Şiirinin Gölgesinde Kalan Tiyatrosuyla Nazım Hikmet*
Hayatı üzerine makaleler, dergiler ve kitaplar yayınlanan, filmler çekilen, şiirleri ezgilerle birleşip türkülere anlam katan Nâzım Hikmet‘in oyun yazarlığı yönü pek bilinmemektedir. Genel olarak insanlarda oluşan düşünce ise Nâzım’ın şair yönünün yanında oyunlarının görünmez hale gelmesidir. Bu durumu bu şekilde değerlendirmek hayatının büyük bir kısmını tiyatro oyunu izlemeye ve yazmaya ayırmış bir insana haksızlık olur. Nâzım’ın oyun yazarlığını, şairliğiyle kıyaslamadan değerlendirmek daha sağlıklı olacaktır.
Nâzım Hikmet’in yaşamına göz attığımızda oyun yazarlığını üç döneme ayırmak mümkün görünüyor. Birinci dönem yurt dışına ilk çıkışı ile başlıyor. Bu döneme hazırlık olan önceki yılları özetlersek; Darülbedayi geleneği içinde izlediği ilk oyunlar, Kurtuluş Savaşı yıllarında ona Shakespeare‘i sevdiren “Othello Kamil”, Bolu’daki öğretmenlik yıllarında köylü dilinde kaleme aldığı diyaloglar, Batum’da kaldığı dönemde altı ay boyunca okuduğu Fransız vodvilleri Nâzım’ın kafasında oyun yazarlığı hakkında bir şeyler canlanmasına yol açıyor. Nâzım bu hazırlık evresinde ilk olarak “Ocakbaşı” adlı piyesi yazıyor fakat Kurtuluş Savaşı’na katılmak gerektiğini düşünüyor ve Darülbedayi’ye veremeden Anadolu’ya geçiyor.
“Ocakbaşı”nda oyunun içerdiği yaşlılık ve ölüm korkusu temasına uygun olarak karanlık bir atmosfer yaratılmıştır. Olay, yaşlanmayı ve sona yaklaşmayı akla getiren bir sonbahar gününün akşamüstünde geçer. Olay geliştirilirken, oyun kişilerinin ruhsal gerçeklerinin açımlanmasına çalışılmış, dış aksiyon yanında iç aksiyona da yer verilmiştir. Oyunda ocak simgesel bir anlatım taşımaktadır. Bu bakımdan yazarın, çağdaşı olan öteki oyun yazarları gibi hem batı gerçekçi tiyatrosunun hem sembolizmin etkisi altında olduğu görülür”(1)
Nâzım Hikmet , “Oyunlarım Üstüne” adlı yazısında, ilk oyunu olan Ocakbaşı’ndan sonra Bolu’da öğretmenlik yaptığı sıralarda, Valâ Nurettin‘le beraber “Taşyürek” adlı bir oyunu yazdığını belirtmiştir. “Köylü bir deli, köy ağasının odasına konuk oluyor. Konuşulanları dinliyor. Köylüler ağa için taş yürekli herif, diyorlar. Deli, gece boğuyor ağayı, göğsünden taş yüreğini çıkarmak istiyor, ama bir şey bulamıyor. Tüh, diye haykırıyor, herifin yüreği yokmuş…”(2)
Genç yaşında ağalarla uğraşan Nâzım, 1921’de Batum’a geçer. Buradan sonra hayatı yeni bir döneme kapılarını aralar. Bunun adı Moskova’dır…
