Sinema ve Erkeklik*
Başlığın ne kadar postmodern, dolayısıyla da itici geldiğinin farkındayım. Ancak mesele bu kadar basit değil. Bu tür cinsiyet, çevre, etnisite merkezci yaklaşımlar özellikle postmodern ideolojik tahakkümle birlikte daha yaygın hale gelse de, ortaya çıktıkları tarihsel bağlamın ve güdülen kaygıların bundan biraz daha farklı olduklarını söyleyebiliriz. Özellikle 1960’larda sosyal bilimlerdeki mevcut batı-merkezci bilimsel paradigmalara dönük itirazın bir ürünü olan Kültürel Çalışmalar, bu tahakküme meydan okuduğu ölçüde, batı-merkezci yaklaşımın gözünü kapadığı ve aslında sistemin kaybedeni olarak görülebilecek bazı kesimleri bilimsel araştırmalarına konu etme iddiasını taşıyordu. Bu iddialarında ne kadar başarılı oldukları konumuzun dışında. Fakat bu meselelere bilimsel açıdan el atılmasında böyle bir meydan okuma ve tarihsel meşruiyet olduğunun altını çizmiş olalım.
Tabii bu çıkışla birlikte gündeme gelmedi erkeklik meselesi, feminist çalışmalara hem bir tepki olarak, hem de onun içerisinden çıktı bir anlamda. Feminist çalışmalar, bazı sosyal Darwinci kafalarda büyük bir öfke uyandırdı ve erkeklik meselesinin, tıpkı kadının kapitalist toplumdaki dezavantajlı konumu ve rolünün ele alınmasında olduğu gibi, aslında erkekliğin de mevcut toplumsal koşullandırmaların gölgesinde büyük bir kriz olduğu öne sürüldü örneğin. Erkeklik güç, iktidar, sömürü, rekabet, şiddet gibi tematik bir takım öğelerle halihazırda feminist çalışmalar tarafından ele alınmaktaydı, fakat kadın-merkezci bir çalışma alanında yeterince hakkı verilmeyen bu çalışmalar (en azından böyle düşünenler) artık karşı cinsiyetin merkeze konduğu bir perspektifle ele alınmalıydı. Bu bağlamda erkekliğin psikanalitikten de yararlanılarak, bebeklik ve çocuklukta köşe taşları belli olan bir kimlik olduğu şeklinde Freudyen tezler öne sürüldü. Bunu yetersiz, hatta yanlış gören başkaları, toplumsal koşullandırmaları işin içerisine katarak, bu kimliğin nasıl şekillendiğini ve ne tür çeşitlilikler gösterdiğini, başka bir deyişle ne tür erkeklikler olduğunu ele aldı. Okur, haklı olarak böyle tarif edilince bir süre gündemi yeterince meşgul eden feminist çalışmalardan ne farkı var bu işin diye düşünecektir.
Bu noktada Fatih Yaşlı’nın 2012 Temmuz’unda soL Portal’da yayınlanan bir makalesini hatırlamamızda fayda var. Yaşlı, AKP’nin ‘‘yeni rejiminin elitlerini’’ nitelerken belli bir yaş aralığına, muhafazakarlığa ve Sünniliğe işaret ederken, bir de elitlerin erkek olmasını vurgulamıştı. (*) Yani erkeklik meselesi, başka unsurlarla birlikte önem kazanıyor. Yoksa binlerce yıldır zaten ataerkillik var. Var ama nasıl bir erkek egemenlik söz konusu. Binlerce yıldır vardı ama Türkiye’de kadına yönelik her türlü şiddetin şu anda içerisinden geçmekte olduğumuz süreçteki kadar meşrulaştığı, hatta ödüllendirildiği başka bir kesit var mı? Kısacası bu konuya el atmamızın iki önemli nedeni var. Birincisi, özellikle ülkemizde bugün erkek egemenliğinin son derece muhafazakar bir içerik kazanarak, karşı cins ve diğer cinsel yönelimler üzerinde inanılmaz ve kabul edilemez bir baskı oluşturduğu ve bu olağanüstü durum nedeniyle erkek kimliğini de çok büyük bir olasılıkla krize sokacak olması. İkincisiyse, bu meseleyi sinemayla ilişkilendirmenin, meselenin çağrıştırdığı pozitivist ve post- modern sapmalara meydan vermemek için çok zengin bir malzeme sunuyor olması. Yukarıda meseleye dair teorik çerçeve çizmeye kalkışanların farklı dayanak noktaları hakkında verdiğimiz ipucu şimdilik yeterli olsun ve giriş kısmını çok fazla uzatmış olmayalım. İşin bu yanına ihtiyaç oldukça döneceğiz. Bununla birlikte, ‘hegemonik erkeklik’ kavramından işin başındayken bahsetmek yararlı olabilir. Bu kavram, Gramsci’den yola çıkılarak erkekliği, toplumdaki bireyler üzerinde düşünsel ve kültürel bir hegemonya kurulması yoluyla, boyun eğdirmeden ziyade ikna ederek kurulan bir tür ideolojik tahakküme işaret ediyor. Örnek vermek gerekirse, toplumda birçok erkek, kadına dönük olumsuz bir takım davranışları, muhakkak öyle davranmak gerektiğini düşündüklerinden değil fakat belli ideolojik önkabullerin sonucunda gerçekleştiriyor. Bu tür davranışlara itiraz eden başka bir grup erkek ise, yine aynı hegemonyadan dolayı buna ‘fiziken’ itiraz etmiyor veya buna karşı doğrudan mücadele yürütmüyor. Elbette bu kavram da mükemmel bir sistem sunmasa da, diğer erkeklik tanımlamaları arasında görece daha bütünlüklü ve tutarlı bir yaklaşım sunduğu için önemsenmeli.
