Egemenlerin Korku Zanaatı – Selin Süar

Egemenlerin Korku Zanaatı* 

Korku, bir tehlike veya tehdit algısı karşısında duyulan kaygı, üzüntü, kötülük gelme ihtimali şeklinde karşımıza çıkmaktadır. Korkular genellikle bir nesne, kişi, durum ve olaydan kaynaklanır ve bireyin özgür davranışlarını sınırlayan, iradeyi ortadan kaldıran bir durumdur.

Psikolojik olarak bakıldığında bireyin geçmişten getirdiği ve öğretilmiş korkuları bulunmaktadır. Ailelerin, çocuklarını koruma amaçlı verdiği eğitim, kimi zaman yetişkin haline gelen bireyde fobilere yol açmakta veya  ödül/ceza  yöntemiyle hareket edilmesi, çocukta kaybetme, elde etme, yenilgi ya da başarı gibi endişeleri beraberinde getirmektedir. Davranışçı psikolog Watson’ın, klasik koşullanmadan gelen korkuları yenmek için yaptığı deney bu alanda kayda değerdir. Watson, Albert ismindeki bebeği, beyaz bir fare ile ilgilenirken yüksek çekiç sesi kullanarak korkutmuştur. Deney, birkaç kez tekrarlandığında artık yüksek ses olmaksızın Albert, beyaz fareyi gördüğü gibi korkup ağlamaya başlamış; hatta genelleme sonucu yalnızca fareden değil, dedesinin sakalından, beyaz tavşandan, pamuktan ve beyaz farede gördüğü bütün ayrıntıları genelleştirerek birçok şeyden korkmuştur. Burada da görüldüğü gibi korku, öğrenilmiş bir duygu olarak karşımıza çıkmaktadır.

Günümüzde nedeni ortaya çıkarılamayan en ufak bir hastalığın kaynağının psikolojik rahatsızlıklara veya sık duyduğumuz şekilde ‘stres’e dayandırılması, modern hayatın getirdiği koşulların olumsuz sonuçları olarak sunulmaktadır. Oysa modern hayatın koşuşturmacası gibi gündelik terimlerle geçiştirilen bu olumsuzluklar bütünüyle sermaye eliyle oluşturulmaktadır. Bireylerin yaşadığı  çökkünlük,  mutsuzluk karşısında ‘çıkışı olmayan yolda’ymış gibi gösterilmeleri ve çaresizlik içinde resmedilmeleri sonucu özellikle ülkemizde psikolojik danışmanlık merkezlerine  veya psikologlara yoğun bir talep olmaktadır. Ancak çözüm getirme, öneri sunma yerine bu bireyler genellikle ilaçla tedavi için psikiyatristlere yönlendirilmekte veya telkin yöntemiyle ‘topluma uyum sağlanması’ (!) açısından stresle baş etme yolları ‘hastalara’ öğretilmektedir. Tüm bu sorunların altında yatan en büyük neden ise piyasa eliyle oluşturulan kişilerarası çatışmalar, rekabet, eşitsizlik gibi ayrımlaştırıcı etkenler olmaktadır. Bugün özellikle kitle iletişim araçları tarafından enformasyon bombardımanına tutulan kitleler, özgürleştirici ve özgür bir ortam varmış gibi gösterilip yine mevcut üretim ilişkileri içinde, başkalarınca belirlenen seçenekler arasından kendini tanımlamak durumunda kalmaktadır.

Korku, yalnızca bireysel bazda değil, toplumsal olarak da karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar her birey birbirinden farklı olsa da devlet eliyle, egemen güçler tarafından yaratılan korkular mevcuttur. Bu, öyle bir hal alır ki kitlesel düzeyde duyulan korku, toplumun iç dinamiğinde yer edinmeye başlar. Yalnızca ülkemizde değil, dünya üzerindeki yönetim sistemlerinin birçoğunda denetim, hâkimiyetin korunması, otoritenin sağlanması gibi amaçlar çerçevesinde toplumsal korkular oluşturulur. Bunlardan en önemlileri ve en bilinenleri gelecek ve güvenlik korkusudur.

Kapitalist toplumlarda öne çıkan serbest rekabet koşulları, bireyler üzerinde gelecek hakkında bir belirsizlik yaratarak emniyet duygusunun sarsılmasına neden olur.  Bu ise kendi gelişimini dışlayarak, yalnızca toplumda yer edinmek ve yarınını sağlamlaştırmaya çalışmak isteyen kişilerin artmasıyla sonuçlanır. Birey, kişilerarası ilişkilerinde yalnızca edineceği konuma bakarak empati kurmayı bırakır ve duygularından yoksun bıraktırılmış prototipler her alanda kendini gösterir. Herhangi bir başkaldırı veya sorgulama, toplumda kaos yaşanacağı ve ekonominin yerle bir olacağı endişesiyle yalnızca iktidarın uygulayıcı kolları tarafından değil; kişinin sosyal ve özel yaşamı tarafından da bastırılmaya çalışılır.

Ülkemizde kitlesel bir ayaklanmaya evrilen Gezi Parkı olaylarında egemenlerin korku yaratma çabaları dil kullanımından ulusal medya söylemlerine, gerçekleşen en ufak bir mali krizi ayaklanmaya bağlamaya ve en önemlisi, bu başkaldırıya doğrudan veya dolaylı olarak katılan genç/yaşlı, her alandan mümkün olduğunca kişiyi hukuki yollarla veya maddi kazanç sağlamalarını engelleyerek cezalandırmaya kadar uzayan bir yelpazede görülmüştür. Korku kültürünü oluşturan hapishaneler, tımarhaneler, geleceğin belirsizliği, işsizlik, sosyal güvencenin olmaması gibi ayrıntılar, bugün toplumda din, ahlak, maddiyat, ideoloji gibi kavramlardan vücut alıp şekillendirilmektedir. En masum kavramı canavar gibi gösterebilen veya en büyük aykırılığı içselleştirebilen ve her daim tüketimi, sınıf farklılıklarını, yabancılaşmayı körükleyen sistem için bireylere ‘risk’ maskesiyle sunulan durumların/kavramların engellenmesi, ancak üretim ilişkilerinin, dolayısıyla sistemi işleten çarkın kırılmasıyla olabilir. Bir toplum, sadece korkuyla baş edebildiği ve korkunun kökenine inerek onu oluşturan kaynağı yok etmeye çalıştığı sürece özgüvenini geri kazanacaktır.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergikasim2013_cc23bbb66bed87

Bunu paylaş: