Pembe ve Mavi – Selin Süar

Pembe ve Mavi* 

Kadına karşı şiddeti, kadın cinayetlerinin artışını ve toplumdaki cinsiyet eşitsizliğini özellikle son dönemde medya aracılığıyla sıkça duyar olduk. Namus cinayeti adı altında geçen olaylar hâlâ yanı başımızdayken; bu konuda bırakalım gerçek anlamda caydırıcı kuralların uygulanmasını, son dönemde alınan kararlar ve çıkan kanunlarla kadın cinayetlerinin önü daha da açılmış oldu. Ancak gerek cinayetlerin, gerek ayrımcılığın, gerekse kadına yönelik şiddetin yalnızca doğu toplumlarında ve aşiretlerde var olduğunu söylemek, gerçeklere sırt çevirmek olacaktır. Maddi durumu iyi olan, en iyi okullarda okutulan ve saygın bir işi olan nice bireyler bile hiç beklenmedik tepkiler verebilmekte. Toplumsal cinsiyet kavramına baktığımızda farklı kültürde, farklı zaman dilimlerinde ve farklı coğrafyalardaki kadınlara ve erkeklere toplumsal olarak yüklenen rolleri ve sorumlulukları ifade ettiğini görmekteyiz. Bununla beraber toplumsal cinsiyet, sosyal açıdan kadınla erkeğe verilen roller ve sorumluluklar olarak tanımlanmaktadır.

Kadın veya erkek olmak, doğmak ve ölmek gibi elimizde olmayan ve doğal bir süreç olmasına rağmen bu iki cinsiyete yüklenen kodlar, henüz bebek bekleyen çiftlerin doğuma hazırlanma evresinde başlar. Kız çocuklara pembe, erkek çocuklara mavi nüfus kağıdının çıkarılması gibi; giysiler, hatta bebek için olan bütün ürünler ve ürünlerin renkleri de buna göre ayrıştırılır. Bu şekilde başlayan süreç, toplumda erkeklerin ve kadınların yapabileceği işler açısından da suni ayrımlar üretir. İlk bakışta her iki cinsiyet eşit olmakla beraber kadın ve erkeğin toplumsal alanda temsil süreci farklılaşır. Kadın; kutsal, evcil, anne ve erkeğine hizmet eden olarak görülürken, erkek dışarıda her türlü işi yapabilir ve kamusal alanda kendini ifade eder. Böylelikle giyim kuşamdan, yaşam tarzına; eğitimden çalışma hayatına, siyasete ve hatta sivil  toplum örgütlenmelerine kadar her türlü alanda ikilik yaratan bu görünüm toplumsal cinsiyet eşitsizliğini oluşturur. Bu uçurumun aradan kalkması için yapılabilecek başlıca çözüm her şeyden önce kızları okutmak. Bununla beraber kadınların çalışmasını sağlamak da toplumda yer edinme ve kadınların, hakkını savunması açısından kayda değer bir adımdır.

Bu konuda erkeklere düşen pay elbette ki yüksek. Erkekler, hem aile düzeyinde hem de toplumsal düzeyde, karar verici olarak görüldüğünden ağır bir sorumluluk altına girmektedir. Bu sorumluluğun dağıtılabilmesi için ailedeki tüm bireylerle, özellikle de eşle paylaşım gerekmektedir. Her türden paylaşım, aile içi iletişimi de artıracağından, anne, baba ve çocuklar arasındaki ilişkilerde de olumlu değişmeler beraberinde gelmektedir. Tüm bunların yanında işe en temelinden başlayarak bireylerin davranış kodlarını değiştirmek yerinde olacaktır. Ancak bu, erkeklerin kendi aralarında yine cinsiyet ayrımını barındıran küfürlü konuşmalarına veya el şakalarına ortak olmak demek değildir. Böyle bir iletişim ortamı da hangi cinsiyetler arasında olursa olsun başlı başına kusurludur. Daha geniş çerçevede bakılacak olursa toplumun kadın ve erkeğe biçtiği toplumsal cinsiyet rolü her iki tarafın da sağlığını olumsuz etkilemektedir. Kadın ve erkeğe toplum tarafından biçilen roller, oluşturulan kalıplar mevcuttur. Toplumun kadın ve erkekten farklı beklentileri ve inançları, bireylerin de bu yönde davranmasına yol açmaktadır. Bununla beraber davranış kodlarının değişmesi, bir erkeğin daha feminen tavırlar sergileyeceği anlamına da gelmez. Sonuç olarak bugün birçok grupta bir erkek için erkek arkadaştan çok kız arkadaşlarıyla veya bir kız için kız arkadaştan çok erkek arkadaşlarla anlaşabilen bireylerin sayısı azımsanmayacak derecede.

Konuya 8 Mart Dünya Emekçi Kadınlar Günü’yle başlamayı hayal ediyorken var olan sorunların ve koşulların art arda sıralanması belki günün anlam ve öneminin ekseninden  biraz  sapmama  neden oldu  veya  aslında  bunları  konuşmanın  tam da sırası. Özellikle çocuk gelinlerle ilgili son dönem çekilen belgeseller ve kısa filmler, aslında sorunun ne kadar uçsuz bucaksız olduğunun ve hiç zaman kaybetmeden önlem alınması gerektiğinin sinyallerini veriyor. Yeri gelmişken eğer film festivallerine giderseniz bu konuyla ilgili çekilen ‘Zarok’ adlı belgeseli izlemenizi öneririm. Gerek içerik, gerekse biçimsel açıdan oldukça başarılı olan Muhammet Beyazdağ imzalı film, çocuk yaşta evlendirilen kadınların hayata nasıl adapte olmaya çalıştıklarını, her yönden kuşatılmış olumsuz koşullar altında bile kendilerini nasıl yetiştirdiklerini, yalnızca çocuk gelinlerin anlattıklarından oluşan yoğun bir duygusal atmosferde veriyor.

*https://issuu.com/azizm/docs/edergimart2014

Bunu paylaş: