“Faşizm ve Diktatörlük”*
Faşizmin iktidardaki ilk döneminde, faşist parti ile devlet aygıtı kolları arasında önemli mücadeleler sürmekteyse de, faşist parti, devlet baskı aygıtına –ordu, idare, polis, adliye- egemendir. Yerleşmiş faşizm evresinde ise, uygun bir dönüşüm geçiren devlet aygıtı faşist partiye egemen olur. Böylece faşist parti devlet aygıtına tabi hale gelir.
Bu yerleşmiş faşizm evresinde, devlet aygıtının egemenliği rastgele gerçekleşmez. Devlet aygıtı kollarının yeniden düzenlenmesiyle gerçekleşir: Devletin baskı aygıtının belirli bir kolu öbürlerine ve dolayısıyla ideolojik aygıtlar da dâhil olmak üzere devlet aygıtlarının bütününe egemen olur. Bu kol ne ordudur ne de “idari bürokrasi”: Bu kol siyasi polistir.
Devlet aygıtında siyasi polisin egemen oluşu, bu aygıtın öbür kolları arasındaki göreli bağımlılık ve alt-egemenlik ilişkilerinin bu duruma kayıtsız kalması anlamına gelmez. Hatta faşizm durumunda, bu aygıtlar arasında –siyasi polis, idare, ordu- şeklinde bir bağımlılık sırası ortaya çıkarılabilir. Ordunun işlevinin “bürokratik” idari aygıta kıyasla ikinci derecede kaldığını özellikle belirtmek gerek.
***
Faşizm iktidara biçimsel açıdan tamamen anayasal şekilde ulaşır. Hitler ve Mussolini “demokratik parlamenter” devlet biçimlerine “saygı göstererek”, her burjuva devletinin kritik sınıf mücadelesi durumları için öngördüğü hukuk kuralları içinde iktidara gelirler.
Faşizm iktidara, devlet aygıtının yardım ve suç ortaklığı ile gelir. Dar anlamda, devlet aygıtının dışında bir olgu olmasına rağmen, faşistleşme süreci başlangıcı ile birlikte, faşizm dışarıdan bu aygıta nüfuz etmeyi ve onu kazanmayı, ve dönüşsüzlük noktasından itibaren hala kendine düşman olan kol veya sektörleri etkisiz kılmayı başarır.
Nihayet biçimsel iktidar ile gerçek iktidar arasındaki uyumsuzluğu, tüm faşistleşme süreci boyunca devlette açıkça görülen bu iktidar çarpıklığını görelim.
Bu uyumsuzluğun, belirtileri şunlardır: Partizan temsil bunalımının ardından gelen parlamenter bunalım ve hegemonya bunalımının doğurduğu hükümet istikrarsızlığı, baskı gruplarından özel milislere kadar giden paralel iktidar ağıyla siyasal partilerin çoğalması, “yürütmenin” ve devletin baskı aygıtının işlevinin artması ve polis örgütünün giderek üstlendiği önemli işlev, hukuki sistemin – “düzenin”- gerilemesi ve adliye örgütünün faşizm tarafından dolaysız ele geçirilmesi.
***
Nasyonal sosyalizm orduya aşağıdan sızmış, ama devlet aygıtı yoluyla, yukarıdaki belirleyici rolünden yoksun bırakmıştı. 1938’de yüksek komuta kademesi yeniden düzenlendi. Genelkurmay başkanları Blomberg ile Fritz on dört generalle birlikte ordudan çıkarıldı, otuz generalin de rütbeleri indirildi. Anahtar kesimin –hava kuvvetleri- başına Göring geçti. Nasyonal-sosyalizm ve büyük sermaye tarafından denetlenen devlet yönetiminin üst kademeleri artık “askeri rolü”ne indirgenmiş olan ordudan gelen baskılara karşı direnç kazandılar.
