Direniş’in Sinemasının Biçimi, İçeriği ve Hedef Kitlesi*
Gezi Parkı Direnişi‘nin kültürel yapıya dair ne varsa sarstığı bir gerçek. Direniş, öylesine şaşırtıcı, sönümlenmemekte ısrarlı ve yığınları toplumsallaştırıcı bir etkiye sahip ki her hafta yeniden “çözümlemeler-kazanımlar” yazıları yazmak zorunda bıraktı neredeyse herkesi. Sanatın böylesine bir başkaldırıdan etkilenmemesi mümkün değil, zaten başta sokak sanatı olmak üzere bunun etkilerini de görmekteyiz. Sinemanın da Direniş ile birlikte başka bir noktaya gelebileceğini söylemek kehanet olmaktan öte gerçeklik taşımaktadır. Ancak “Direniş’ten sonra hiç bir şey eskisi gibi olmayacak” yaklaşımının konu ülkemizde yaratılan sinema olduğunda soru işaretlerini de beraberinde getirdiğini söyleyebiliriz. Toplumsal dinamiklerin neredeyse hiç temsil edilmediği, halk ve kitlelerle bağın popülizmden öteye geçmekte zorlandığı, sol adına yapılan işlerin bile sinemadan çok başka sanat biçimlerini çağrıştırdığı bir yapıda böylesine keskin bir dönüşüm beklemek aceleci olabilir.
İlk gelişen reflekslerin, modernist anlatının minimal, durağan örneklerine karşı bir öfke ve tepkiye dönüşmesi belki önemli bir tartışma başlatmakla birlikte karşılıksızdır. Sinema tarihinde bu tarz film çeken yönetmenlerin biçimsel tercihlerinin olası bir dönüşümü onlara Direniş’in sinemasından beklenilen bir sinematografiyi getirmeye yetmeyebilir. Kaldı ki “bireysel” olarak taşlanan bu tarz bir sinemanın var oluşu politik açıdan arzu ettiğimiz filmlerin çekilmesine bir engel değil. Dolayısıyla bizim eleştiri alanında hedef kitlemiz “sol adına, halk adına film yapıyorum” motivasyonuyla ortaya çıkan sanatçılar olmalı. Burada belirleyici olan, yaratıcının tercihinin siyaseti üreten bir sinema mı yoksa siyaseti tüketen bir sinema mı olduğu. Sinemanın halen en özgür yaratım alanı olan kısa film açısından Direniş’i anlatma gayesindeki kimi çalışmaları gördük. Biçim olarak yetkin bir teknik beceriyle beraber izleyicide duygusal bir kalkışmanın hedeflendiği klasik anlatı formasyonuna yakın bu çalışmaların içeriği ise TV’de penguenleri gören, tepki göstermek isteyen, meydana çıkan, bu vesileyle tepkisiz bazı kişileri tepkiselleştiren kişiler. Buraya kadar belki herşey olağan gözükebilir ama bu verilerle hareket eden bir filmin hali hazırda Direniş’in parçası olanlarca izlenmesi, hatta onlar izlesin diye çekilmesi bütün çabayı, emeği boşa çıkarıyor. Gerçekler üzerinden ilerleyen siyaset amaçlı sinema, eğer gerçeğin ta kendisi halen yaşanıyor ise kurmacaya başvurarak siyasetini üretemez, ancak tüketir. Uzun metrajda çok daha fazla örneğini gördüğümüz bu gibi yapıtlar, eğer hedef kitle olarak taraf oldukları ideolojinin karşıtlarını seçseler o zaman filmlerin bir karşılığı, siyasi bir amacı olur. Fakat bu yoksa o film hem yaratıcı hem izleyici açısından kendi kendini tatmin etmek için vardır.
