Geç Kapitalizmin Tutsakları*
7. Sanat söz konusu olduğunda Kanada’nın, sinemasal açıdan da küresel egemenlik peşindeki komşusu ABD’nin gölgesinde kaldığı bir gerçek. Kendilerine özgü bir sinema dili geliştirememenin neticesi olarak ana akımda James Cameron, çağdaş anlatıda ise David Cronenberg gibi sivrilmiş yönetmenlerle anılan Kanada sineması, son on yılda büyük bir ivme göstererek, komşusunun hegemonyasını kimi noktalarda çatlatmakta. Fransız sinematografisinden bağımsız düşünülemeyecek, Quebec çıkışlı kimi bohem aşk hikayeleri ve dramlar çeken Kanada’nın yeni sinemacı kuşağı, özellikle Hollywood’un bir süredir boşladığı Orta Doğu’da yaşananlara eğilirken, vicdan ve hümanizm sosuyla beraber buram buram oryantalizm kokan, ancak tam da bu yüzden büyük beğeni toplayan filmler çektiler. 2011 yapımı “Bay Lazhar” ve 2012 yapımı “İnşallah” gibi filmler arasında en çok ses getiren ise, ülkemizde “İçimdeki Yangın” adıyla gösterime giren ve katmanlı senaryosuyla sarsıcı bir etki bırakan 2010 yapımı “Incendies” oldu. Bu filmle zorlu bir senaryonun hakkını fazlasıyla verebilecek bir yönetmenlik yetisi olduğunu gözler önüne seren Denis Villeneuve‘nin, başta en iyi görüntü yönetmenliği dalı olmak üzere Oscar’a aday yeni filmi “Prisoners/Tutsak”, şarşırtıcı bir şekilde ülkemizde gösterime girmek yerine doğrudan DVD olarak izleyiciyle buluştu.
Kariyerine TV’de başlayan, belgesel ve kısa metraj gibi farklı biçimlerde, dramdan gerilime uzanan bir skalada yapıtlar ortaya koyan Villeneuve’nin yeni filmi “Tutsak”, ABD’de bir kasabada yaşayan ve Şükran Günü yemeği için bir araya gelen iki ailenin küçük çocuklarının kaybolmaları ve sonrasında tüm kasabayı sarsan ve bir haftaya yayılan kurtarma mücadelesini anlatıyor. Yıldız isimlerle dolu kalabalık bir oyuncu kadrosunu dengeli biçimde yöneten Villeneuve, klasik gerilim yöntemleri olan dar açılı objektifler, baskın bir ses kanalı ve sahne geçişlerinde kesmeli kurguyu aşarak zamanında Kubrick‘in yaptığı gibi dengeli, sabit kamera kullanımı ve geniş açı/genel çekim ölçeklerine başvuruyor. Film, türler arası gezinmek gibi bir amacı olmaksızın, gerilime sadık kalarak, karakter inşasında ve olay örgüsünde gizlenmiş farklı motivasyonlar arasında dolaşıyor. 1960’lar Amerikası’nda yükselen liberal ve görece sol eğilimlere karşı Hollywood’da 1970’lerde yükselen muhafazakar damarın vazgeçilmez motiflerinden olan “adaleti kendi eline alan Beyaz, Anglo-Sakson, Protestan Amerikalı(WASP)”, filmin başat kodlarından olurken, işin içine siyah ve muhafazakar bir ailenin katılmasıyla, toplum inşasının içerik değiştirmeksizin kapsam genişlettiği söylenebilir.
Aaron Guzikowski‘nin kaleme aldığı senaryo, son yıllarda alışılageldik senaryo izleklerini aşacak bir örgüye ve uzama sahip. Filmde görülen metaforlarsa içeriğe uygun olarak kusursuz biçimde tasarlanmış. Özellikle kırılma anlarında çözüme varmak için bir simge olarak kullanılan labirentler, dinine derinden bağlı ‘Beyaz Amerikalı’yı itham edercesine izleyicinin gözüne çarpan ayrıntılardan. Geçmişi milattan önceye dayanan ve dini törenler için bir rituel olan labirentler, özellikle Ortaçağ Hıristiyanlığında kilise ve katedrallerin taş zeminlerine inşa edilmiştir. Din adamları için labirentin merkezine ulaşmak, kilisenin önderliğindeki yaşamı şart koşan bir yolculuk olduğundan, hayat döngüleri için de birçok dönemeci temsil etmektedir. Daha en başında izleyiciyi içine çeken olay örgüsü, kullandığı sembollerle kutsal birlikten yola çıkarak iyi ve kötünün iç içe geçtiğini resmetmektedir. Kapanış kredileri akmaya başladığında bile çözümü tam anlamıyla gerçekleştirmeyen metin, kolaylıkla bir intikam hikayesi olarak da okunabilecekken, bir kasaba ölçeğinde ABD sisteminin vardığı son noktayı betimleyerek toplumun bütününe ayna tutmakta ve dolayısıyla melek yüzlü şeytanlar ve şeytanlaşabilmeye yatkın meleklerle dolu bir ülkeyi gözler önüne sermektedir.
Kimilerince geç kapitalizm olarak da adlandırılan, Batı sisteminin, üretim odaklı akılcı bir sistem olmaktan çıkıp, tüketim odaklı akıldışı bir sisteme evrilmesi, Baudrillard‘a göre “nedensiz şiddet” sarmalıyla devrimler yerine içe dönük patlamalar yaşayan bir kitle meydana getirdi. Durmaksızın seri katiller üreten, meydanlara ateş açan keskin nişancıların, okulunu silahla basan öğrencilerin mekanı haline gelen Batı sistemi, eylem gerekçelerini marjinalleştirmeyle birlikte bizzat yaratan, çözüme dair yanıt bulamayan ve tıpkı 1929 Ekonomik Krizini için kullanılan “bunalım” sözcüğü gibi akıldışı açıklamalarla sorunu sistemin ta kendisinden uzaklaştırmaktadır. Denis Villeneuve’nin filmi, böylesine yıpratıcı, bireylerin ve toplumun psikolojisini yerle bir eden bir sistemin tüm mahkumlarını gözler önüne seren, yılın en önemli yapıtlarından.
Öte yandan “Tutsaklar”ın, bu tespitleri yapan ilk film olmadığını hatırlamak gerek. Yukarıda andığımız Kanadalı yönetmen Cronenberg’in, özellikle 1990 sonrası çektiği filmlerin bir çoğunda benzer tespitler ve eleştiriler yer alıyor. Bir benzerini Kıta Avrupası’ndan Michael Haneke yapıyor. Öyleyse Villeneuve dahil tüm bu yaratıcıların, sonraki filmlerinde bir sonraki adımı bekleme hakkı doğuyor. Tıkandığı ve yıkıcılaştığı aşikar bir sistemi aşmanın bir sonraki adımı nedir? Daha adil ve insanlığın değerini bilen bir sistem inşası için sonraki adım ne olmalıdır? Villeneuve’nin, internette yer alan 2008 yapımı kısa filmi “Next Floor/Sıradaki Kat”, burjuvazinin, aristokrasinin ve sermayenin tıkanmak bilmeyen tüketim neticesinde sıradaki katlara çakılarak dipsiz bir çöküşe doğru yol aldığını gösteriyor. Peki ya üst katlarda neler oluyor?