“1922-1923 yılları kış aylarıydı. Vselod Meyerhold Tiyatrosu gösterilerinde ve Meyerhold Atölyesi öğrencileri çevresinde, uzun boylu, levent endam, kıvırcık sarı saçlı, mavi gözlü, pembe yanaklı, yakışıklı bir delikanlı görünmeye başladı.”(3) Nâzım artık Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’nde öğrenim görmekteydi. Burada Türk Tiyatro Topluluğu’nun çalışmalarına katılan Nâzım aynı zamanda Meyerhold Atölyesi’nde rejisörlük yapan Nikolay Eck ile dost olmuştu. Bu dostluk uzun soluklu bir dostluk olacaktı. Bu dönemde şiirleri kavramsal açıdan son derece özgün olan Nâzım büyük ilgi çekmişti. Moskova’daki sanatsal üretim, oradaki ortam Nazım’a doğrudan temas etmişti. Göz kamaştıran Meyerhold ve Stanislavski yapıtları Nâzım’ı bu derya denize kolayca sürüklemişti. Nâzım “Oyunlarım Üstüne” adlı yazısında bunu net bir şekilde anlatıyordu: ”Ben, Stanislavski’nin, Meyerhold’un, Vahtangof’un Tairof’un ellerinden taze çıkmış, dumanı üstünde buram buram hayat, devrim, güzellik, kahramanlık, iyilik, akıl, zekâ kokan oyunlar seyrettim. Ben 922’de MHAT’ta (4) “Ayaktakımı Arasında”yı (5), ben Meyerhold’ta “Traelkin’in Ölümü”nü (6), “Fırtına”yı (7) “Müfettiş”i (8), ben Kamerni’de “Fedra”yı (9), ben Vahtangof’ta “Turandot”u (10), seyretmiş adamım… Bütün bunları seyredersin de donmuş, hareketsiz sanat anlayışın altüst olmaz mı? Karşında birbirinden geniş ufuklar açılmaz mı? Halkın için, halklar için, insan için umutlu, aydınlık, ileriye, haklıya, doğruya, güzele, hürriyete, kardeşliğe çağıran eserler yazmak için yanıp tutuşmaz mısın? Benim de başıma aynı şey geldi.”
Eş zamanlı olarak Eck ile birlikte Türk dram çevresinde çalışmasını sürdüren Nazım 1921-24 yılları arasında üniversitede “Mustafa Suphi Olayı”, “Kabahat Kimde”, “Kapitalizmin Son Merhalesi Emperyalizm” adlı oyunlarıyla birlikte “Ayın On Dördü” yarım kalmış bir oyun yazmıştır. Nazım bir makalede otuz sekiz yıl sonra adının ilk kez dramaturg olarak anıldığı tarihin 1924 ve “Pravda”da geçtiğini öğrenecek ve bu durum Nazım’ı gerçekten sevindiren bir durum olacaktı. Nâzım’ın ilk sahnelenen oyununda 1924’de Mustafa Suphi ve yoldaşlarının katledilişlerini anlatılmıştı. Bundan önce ne “Ocakbaşı” ne “Taş yürek” sahnelenmişti.
Nâzım çok geçmeden yurda dönüyor ama bir yıl sonra tekrar Moskova’ya geliyor ve üç yıl Moskova’da kalıyor. Artık Doğu Emekçileri Komünist Üniversitesi’ni bitirmiş olan Nâzım, Rus sahnesi için yazmaya başlıyor. Eck ile birlikte genç bir oyuncular grubu oluşturarak “Metla” adında bir yergi tiyatrosunu kuruyorlar. Burada şunu ekleyelim: Nâzım tiyatro ve oyun yazarlığı felsefesini diyalektik bir temele ve sınıf çelişkileri üstüne oturtur. Oyun yazarlığının yanında sinema alanında çalışması, senaryo yazarlığı ve yönetmenlik tecrübeleri dram yazarlığının hızla gelişmesine katkıda bulunmuştur ve “organik-estetik” bileşimlere varması kolaylaşmıştır. İşte bu mihenk taşları Moskova yıllarının meyvesidir.
METLA 19 Eylül 1926’da açıldı. Afişlerinde kızıl bir disk üzerine çizilmiş uzun saplı çalı süpürgesi kullanan oyuncular süpürgenin günlük hayatta gericiliği temsil eden kalıntıları süpüreceğine inanıyorlardı. Bu tiyatroda Nâzım Hikmet’in yazdığı “Kirpiçiki”, “Kabahat Kimde”, “Her Şey Mal” adlı tek perdelik oyunlar sahnelenmişti.
