Gündem Dışı- zannedilir- Sanat Tarihi Bölümü -diye okunur! – Nur Gözde Yılmaz

Gündem Dışı- zannedilir- Sanat Tarihi Bölümü -diye okunur!-*

Bazı insanların ölümüne inanmak zordur. Çünkü geride kalan onca sevdiğiyle O insan yaşar ve yaşatılır. Peki, bir insanı sadece sevmek yeter mi? Bence yetmez. Yetmemelidir de zaten. Bir insanı yaşatmak eğer o insan bir bilim insanıysa, sanatçıysa ya da Atatürk gibi dünyanın ve ülkemizin en değerli siyaset adamlarındansa (sadece siyaset adamı demek yetmese de)onun bıraktığı eserlerle olur.

Bazen zihninizin bomboş olduğunu hissedersiniz. Ama bir şeyler yapmak zorunda kalırsınınız. Çünkü hayat devam ediyordur. Başlarda çok acımasızca ve metalik bir cümle olarak gelse de hayatın devam ettiği tek gerçektir. Ölen kişinin yokluğunun doldurulmayacağı bilinir böyle zamanlarda.

Prof. Dr. Oktay Aslanapa’yı İstanbul Üniversitesi Sanat Tarihi bölümünde okuduğum dört boyunca tanıma imkânım olduğu için çok şanslıyım. Ülkemizde yanlış politikalar sebebiyle değer verilen bir bölüm olmayan Sanat Tarihi’nde değerli hizmetleriyle her zaman anılacak. Onu ilk kez kurucuları arasında yer aldığım Sanat Tarihi Kulübü’nün etkinliğinde dinledim. Sanat Tarihi bölümü eski başkanı Prof. Dr. Ara Altun ile bölümün dünü, bugünü ve geleceği hakkında konuştular, çeşitli değerlendirmeler yaparak; Sanat Tarihi’nde okuyan öğrencilerinin sorularını cevapladılar. O zaman 95 yaşında olan bu dev çınarın ülkemiz ve dünya kültür mirasına kazandırdıklarıyla gurur duydum. Onlar neler miydi? Diyarbakır, İznik, Kalehisar, Kayseri- Keykubadiye, Konya, Van, Bursa-Yenişehir’de yaptığı onca kazıdan sonra bu kazılardan elde edilen buluntularla  ilgili  yapmış  olduğu  gerek  ülkemiz  içi  gerekse  uluslar  arası  bir  sürü makale, kitap… Çini Sanatı’nı da geçmişten günümüze yapmış olduğu kazılarla, kazılar hakkında sunduğu bildiriler, makaleler ve kitaplarla taşıdı. Boşuna demiyorlar? “Söz uçar, yazı kalır” diye. İşte bu sözün sanat tarihindeki en önemli temsilerinden biriydi. Bu kadarla da sınırlı kalmadı, Anadolu’da ve okulumuzda da yüzlerce öğrenci yetiştirdi. Hatta pek çok hocamız Onun öğrencisi olma gururuna erişti. Aslanapa aynı zamanda İstanbul Üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılâpları bölümünde de öğretim üyesiydi.

Ülkemizin saklı (bazen de göz göre göre saklanan, satılan) mirasına harcanan koca bir ömrü; mezun olduğum yılda, 2013’te, Edebiyat Fakültesi’nden uğurladık. Sonra amfilerimize döndük. Sınıflara sıkıştırılamayacak kadar özgür olması gereken fakat ne yazık ki gerek bürokrasi gerekse ekonomik bazen de ego sorunlarıyla sadece akademik bir alana sıkıştırılmış bölümümüze mi yanalım şimdi? Yoksa onca kültürel değerin sırf rant uğruna birilerine peşkeş çekilmesine mi? Yoksa işsizlikle imtihan edilen ve üretme heyecanıyla yanıp tutuşan bölüm mezunlarının farklı sektörlere kaymasına mı? (Bakınız ben) Çeşitli sempozyumlar düzenlenmesine rağmen “ben” diyerek birilerinin her daim bayrağı elinde tutup; diğerlerini yok saymasına mı? Yoksa yeni, özgün şeyler söyleyip, üretenlerin başına gelenlere mi? Derslerin genel olarak tekdüze ve hayattan kopuk işlenmesine mi? Neye yanayım? Neye yanalım?

İşte gidenin arkasından üzülmek tam da böyle bir şey. Evet, hiçbir şey yerini alamayacak orası kesin. Keskin olan da tüm bunların hemen hemen herkes tarafından onaylanmasına rağmen hiç kimsenin hiçbir şeyi yapmaması. Cesaret edenlerin dışlanması. Cesaret edenlerin birbirini dışlaması. Bilime, sanata verilmesi gereken önemin kişinin benliğine verilmesi. Tabuların yıkılmaması, yıkılınca gerçekten var olan ve var olması gereken değerlerin de alaşağı edilmesi.

Lisedeki tarih öğretmenim Ömer Kır; “Tarih; sanattan, coğrafyadan ayrı düşünülemez” derdi. İşte bu ayrıklığın en belirgin olduğu zamanda okuduk biz bu bölümü. Evet, çok şey öğrendik. Ama ezberlemek zorunda kaldığımız dersler de kaldı. Kilitli ve boş odalarda bazılarına ulaşamadık. Meslektaş dediğimiz arkadaşlarımızın gün geldiğinde en ufak çıkarlar uğruna bölümün adını lekelediğini gözlerimizle gördük. Çok değil, mezun olalı sadece 9 ay oldu. Ama insanın kendisini geliştirmesine en çok yardımcı olan bölümde mezun olduktan sonra desteksiz iş yapamaz hale gelebiliyorsunuz. Ya da bazıları var, görünürde. Ama derinine indiğinde işin yoklar. Prof. Dr. Oktay Aslanapa da eminim bu tip sorunlarla boğuştu, “nasıl başa çıktı acaba?” diye sormak isterdim. Cesaret ve vazgeçmeme dışında somut bir yanıt arıyorum, gerçekten. Bulamadan farklı bir yerde işe başladım bile. Belki arkadaşlarım, belki en değerli varlığım hak ettikleri yerde olacaklar günün birinde. Yollar tıkalı olsa da, bazen iğneyle kuyu kazsak da… Ne diyebilirim ki?

Ya tamam ya devam…

Başka bir çare söz konusu değil. Çaresizliğin bir duman gibi üzerimize çöktüğü şu zamanlarda yine umuda sarılalım. Çünkü hayat, nefes alıyorsak umut var demektir dedi.

Geçmiş zamanda değil geniş zamanda bu sözün geçerliliğini koruyacağına inanmak istiyorum.

İnsanlar, umutlarını ve hayallerini kaybettiklerinde ölürlermiş. Prof. Dr. Oktay Aslanapa’nın öldüğüne inanmıyorum bu yüzden. İnandığımsa; bazılarının yaşarken öldüğü. (Öldürülenlere şu an için hiç girmek istemiyorum doğrusu ama öldürülen bilim adamı, gazeteci, sanat tarihçilerini ve insanlarımızı sevgiyle, saygıyla anıyorum)

*https://issuu.com/azizm/docs/ederginisan2014

Bunu paylaş: