Kendisi Tarih Olmuş Bir Okul, Tarihe Mal Olmuş Bir Düşünce: Bauhaus*
Hep birlikte oturup sanat-siyaset ilişkisini tartışabiliriz. Modernizmin sanata yansımalarını konuşabiliriz. Almanya’nın Birinci Dünya Savaşı sonrasındaki kalkınma çabası hakkında araştırma yapıyor olabiliriz. Nazilerin sanata ve aydına karşı tutumlarını lanetleyebiliriz. Hatta pedagoji üzerine düşünüyor ve tarihteki bazı örnekleri inceliyoruzdur. Bu beş benzemezin birbiriyle olan bağlantısı nedir?
Bir okulun bahsidir açılan… Beş benzemez bir sürü konu üzerinde anlaşılası miraslar bırakmış bir okul. Bütün bu saydığımız ilgisiz başlıkları düşünürken değinmezseniz eksik kalacak bir okul. Bir okul ve bir düşünce… Kendisi tarih olmuş bir okul, ancak tarihe mal olmuş bir düşünce: Bauhaus.
Deutscher Werkbud
Deutscher Werkbund (Alman İş Derneği) Bauhaus’un kurucusu Walter Gropius da dâhil dönemin önemli mimar ve sanatçılarını barındıran bir dernekti. 1907 yılında kurulan dernek ayrıca içinde dönemin hafif sanayi üreticilerini de barındırmaktaydı. Aralarından bazılarını bugünden tanıdığımız şirketler de var: Bayer, Bosch, Benz gibi. Derneğin kuruluşuna giden süreçte adını anmamız gereken bir isim daha var: William Morris. Morris, endüstriyel ilerlemeyle birlikte sanatçıların endüstriyel tasarım alanına eğilmeleri gerektiğini düşünüyor ve herkesin her zaman göremeyeceği, çoğu zaman da anlamayacağı bir eser yerine, iyi üretilmiş bir kap daha yararlıdır diye aktarıyordu.(1) Bu İngiliz’in fikirleri kısa zamanda Almanya da dâhil Avrupa’da karşılık buldu.
Werkbund’un kuruluşunda da etkili olduğunu varsaymanın yanlış olmadığı kanaatindeyiz.
Werkbund’un 1914 kongresini tarihsel olarak ayıran önemli olaylar yaşandı. Kongre, sonrasında belki de 20. Yüzyılın Alman mimarisi ve tasarımına büyük bir etki bıraktı.
Kongrede iki grup karşı karşıya geldi. Berlinli mimar Hermann Muthesius’un başını çektiği bir grup ve Belçikalı mimar Henry van de Velde’nin grubu.
Muthesius, kaleme aldığı on kılavuz ilkeyi kongrede sundu. İlkeler Werkbund’a ve üyelerine yeni bir yön tarif ediyordu: “Artık mimaride, endüstride ve uygulamalı sanatlarda oluşturulacak standartlaştırılmış ‘tipler’, Alman imalatçılarının tüketim ve ihraç malları üretiminde ciddi bir artış sağlatacaktı… Bu, Almanya’nın ekonomik refah düzeyini yükseltip uluslararası alandaki gücünü artırmakla kalmayacak; küresel ticaret sahasında bütünleşmiş, kendi bilincinde olan ve niteliksel olarak üstün bir “Alman stili” de yaratacaktı.”(2)
Muthesius, derneğin genel başkan yardımcısıydı. Aynı zamanda dönemin son derece önemli üç bakanlığı ve kimi politikacılarıyla da yakın ilişkileri vardı. Aslında bu kılavuz ilkeler ve kongre, dönemin politik gerilimlerini üzerinde barındırıyordu. Bu yönüyle tarihsel bir öneme sahiptir.
“Tarihsel açıdan bakıldığında, Muthesius’un Werkbund bildirisi ve “kılavuz ilkeleri” , özel sektörün geniş kesimlerini ve küresel ticari dağıtımı devlet güdümünde yeniden düzenleme amacı taşıyan yeni ulusal politikaların, estetik çerçevesinde ifade edilmiş olmakla birlikte en önemli boyutunu oluşturuyordu.”(3)
Bu, mimarların ve tasarımcıların sanat alanının dışına taşıp, ulusal politika hakkındaki tartışmaların merkezine oturduğu ve tarih yapmaya giriştikleri tarihi bir andı.(4)
Muthesius ve yandaşlarının Werkbund’a kabul ettirmeye çalıştıkları yöne karşı Henry van de Velde ve ona destek veren Walter Gropius ve müze yöneticisi Karl Ernst Osthaus gibi güçlü üyeler Werkbund sanatçılarının mutlak özgürlüğünü savunuyorlardı. Kılavuz ilkeler sanatçıları endüstriye bağlayacaktı ve bu özgürlük ortadan kalkacaktı.
Henry van de Velde, Muthesius’un on kılavuz ilkesine karşılık on karşı ilke yayınladı ve kongreye sundu. Kongre oldukça gergin tartışmalara sahne oldu. Deutscher Werkbund’un yedinci kongresi sanat ve siyaset ilişkisi açısından da oldukça değerli. Dönemin Almanya’sı belki de bu kongreye bakılmaksızın anlaşılamaz.
Tarihin ilginç tesadüfü: Weimar
Dük Karl August, 1775’te Goethe’yi, Weimar’a davet ederken, 6000 nüfuslu bu sıradan Ortaçağ şehrine canlılık getirmesini umuyordu. Kültürel bir hareket ve sonrasında birikim kazanacak şehir, sonraları II.Wilheim’in bürokratik baskısından kaçan ve tinsel bir münzeviliğe çekilmeyi planlayan herkesin akla gelen ilk yeri olacaktı.
Henry van de Velde işte böyle bir ortamda geldi Weimar’a. Tarih tekerrür etmez elbette. Ancak hoş tesadüflere yer var. Zamanın ruhu… 1700’lerde bir şair Weimar’ın çehresine etkiledi. 1900’lerin başında dönemin deyimiyle bir “uygulamalı sanatçı”.
Henry van de Velde 1907’de inşa ettiği komplekste Tatbiki Sanat Okulu’nu kurdu. Bu kompleks sonraları -1919 ve 1925 yılları arasında- Bauhaus tarafından kullanılacaktı. Okulda metal, halı, seramik, dokuma gibi atölyelerin pratik faaliyetleriyle birlikte resim, perspektif, iç mimari, konstrüksiyon derslerini bünyesinde barındırıyordu. Elbette bu atölyeler sonrasında Grandük tarafından desteklenen oldukça karlı işletmeler olacaktı. Dönemi anlamak adına önemli bir veri bu. Endüstrileşmenin yarattığı atmosferde uygulamalı sanat okulları ekonomiyle ve sanayi ile oldukça yakın ilişkiler içerisinde. Hatta bir çeşit simbiyotik ilişki.
Bu ilişki göz önünde bulundurulduğunda okulun 1914’te başlayan 1.Paylaşım Savaşı’ndan etkilenmemesinin imkânsızlığı açıkça görülecektir. Nitekim öyle de oldu ve dönemin koşulları 1915’te okulun kapanmasına ve 1917’de Van de Velde’nin İsviçre’ye taşınmasına neden oldu. “Van de Velde’nin hayal kırıklığına uğramasında, sanat, zanaat ve sanayi arasındaki engebeli bölgelerde sessiz ve dikkatli bir zarafetle hareket etmeye çalışırken, bu çelişkileri olabilecekleri en doktriner yerlere çekmeye çalışarak Werkbund’un 1914 Köln kongresini kamplaşmaya zorlayan Mutheisus’un da payı olmuştu.”(5)
Bauhaus…
1916’da Tatbiki Sanat Okulu’na direktör olan Gropius, Van de Velde’nin izini sürmenin yollarını arıyor, sanatçılarla teknikerleri ve tüccarları okul çatısı altında bir araya getirecek “Bauhütte”(şantiye) tarzı bir örgütlenme modelini denemek istiyordu. “Şantiye, ‘praxis’ in bir araya getiriciliğine vurgu yapan bir mecazdı. 1919’da Tatbiki Sanat Okulu ile Sanat Yüksek Okulu’nu birleştirerek kurduğu okula “Bauhaus” adını koyması da tamamen bu vurgu nedeniyleydi.”(6)
Bauhaus’un tasarım tarihinde yarattığı yenilikleri birkaç başlıkta toparlayıp, bu başlıkları açarak ilerlemekte fayda olacağı kanaatindeyim. Bauhaus’un özgün yanları, hakkındaki efsaneler ve yorumlamalarla birleştiğinde hayli hacimli bir külliyat oluşturuyor ve bu ölçekte bir makalede hepsine hakkıyla değinmenin zor olması bizi böyle bir yönteme itiyor.
Gropius’un kaleme aldığı Bauhaus Manifestosu’nda bazı özgün tezler sıralanır. Bunlardan ilki giriş cümlesi olan “Tüm görsel sanatların en büyük amacı yapı bütünüdür!”(7) tezi. Bauhaus ekolü mimarlığı bütün görsel sanatların üzerinde bir yerde tutar. ‘‘Üzerinde’’ ifadesi bir tehlikeyi barındırıyor. Burada kasıt görsel sanatlar arasındaki bir kasıt değil, mimarlığın(yapının) en kapsayıcı sanat olduğu iddiasıdır. Zira manifestonun ikinci cümlesine dönmekte fayda var: “Yapıları süslemek, bir zamanlar güzel sanatların en soylu işleviydi; bunlar anıtsal mimarlığın zorunlu öğeleri sayılıyordu.” Bu yönüyle ekol, sanat alanları arasında bir birleşme ve ortaklık sağlamayı amaçlıyordu. Bu ortaklığın kendi özgünlüklerinden tavizler vererek olduğu algısına kapılmamak gerek. “Mimarlar, ressamlar ve heykeltıraşlar bir yapının birleşik niteliğini hem bir bütün olarak, hem de ayrı ayrı parçalarıyla yeniden tanımalı ve kavramaya çalışmalıdır. Yapıtları ancak o zaman ‘salon sanatı’ iken yitirdikleri arkitektonik ruhu yeniden kazanacaktır.”(8)
Bauhaus, sanat dallarını birleştirmekle kalmamış sanatla zanaat arasındaki ayrımı da ortadan kaldırmayı hedeflemiştir. Şimdi uzunca bir alıntı yapalım: “Mimarlar, ressamlar, heykeltıraşlar, hep birlikte zanaatlara geri dönmeliyiz! Çünkü sanat bir meslek değildir. Sanatçı ve zanaatçı arasında önemli bir ayrım yoktur. Sanatçı yüceltilmiş bir zanaatçıdır. İstencinin bilincini aşan o ender esinlenme anlarında, ilahi bir güç yaptıklarının sanata dönüşmesine neden olabilir. Öte yandan, her sanatçının bir zanaatta becerisinin olması zorunludur. Yaratıcı hayal gücünün temel kaynağı burada yatar. O halde, zanaatçı ve sanatçı arasındaki kibir engelleri yükselten sınıf ayrımının olmadığı yeni bir zanaatçı loncası kuralım! Mimarlık, heykel ve resmi tek bir bütün olarak kucaklayacak ve bir gün, bir milyon işçinin ellerinde yeni bir inancın kristal simgesi gibi göğe doğru uzanacak olan, geleceğin yeni yapısını hep birlikte arzulayalım, kavrayalım ve yaratalım.”(9)
Bauhaus’da her öğrenci zanaat öğrenmek zorundadır ve bu Bauhaus’daki tüm eğitimin de temelini oluşturur. Marangozluk, demircilik, ağaç oymacılığı gibi birçok zanaat eğitimi verilmekteydi okulda.
Zanaatın ve lonca tipi örgütlenmenin bir diğer yansıması da bizdeki tabirle usta- çırak tipi eğitim modeli. Çırak, kalfa ve genç usta diye üç kademeye ayrılan bir eğitim biçimi izleniyordu. Sebebi Bauhaus’un ilkelerinde açıklanıyor: “Okul, işliğin hizmetindedir ve bir gün onun içinde eriyecektir. Bu nedenle Bauhaus’ta öğretmenler ya da öğrenciler yerine ustalar, kalfalar ve çıraklar olacaktır.”(10)
Bauhaus’ta eğitimin kuramsal yanından çok pratik yanı ön plana çıkarılıyordu. Bu da usta-çırak tipi eğitimin hem nedeni hem sonucudur. Bu okula, bugünkü biçimiyle bir eğitim kurumu olarak bakarsak bunun nedenini anlamakta güçlük çekeriz. Ancak özgün yanlarından biri de okulu, bir eğitim mekânı olmasının yanı sıra -en az bunun kadar ağır basan bir şekilde- bir üretim mekânı olarak da algılamaları. Burada eğitmenler ve öğrenciler hep birlikte yeni bir tasarımın özünü arıyorlardı. Bir avangart yaratma heyecanı değildi söz konusu olan. Aksine Bauhaus dönemin toy avangart çıkışlarına mesafeli durmuş, kendini korumayı başarmış ve bir “kendilik” bilincini yaratmıştır. Bu da kendi içinde hem neden hem sonuçtur.
Yeniyi aramaktan söz açılmışken Vorkurs’a değinmek gerek. Ülkemizdeki kullanımı Temel Tasarım dersi. Vorkurs, Bauhaus’ un beklide hakkında en çok söylenti üretilen yanıdır. Joseph Rykwert’e göre Bauhaus’un karanlık tarafı…
Vorkurs’un amacı öğrencinin konvansiyonel düşünce kalıplarını yıkarak özgürleşmesidir. Bu sadece düşünsel bir platformda algılanmaması gereken bir eğitim. Aynı zamanda kişinin bu süreci deneyimlemesi söz konusudur. Amaç kişinin ön yargılarından, günlük mekansal algıların yükünden ve tarihin ağırlığından sıyrılarak düşünmesidir. Kazys Varnelis’in deyimiyle “bir çocuğun masum gözleriyle görmek.”
Vorkurs hakkındaki söylentilerin ve tepkilerin bu denli kabarık olmasını Johannes Itten’den ayrı düşünmek güç. Dersin yaratıcısı olan Itten, hakkında yazılanları okuduğumda bende Harry Potter serisinin Severus Snape’ini çağrıştırdı. Zerdüştlükten türeyen “Mazdaizm” diye bilinen mistik bir inanca sahip olan Itten’in verdiği derslerde bu mistizmden beslendiği yorumları oldukça yaygın. Sırası gelmişken söylemek gerek; Itten Bauhaus’daki tek mistik eğitmen değildir. Modernizmin kalesinde Vasili Kandinski, Piet Mondrian gibi kimi sanatçılar da sanatlarını mistik eğilimleriyle beslemiştir.
İşte Bunlar Hep Komünist Aklı
Bauhaus hakkında çıkan söylentilerden birisi de komünizmin kalesi olduğu yönünde. Dönemin gazetelerinden Anhalter Anzeiger’de 7 Mayıs 1930’da yayımlanan bir makale komünizmin kalesi tanımlamasını kullanılıyor ve okulu Bolşevizmin kızıl yıldızıyla yakından ilişkilendiriyordu. Hatta şu komik diyalogla bu iddiayı destekliyordu yazar: Bu gençlerin amaçlarının ne olduğunu sorduğunuzda çoğunlukla şu yanıtı alırdınız: ‘‘Onlar Bauhaus öğrencileri. Ne demek istediğimi anlamışsınızdır!”
Hilton Kramer “Bauhaus’ta: Sosyalizmin Katedrali’nde Sanatın Kaderi” başlıklı yazısında bu okulda güzel sanatlar eğitimi adı altında neyin yayıldığını anlamak için Vorkurs’un mistik kaynaklarına bakmamız gerektiğini savunur.
Bauhaus’un komünizmin kalesi olduğunu iddia edenlerin önemli bir bölümü iddiayı Vorkurs ile ilişkilendiriyor. Vorkurs’un bir çeşit beyin yıkama olduğu kanaatinin “Soğuk Savaş” döneminde yaygınlaştığı da önemli bir veri. Bauhaus, komünizmin kalesi eleştirilerinin (!) temelinin okulun belki de en mistik ve idealist yanlarından birine dayandırılması da tarihin bir ironisi olsa gerek. Yüz gülümsetecek diğer bir ironiyle yazının bu bölümünü kapatalım. Bauhaus’daki komünist öğrenciler de Vorkurs dersini fazla soyut bulmuşlar ve işlevsiz olduğu üzerinden eleştirmişlerdir. Hatta “bu kümes tellerinden hiçbir işe yaramayan saçma şeyler yapmanın ne anlamı var” sorusunu soran öğrencinin de komünist olması tarihin bir başka ironisi.
Bauhaus ekolünü komünist diye tanımlayamayız. Ancak bu bizi Bauhaus’un içinde komünist eğilimlerin ya da genel anlamda sol eğilimlerin olmadığı yanılgısına itmemeli. Bu eğilimler vardı ve marjinal veya zayıf değildi. Aksine manifestonun yanında göreceğimiz Bauhaus katedrali adeta yıldızlı bir sosyalizm tapınağı gibidir ve sol eğilimin açık bir dışavurumudur.
Modern Zamanların Öz Evladı: Bauhaus
Bauhaus, modernizmin öz evladıdır. Endüstri devriminden yoğun olarak etkilenmiştir. Tasarımda seri üretilebilir, endüstriye uyumlu, mümkün olduğunca ucuz, bütün bunların yanında estetik kaygıdan olduğunca taviz vermeyen bir biçim yakalamaya çalışmışlardır.