Nâzım’ın oyunlarında Türk kukla tiyatrosundan, pantomimden, kabare tiyatrosundan motiflere yer verdiği, Mayakovski’nin sirkte sahnelenen oyunlarından, sirk ve bale gösterilerinden etkilendiği görülmüştür. Nâzım Hikmet’in oyun yazarlığı hem dönemin gerçekçi tiyatrosunun hem Sovyet modernizminin izinde gelişmiştir.
Metla altı ay sonra kapandı. Bundan sonra, Nâzım yurda döndü ve onun için yeni bir dönem başladı. Yazarın İstanbul’da çoğu arkadaşı hapishanelerde işkence görmekteydi. Tam da bu dönemde Muhsin Ertuğrul Nâzım’dan bir piyes istedi. Bunun anlamı Kafatası piyesinin Darülbedayi’de sahnelenmesiydi. Bu piyesin önemi ise Nâzım’ın Rusya’da gelişen olgunlaşan düşüncelerini ve oradan edindiği tiyatro anlayışını yansıtmasıydı. Bu piyeste, veremin serumunu bulmaya çalışan bir doktorun nasıl engellendiği anlatılır. Veremi iyileştirmek için bulunan mevcut kuruluşların patronları, yöneticileri bu buluşun kendilerinin çıkarlarına ters düştüğünü hesap edip, kurnazca bir plan hazırlarlar. Önce doktorun maddi sıkıntılarından dolayı çalışmalarını erteletmeyi, sonra da sözü geçen serumu yok etmeyi başarırlar. Bu nedenle doktorun verem hastası kızı ölecek, kendi ise hapse düşecektir. Nâzım oyunda, basının güçlü şirketlerle çıkar birliği içinde olduğunu, güvenlik güçlerinin orta sınıfın çıkarını koruduğunu, sanatçı ve aydın kesimin bu duruma kayıtsız kaldığını gösteren bir düzenleme yapıyor.
“Kafatası”ndaki yan olay dizisi Nazım’ın istediği gibi seyirciyi dehşete düşürüyor. Bu doktorun hasta kızı ile onun kişiliksiz aşığı arasındaki ilişki… Doktorun kızı eski şair sevgilisinin tecavüzüne uğrar ve ölür. Doktorun bulduğu serum elinden zorla alınır ve kırılır. Doktor, şirketle yaptığı anlaşmaya aykırı olarak, araştırmalarını gizli gizli sürdürdüğü için suçlu bulunup hapse atılır. Hapisten çıkan doktor, sirkte halka teşhir edilir, ölür, morgda kafatası satılır.
Nâzım Hikmet’in bir sonraki oyunu ‘Bir Ölü Evi’ yayınlandığı yıl Darülbedayi’de sahnelenmiştir. “Bir Ölü Evi”nde varlıklı orta sınıf ailede yaşanan bir ölüm sonrası anlatılır. Ölen erkeğin karısı ve oğulları miras kavgasına düşerler. Oyunda para hırsının her şeyin üstünde olduğu görülür ve ailenin, çevresindeki insanların ölüm olayına nasıl duyarsızlaştığı görülür.
Nâzım, cenaze töreninde bir toplum kesiti göstermiştir. Toplumun çeşitli kesimlerinin olduğu bu kesitte yer alan kişiler güldürücü özellikleriyle canlandırılmıştır. Yazarın amacı, orta sınıfta gözlemlediği ahlak çöküntüsünü, bu çöküntüye neden olan para hırsını sergilemek, geleneklere saygı ve dindarlık gösterisi arkasına gizlenen aç gözlülüğü göstermektir.
“Unutulan Adam” Nâzım Hikmet’in Darülbedayi’de sahnelenen üçüncü ve son oyunudur. Muhsin Ertuğrul’un 1935’te sahnelediği ve başrolünü oynadığı bu oyun çok beğenilmiştir. Ayrıca Nâzım 1935’te tutuklanmadan önce Muhsin Ertuğrul’un isteği üzerine, Selma Muhtar takma adıyla ‘Bu Bir Rüyadır’ adlı operet metnini yazmıştır.
