarda önce 12 Eylül’ü, ardından sosyalist ülkelerin çözülüs ve tarihe karışmasını tüm ağırlığıyla yaşamış aydının elinde, dünyaya baktığı zaman bir mezbaha gösteren vicdan gözlüğü dışında bir şey kalmamıştı. Tarihsel perspektifin yerini güncelliğin baskısı, toplumcu ütopyalarin yerini bireysel dramlar, kurtuluş ümidinin yerini yenilgi ve umutsuzluk aldı. Politikadan uzaklaşan aydının “hiç boyun eğer mi insan?” sorusunu aklından bile geçirmediği bir dönem yaşandı. İki elin parmaklarını geçmeyecek sayıda yapım dışında sinema, Türkiye’de insanın nasıl boyun eğdiğinin temsilcisi oldu. Anlamsız ve değersiz değil ama sonuçsuz ve trajik: Mezbaha karşisında koyu bir hüzne kapılan aydın, mezbahanın pekala yıkılabileceğini unuttu!
Zengin içerik – zengin biçim
Direniş sürecinde üretilen duvar yazıları, sloganlar, şarkılar, videolardan bahsettik. Bu dinamizm ve zenginlikten ilham almaktan da… Birkaç noktaya dikkat çekmekte fayda var: Birkaç kelimeden oluşan duvar yazıları, çogu bir dakikadan biraz uzun ya da kısa videolar, dinamik ve çagrisimlarla yüklü bol göndermeli bir anlatım…
Bunun otomatik sonuçları, kısa filmlere yönelmek, anlatılacak olanı maksimum 140 karaktere sıkıştırmak, romanı reddetmek, aksiyonu ve hızı merkeze koyan bir ifade tarzı, olarak bağlanmamalı. Hem politik mücadeleler tarihi, hem sanat tarihi, yüksek temponun düşük tempoyla, ritmin aritmi ile, “uzun ve yavaş” planların kısa ve tempolu planlarla, dolu kompozisyonların “boş” kompozisyonlarla, ışığın karanlıkla, yani her şeyin karşitıyla ilişkisi ve bütünlüğün içinde anlam kazandığını ortaya koyuyor. İsteyen Beethoven’a, isteyen Nâzım’a, isteyen Courbet’ye veya Picasso’ya, isteyen Rosi’ye veya Üçüncü Sinemacılar’a göz atabilir. Bu durum, bugünden yarına sanatsal yaratıma odaklanan yaratıcılar için muazzam ve heyecan verici bir olanaklılık alanı açıyor. Sanatın bir süredir (piyasa mekanizmaları tarafından) içine kıstırıldığı tekil formlardan çogul formlara, tek boyutlu anlatımlardan çok boyutlu anlatımlara açılan bu yol değerlendirilmeyi bekliyor.