“SS devletinin” temeli olan siyasi polisin gittikçe büyüyen egemen rolü hesaba katılmazsa devlet aygıtının yeniden düzenlenmesini anlamak mümkün değildir. SS, nasyonal-sosyalizm iktidara gelmeden çok önce de vardı (1923). Parti milisinin (SA) yanı sıra, önderler tarafından (Hitler) özel olarak seçilmiş ve sıkı sıkı denetlenen bir çekirdek oluşturuyor, muhafız ve partinin iç polisi olarak görev yapıyordu. Nasyonal-sosyalizm iktidara geldikten sonra şu süreç, adım adım gerçekleşti: Bütün yerel polis güçleri birleştirildi (1923); siyasi polis (Gestapo) ve SS birleşip tek komuta altına girdi, Himmler’in komutası (1934); sonra bütün polis güçleri SS-Gestapo egemenliği altında birleştirildi. (1936)
Siyasi polis nasyonal-sosyalist önderlerin doğrudan denetimi altındaydı ve özellikle Hitler “yüce önder” durumundaydı. “Önderin iradesi”nin (Fuhrerprinzip) doğrudan doğruya ete kemiğe bürünmüş biçimi sayılıyorlar, böylece devlet aygıtının bütün dallarına otoriteyle müdahale edebiliyorlardı. Ordu olsun, yönetim ve adalet dalları olsun, Nasyonal-Sosyalist Parti ve devletin ideolojik aygıtları olsun, müdahale alanları sınırsızdı. Müdahale ettikleri konular da sınırsızdı, yalnız “güvenlik” konularına değil, yönetimsel ve askeri sorunlara da karışıyorlardı. Rolleri hem baskıcı, hem de ideolojikti: “nasyonal-sosyalist ruh”un mızrak başıydılar. Müdahale amacı Himmler’e göre “ulusun bütün üyelerinin bütünsel ve sürekli eğitimi ve böylece her bireyin durumunun sürekli denetlenmesi imkânının sağlanmasıydı.”
Siyasi polisin rolüne adalet sisteminde ve adalet görevlilerinin rolündeki değiştirimler de eşlik etti. Yasa artık yukarıda betimlenen türden sınırlar çizmiyordu. Mahkemelerin artık yasaları değil, “önderin iradesi”ni cisimleştiren “halkın sağlıklı duyguları”nı uygulaması gerekiyordu. Polis de bu sağlıklı duygu ve önderin iradesinin en iyi cisimleşmiş biçimiydi; işi yeni politik düzeni “korumak” değil yaratmaktı. Müdahaleler açıkça “politik” müdahalelerdi. “Führer’in eylemleri” olarak, 1936’daki bir kararnameyle, hukuki düzenlemelerden ve adli görevlilerin “hukuki kanıt” tarzında denetlemelerinden bağışık sayıldılar.
Suç nosyonu da ideolojik bir değişime uğratıldı. Suç artık burjuva devletinin başka biçimlerinde olduğu gibi kötü davranış (yasanın çiğnenmesi) anlamına gelmiyordu; muhtemel düşman anlamınageliyordu. Suçlu kişi, “keyfi” ölçütlere göre belirlenen “nesnel konum”u yüzünden rejimin sağlığına zarar vermeye niyetlenebilecek adamdı. Faşist bir rejimin gözünde bu öncelikle Yahudiler, komünistler, sosyalistler, masonlar, liberaller, dilenciler, akıl hastaları, eşcinseller, frengililer ve çeşitli başka “topluma karşı” öğeler demekti. Dahası bütün bireyler sınırsız polis müdahalesine tabiydiler; bu, kamu ile özel arasındaki her türlü ayrımın kaldırılmasında dile geliyordu. Siyasi polisin baskı rolüne eşlik eden bütün bu ideolojik düzenlemeler aynı zamanda toplama kampları kurumunun da kökünde yatmaktadır.
Son olarak nasyonal-sosyalist rejimde, partinin kendi içsel ideolojisi bir bütün olarak devletin ideolojik aygıtlarını fethetti ve egemen ideoloji doğrudan partiden yayılmaya başladı. Gelgelelim siyasi polis egemen aygıt oldukça, onun özgül ideolojisi de geri kalan aygıtlara ve toplumun bütününe yayıldı.
Yukarıdaki satırların tümü, halen devam etmekte olan ve 12 Haziran seçimlerinden sonra yoğunlaşacağı anlaşılan faşizm tartışmalarına bir katkı sağlaması amacıyla, Nicos Poulantzas’ın “Faşizm ve Diktatörlük” isimli kitabının faşist devletle ilgili olan bölümünden alıntılandı. Bu satırlar, Tülin Öngen hocanın Birgün gazetesindeki köşesinde yayınlanan ve yine Poulantzas’ı referans gösteren “Faşizmi Anlama Kılavuzu 1-2-3” isimli yazılarıyla birlikte okunursa, çok daha açıklayıcı ve anlamsal açıdan da çok daha bütünlüklü olacaktır.