1938’te hapse düştüğünde bu kez onu 13 yıl bekliyordu. ‘Yolcu’, ‘Sabahat’ , ‘Evler Yıkılınca’, ‘Allah Rahatlık Versin’, ‘İnsanlık Ölmedi Ya’, ‘Ferhad ile Şirin’, ‘Yusuf ile Menofis’ eserlerini bu dönemde yazdı. ‘İnsanlık Ölmedi Ya’, olay kurgusu bakımından aynı dönemde yazılan ‘Yolcu’, ‘Sabahat’ ve ‘Allah Rahatlık Versin’ adlı oyunlarıyla benzerlik göstermiştir. Nâzım bu oyunu Rusya’ya gittikten sonra “Enayi“ adı altında yeniden yazarken konuyu olduğu gibi korumuş ancak kurgulamada kimi değişiklikler yapmıştır. ‘Ferhad ile Şirin’, ‘Yusuf ile Menofis’ Nâzım’ın en çok beğenilen ve en çok oynanan eserleri arasındadır.
Türkiye hapishanelerinde on üç yıl yattıktan sonra dünya kamuoyunun baskısı ile özgürlüğüne kavuşmuştu. Fakat özgür bir Nâzım da gericilik için fazla tehlikeliydi. Öldürülmek tehdidi ile karşı karşıyaydı. Bir yıl sonra Türkiye’den kaçmak zorunda kaldı. Nâzım için bu, bir başka ve son döneme kapının aralanması anlamına geliyordu. Bu dönemin özelliği ise Nâzım’ın altın çağı olmasıydı. Her ne kadar sağlığı birçok kez buna engel olsa da bu ele avuca sığmaz insanı engeller yıldıramamıştı. Bu nedenle hemen üretmeye başladı. Geldiği ilk yıllarda “Türkiye öyküsünü”(11) yazıp bitirmiş ve Sinema Stüdyosu için bir başka oyun yazma hazırlığına girişmişti.
Nâzım bu yıllarda hem dost sohbetlerinde hem eski belgelerde konu Moskova’ya geldiği ilk yıllardan açıldığında merakla ve heyecanla dinlerdi. Çünkü eski günler hep ilgisini çekmişti. Bu ilgi, biraz da eski günlerin aklında net kalmamasındandı. “Yine eski oyunları üzerine konuştuk. Onlardan bazılarının yazılış tarihlerini kesinliğe kavuşturmak istiyordum. -Bunu hiçbir zaman anımsamıyorum. – dedi ve ekledi – Benim için dün yoktur…”-(12)
Yeni bir oyun tasarısı konusunda şunları söyledi bana: “Bu oyun, bir ölçüde, hapishaneden çıktığımda yazdığım -Enayi- adlı oyunumun öğelerinden biri üzerine kurulacak. Bir oyun içinde tek bir konu çizgisi bulunmasını isteyen oyun yazarlığı ilkesini bırakıyorum. Oyunumu, sonunda birleşen, birbirinden tümüyle bağımsız iki konu çizgisi üzerinde kuruyorum. Oyunun üç bölümünden her biri iki tablodan oluşuyor. Bunlardan birinde birinci konu çizgisine, ötekinde ise ikinci konu çizgisine ilişkin olaylar gelişiyor. Olay, ABD diktatörlüğüne uydu olan, ulusal sanayinin geliştirilmediği ve zanaatçiliğin çökmekte olduğu Çağdaş Türkiye ortamında gelişiyor.