Eğer temsil ettiğimiz ideolojiyi benimseyen izleyiciler için de yeni olacak bir konu etrafında inşa edilecek bir içerik yok ise o izleyiciler için tartışmaya açılacak bir konu, bir tema seçilebilir. İzleyicinin politize olmasını amaçlamak burada kilit nokta olarak öne çıkıyor. İzleyiciyi ajit-pop biçimiyle öfkelendirmek bir yöntem ise aynı izleyiciyi alışık olmadığı bir tartışmanın içine çekip düşünmesini sağlamak bir başka politik yöntemdir. Üçüncü Sinema anlayışı işte tüm bunları kapsayan bir sinematografik alan sunmaktadır ve Direniş’in sinemasının da yükseleceği saha bu olmalıdır. İşçi sınıfının yönetmeni olarak anılan İngiliz yaratıcı Ken Loach‘un sineması örnek olarak izlenmelidir. TV’de “prime time” olarak adlandırılan zaman dilimi için filmler çekerken, kendisini en çok işçilerin izlediğinin bilincinde olan Loach, gündelik hayatlarına dair haksızlıklara odaklanıp izleyicide yarattığı öfke ile hem emekçilerin sınıf bilincini yükseltmiş hem de belediyede kimi yasaların işçi sınıfı lehine dönüştürülmesini sağlayabilmiş bir yönetmendir. Dünya solu arasında böylesine bir ünle, özellikle 1990’lı yıllardan sonra çok sayıda film çeken Ken Loach, izleyicilerinin ağırlıklı olarak solculardan oluştuğunu ve değişen hedef kitleyle beraber içeriğin de değişmesi gerektiğinin farkında olarak izleyicisine sloganlarla dolu, pek çoğunun zaten bilincinde olduğu olayları sunmanın ötesinde toplumsal kalkışmalara ve özgürlük mücadelelerine bir fiil katılmamış izleyicilerin bu süreçleri tanıması, katılmış olanlar açısındansa mücadele içinde yaşanmış tartışmaların sürdürülmesini amaçlamıştır. Bu açıdan bakıldığında temizlik işçilerinin eşitlik mücadelelerinin anlatıldığı “Ekmek ve Güller”, İrlanda’nın bağımsızlık savaşının aktarıldığı “Özgürlük Rüzgarı”, faşistlere karşı verilen İspanya İç Savaşı’na odaklanan “Ülke ve Özgürlük” ve hatta bir postacının vahşi kapitalizme karşı futbol sevgisiyle direnişinin filmi “Hayata Çalım At” ortak bir biçime, daha da önemlisi amaca sahiptir. Adı geçen filmlerin tamamı, sol izleyici için albenisi yüksek konular içermesine karşın yönetmen bununla yetinmeyerek odak noktasını, her filme yerleştirdiği karakterlerin masa başı toplantı sahneleriyle belli etmektedir. Karakterlerin çatışmalarıyla birlikte sol içi tartışmalar filmin sonuna ertelenmekten kurtulup bizzat film içinde başlamaktadır. Daha da önemlisi egemenlerin farklı ölçeklerdeki eşitlik ve özgürlük mücadelerine karşı nasıl tuzaklar kurduğu, birliği nasıl dağıttığı, grev kırıcıların yöntemleri, olası bir zafer sonrası inşa edilecek düzene dair soru ve sorunlar, Ken Loach filmlerinde izleyicinin dahil olabileceği, belli bir aydınlanma yaşayabileceği, yeni bir siyaset üretebileceği ve en önemlisi politize olacağı bir saha açmaktadır.
Ülke sinemamız, literatürde Üçüncü Sinema konu olduğunda mutlaka anılan bir yaratıcının, Yılmaz Güney‘in, filmografisinin zenginliğine sahiptir. Üçüncü Sinemanın “açlığın estetiği“, “kusurlu sinema” kodları ele alındığında çarpıcı yapıtlar ortaya koymuş Yılmaz Güney, sesi bastırılmışların, görmezden gelinen sorunların sinematografisini, oyuncu olarak yarattığı imaja yaslanarak konularla ilgisi olmayan izleyicilere ulaştırmış ve belli oranda etkileşim, aydınlanma ve politizasyon yaratmayı başarmıştır. Direniş’in sinemasını inşa ederken, birey odaklı modernist anlatı yaratıcılarına yüklenmek yerine siyasi konulu film yapma gayesindeki sinemacılara Üçüncü Sinema anlayışını aktarmak gerekmektedir. Yılmaz Güney örneği bir başlangıçtır ama günümüz dinamikleri bunu aşmayı zorunlu kılmakta. Başlıkta yer alan üç temel üzerinden ideoloji odaklı film yapma konusunda günümüzde Bağımsız Sinema Merkezi göze çarpan bir yapılanmadır. Direniş’in sinemasının inşa edilmesi, tek başına Üçüncü Sinema anlayışıyla başarılabilecek bir olgu olmaktan da ötedir. Toplumun bireylerce inşa edildiği düşünülürse yedinci sanat açısından hem birey odaklı(bireyci değil) modernist anlatının hem de bireylerin toplumsallaşmasının amaçlandığı Üçüncü Sinema sinematografisinin eş güdümlü olarak ilerleyişi Türkiye’de Direniş’in sinemasını yaratabilir.