Bauhaus, içinde barınan bir çok farklı eğilimin bulunduğu özgün ve ilginç bir karışımıdır. Bu şekilde bir “kendilik” bilinci yaratmıştır. Bu satırların yazarı piyasayla olan ilişkileri, içindeki idealistler ve bir çok başka sebebe rağmen bu okulu ve ekolünü insanlık tarihinin çarklarını ileri götüren kurumlardan biri olarak kabul etmektedir. Bu yönüyle Bauhaus’un ilerici bir kurum olduğu tezine katılmaktayım. Referansı Nazi olanın burnu hoş yerlere çıkmaz belki ama, hakeza okul 1933’te Naziler tarafından komünist entelektüel ortamın merkezi olduğu gerekçe gösterilerek kapatılmıştır. Bir dipnot düşerek devam edelim: Bauhaus tasarımlarının Sovyetler Birliği’ndeki tasarımlarla bir paralellik ve etkileşim içinde bulunduğunu söylemek abartılı olmayacaktır.
Bugün bile kullandığımız en basit gündelik eşyalardan, büyük mimari yapılara kadar etkisini devam ettirmekte bu ekol. Tarihin çok özgün bir uğrağından, oldukça özgün bir şekilde kendini var etti Bauhaus. Bulunduğu çağın ekonomik koşullarından, politik gerilimlerinden, ideolojilerinden etkilendi. Bir yönüyle daha bugüne uzanan bir örnek bıraktı bize. O da tasarımcının veya genel olarak sanatçının toplumsal yaşantıdan ve ideolojiden yalıtık olduğu tezinin tarihsel bir antitezi oluşu. Hatta dönemin Almanya’sı gibi özgün örneklerde sanat gündelik siyasetle de yakından etkileşir. Bu başlı başına bir yazı konusu tabii ki. Şunu söylemekle yetinelim: Sanatı sanatçı dışındaki diğer ilişkilerden yalıtık gören tezin, bugün özellikle mimarlık fakültelerinde absürt uzmanlaşma eğilimlerini beraberinde getirdiğini görüyoruz. Bu da elbette ki yaratıcılığı olumsuz etkileyen, niteliği düşüren bir olgu.
Bu eğilim Bauhaus’u sadece Gropius’la açıklama çabasına girişedursun biz yazımızı provakatif bir sonla bitirelim. Oscar Niemeyer sosyalist bir mimar. Ömrü boyunca sosyalist kaldı. Bauhaus’u hiç sevmedi. Provakasyon da işin burasında. Ancak meramımızı açıklıyor usta mimar: “…Mimarlığın önemli olmadığını, ama bir fırsat sunduğunu tekrarlayıp dururum: Mimarlar ancak mesleklerini nasıl siyasi bir eyleme dönüştürebileceklerini anlarlarsa görevlerini yerine getirebilirler. Mimarların savaş alanı şehirler, kamusal alanlar, gündelik hayattır ve bunlar ortak alandır.”(12)
* Bu makale ilk olarak Fikir Kulüpleri Federasyonu’nun yayın organı Yeni Yazılar’ın Nisan 2014 tarihli sayısında yayınlanmıştır.
Notlar:
1. http://www.mobbig.org/belge/MOBBIG-29/YukselBingol-Sunu-mobbig29.pdf
2.Maciuika, John, 2009, Bauhaus:Modernleşmenin Tasarımı, İletişim Yayınları, s.44
3. A.g.e. s.56
4. A.g.e. s.37
5. Bilgin,İhsan, 2009, Bauhaus:Modernleşmenin Tasarımı, Bauhaus’un Zamanı ve Yeri s.103
6. A.g.e. s.103
7. Bauhaus Manifestosu
8. a.g.e.
9. a.g.e.
10. Gropius, Walter, 2002, Walter Gropius ve Bauhaus, 23
11. Kramer, Hilton, At the Bauhaus: The Fate of Art in “the Cathedral of Socialism”
12. Niemeyer, Oscar, 2013, Dünya Adil Değil, Sel Yayınları, çev:Leyla Tonguç Basmacı, 33
Kaynakça:
- Bauhaus: Modernleşmenin Tasarımı, Der:Ali Artun, Esra Aliçavuşoğlu, İletişim yay.
- Walter Gropius ve Bauhaus, Dizi Sor:Nuray Togay, Boyut Yayın Grubu
- Kentsel Planlama Sözlüğü, Melih Ersöz, Ninova
- Dünya Adil Değil, Oscar Niemeyer, Sel
- Bauhaus, Frank Whitford, Thames and Hudson