Komünist Partisi önderliğinde Türkiye halkının barış ve ulusal bağımsızlık savaşımını gösteriyorum. Kapitalist düzen koşullarında insanların karşılıklı ilişkilerini açımlayarak, en iyi, en dürüst bir insanın bile, eylemini tek başına yürütüyorsa, yok olup gideceğini (-Enayi-), tüm iyi niteliklerinin hiçbir işe yaramayacağını, bu nedenle diğer öncü insanlarla birlikte bir örgüt içinde birleşmesi gerektiğini gösteriyorum” Nazım bu oyunu yazmadı. Fakat iki yıl sonra “Enayi”nin yeni bir varyantını yazdı.(13)
Nâzım bu dönemde oyun yazmaya devam etti. Bir kısmını eski oyunlarını revize ederek bir kısmını ise yeniden yazdı Bu oyunlar birçok yerde sahnelendi. Oyunlarını birçok farklı tiyatro grubundan izledi. Kimilerinin rejilerini, dramaturgilerini çok beğendi. Örneğin “Yusuf ile Menofis” Nâzım Hikmet’in en çok beğenilen, en çok oynanan oyunlarından biri oldu. İlk kez 1956’da Rusça sahnelenen bu oyun Almancaya, Çekçeye çevrilerek bu ülkelerde de oynanmıştı. 1949’da yazdığı “İnsanlık Ölmedi Ya” adlı oyununu 1955’te Enayi adıyla yeniden yazdı. Yazar 1955’te Moskova’da “İvan İvanoviç Var mıydı Yok muydu?” adlı oyununu yazdı. 1958’de “İstasyon”u yazdı. İstasyon, yıllar önce yazdığı Yolcu adlı oyunun Sovyet yaşamına uyarlamasıydı. 1959 yılında yazılmış olan “İnek” ise hem gerçekçi, hem fantastik boyutları olan masalsı bir güldürüydü. Neşeli havası, şirin tipleri, kıvrak diyalog düzeni, en çok da absürd sınırlarını zorlayan durumları bu oyunun Nâzım Hikmet Tiyatrosunda kendine özgü bir yeri vardı. Bundan sonra “Demokles’in Kılıcı”, “Tartüf- 59”, “Yalancı Tanık” ve son olarak “Kör Padişah” eserlerini yazdı.
Genel olarak bu üç dönemi böyle inceleyebiliriz. Böyle tarihsel dönem ayrımına gitmenin, Nâzım’ın oyun yazarlığı hayatında kimi tarihsel dönüm noktaların olması ve bu dönemlerin Nâzım açısından yeni kanalları, yeni ufukları açmasındandır. Yazının sonuna gelirken biraz daha bu dönemlere bütünsel bakalım.
Nâzım metinleri, onun toplumcu gerçekçiliğini bugün de sürdüren Komünist dünya görüşünü perçinlerken, bir yandan da insana dair olanı incelemişti. İçerik açısından metinlerin güncelliği kendini hala korumaktadır. Çünkü her oyunda hangi sosyal koşullarda olursa olsun, insan doğasındaki iyi-kötü, doğru-yanlış kavramlarının çatıştırıldığı; çıkar ilişkilerinin, hırsların, tutkuların insani değerleri nasıl yozlaştırdığı üzerinde durulmuştur. İnsanı tarihsel ve toplumsal koşullarıyla somut bir biçimde ele alır, sınıfsal durumu belirterek eylem ve akış içinde çağdaş diyalektik felsefe aracılığıyla saptar ve çözümler.
Bunun yanında biraz öncede söylediğim gibi, Nâzım Hikmet gerek şiirlerinde gerek oyunlarında insanları çelişkileriyle derinlemesine samimi bir şekilde vermiştir. Ancak bazı metinlerinde bunu başaramamıştır. Örneğin; “Yolcu” oyununda bir aşk üçgeni içinde yaşanan olayları görürüz. Oyun, genel olarak bir düş imgesi içinde geçmesine rağmen, sahneye Marx’ın ve Lenin‘in gelmesi yazarın kendi imgesinde tutarlı olsa da biçim ve samimiyet olarak oyunu zora sokar. Bu bağlamda; yazar bu coğrafyadaki bu kültürdeki bireyleri oluştururken daha başarılı ve içtenlikle aktarmıştır. Fakat farklı kültürden insanları konuşturmaya başladığımızda bu içten ve sıcak büyünün bozulduğunu görüyoruz.
Nâzım öncü ve epik tiyatro türlerinin buluşlarına ilgisiz kalmamış, dışavurumcu ve öncü tiyatro alanında denemeler yapmış fakat pek de başarılı olamamıştır. Özellikle çağdaş iki yazar olan Bertolt Brecht ve Nâzım arasında ilginç benzerlikler ve başkalıklar vardır. Her iki yazar da aynı dünya görüşünden hareket ederek sanat olgusu içinde kendi sanatçı kişiliklerini dışsallaştırmışlardır. Ne var ki toplumsal ve kültürel ortam bakımından Nâzım’dan daha şanslı olan Brecht, çağdaş tiyatroda kendi adıyla anılan bir ekol olmayı ve bunu geliştirmeyi başarmıştır. Nâzım Hikmet ise özde Brecht’den geri kalmamakla birlikte, biçimde zamanını dramatik tiyatronun olanaklarını geliştirmek ve değiştirmekle harcamıştır.
Nâzım Hikmet’in oyunlarında genel olarak bakış açısı insandan yola çıkarak biçimlenir. Pek çok oyunda toplumsal düzeyde yaptığı yanlışı yoğun bir yabancılaşma süreci yaşadıktan sonra düzelten insanı görürüz. Yalnızlaşma eylemi yoluyla birçok oyun kişisi psikolojik derinlik kazanır. Nâzım’ın insanı insan yapan değerlere bağlı olduğunu ve incelediği her toplumsal sistemde aynı değerleri aradığını aratmaya çalıştığını söyleyebiliriz. İnsana ve topluma dair tüm eleştirilerinde tepeden bakan bir tavrın izi yoktur. Bu nedenle de Nâzım Hikmet Tiyatrosu’nu genel tanımlar içine sığdırmak olanaksızdır. Nâzım oyunlarını bugün de güçlü kılan onun umutlu, sevecen ele avuca sığmazlığıdır.
Dipnotlar
1. Kabacalı, Alpay; 100.Doğum Yılında Nâzım Hikmet’e Armağan; T.C Kültür Bakanlığı Yayınları; Birinci Basım 2002; 389
2.Hikmet, Nâzım ; Oyunlarım Üstüne ; Nisan-Haziran 1962 , Moskova
3. Fevralski, Aleksandr ; Nâzım’dan Anılar; Türkçesi Ataol Behramoğlu ; Cem Yayınevi ; İstanbul 1979 ; S.9
4.MHAT-Rusça ; Moskovski Hudojesvenni Akademiçeski Tentr(Moskova Sanat Tiyatrosu)
5.“Ayaktakımı Arasında”- Maksim Gorki Piyesi
6.“Tarelkin’in Ölümü” – Rus yazarı Suhovo – Kobilin’in piyesi. 1922’de Meyerhold sahneye koymuştur.
7.“Fırtına” – Rus Dramyazarı A. Ostrovski’nin
8.“Müfettiş” – Gogol’ün
9.“Fedra” – Fransız yazarı Rasin’in
10. “Turandot” – “Prenses Turandot”, İtalyan yazarı Karlo Gotsi’nin eseri.
11. ”Fatma, Ali ve Başkaları” ; Bulgaristan’da yayınlanan “Bütün Eserler” ; cilt
12. A.g.e. ; S.47
13. A.g.e. ; S.17
Kaynakça
Fevralski, Aleksandr ; Nâzım’dan Anılar; Türkçesi Ataol Behramoğlu ; Cem Yayınevi ; İstanbul 1979
Hikmet, Nâzım ; Oyunlarım Üstüne ; Nisan-Haziran 1962 , Moskova
Kabacalı, Alpay; 100.Doğum Yılında Nâzım Hikmet’e Armağan; T.C Kültür Bakanlığı Yayınları; Birinci Basım 2002