Erkeklik ve sinema
Sinema halihazırda bir erkek endüstrisidir. Gerek sinemayı yapanların cinsel kimliği üzerinden, gerekse endüstrinin ağırlığını oluşturan ana akım türlerin erkeklikle ilgili konu ve temaları ele alıyor oluşu üzerinden, bu konuya el atmak örgütümüzün misyonu düşünüldüğünde son derece doğal karşılanmalı. Burada sözü edilen sapmalara yönelmeyeceğimizin en büyük güvencesi elbette konuyu son kertede Marksist bir perspektifle, dolayısıyla mümkün olduğunca bütünlüklü olarak ve konuyu tarihsel bağlantılarıyla birlikte işleyecek olmamız. Bu süresi belirsiz bir yazı dizisinin bu ilk bölümü, bir tür giriş niteliğinde olsun. Konunun teorik yönlerine yeri geldikçe dönüş yapacağız. Bununla birlikte, bu sayıda roman uyarlamaları olan iki filmi konuyla bağlantılı olarak tartışacağız. Bunlardan ilki, yakın bir tarihte çekilmiş, Danimarkalı bir kadın yönetmen olan Susan Bierre’in ‘‘In a Better World’’ veya orijinal adıyla ‘‘Hævnen’’ (intikam- 2010). İkincisiyse, çok daha eski bir film olan, John Boorman’ın yönettiği ABD yapımı ‘‘Deliverance’’ (Kurtuluş- 1972).
Hævnen Filminde ‘İdeal Erkeklik’
Film şiddet, intikam, otorite, yabancı düşmanlığı gibi kavramları, 12 yaşındaki bir çocuğun annesini kaybetmesinin ardından yeni bir hayata başlarken yaşadığı gerilimler üzerinden ele alıyor. Küçük yaşta annesini kaybeden Christian, Danimarka’da babası ve büyükannesiyle birlikte yaşamaya başlar. Babası ona, annesinin iyileşeceğini söylediği halde kaybettiği için, babasına karşı öfke duymaktadır. Bu öfke film boyunca ‘baba otoritesine’ karşı her fırsatta başkaldırmasıyla ve babasına karşı ön yargıyla yaklaşmasıyla hissettirilir. Bir çocuk açısından, kendi ‘‘erkekliğini’’ şekillendirmede babanın rolü oldukça önemlidir.
Christian, yeni okuluna daha adım atar atmaz, başını sorunlu bir çocuğun çektiği grup tarafından dış görünüşüyle ilgili bir kusur nedeniyle Elias’ın aşağılanmasına ve taciz edilmesine tanık olur. Bu duruma karşı bir tepkiyi ilk anda göstermese de, genç yaşta annesini kaybetmesinin adaletsiz olduğunu düşünen Christian, bu durumdan da son derece rahatsızlık duyar. Elias’ın arkasında durmaya başlar. Bu tavrından dolayı Elias’a kötü davranan grubun lideri olan çocuk tarafından saldırıya uğrayan Christian, çocuğa kendine uygulanan şiddetten çok daha fazlasını uygulayarak intikam alır. Çocuğu önce bisiklet pompasıyla döven Christian, sonra da boğazına bıçak dayayarak artık ‘‘kimseye sataşmamasını’’ söyler. Bu eyleminin ardından olaya tanık olan Elias’la birlikte ayrı ayrı sorgulanırlarken birbirlerinin lehine yalan ifade verirler. Saldırıya uğrayan çocuk, gerçekten de başkalarına sataşmayı bırakır fakat filmin bu noktada, çocuğu ‘‘hizaya getirmek’’ için uygulanan şiddetin meşruluğu konusunda durduğu yere dair soru işaretleri uyandırır. Bu olayın ardından Christian ve Elias’ın arkadaşlıkları pekişir. Sürekli birlikte vakit geçirmeye ve sık sık kasabanın en yüksek yeri olan ve her yeri görme imkanı veren bir siloya tırmanıp etrafı seyretmeye başlarlar. Babasına karşı inanılmaz bir öfke duyan Christian, ondan uzak kalmak için ya evin yakınındaki depoda, ya da bu silodadır.
Elias’ın babası, insanlara yardım etmek için ailesinden uzak kalmayı göze alabilen, başka bir deyişle ‘sınır tanımayan’ bir doktordur. Afrika’daki bir kampta, çok kötü koşullarda yaşama mücadelesi veren insanlara sağlık hizmeti vermek için evinden ve ailesinden günlerce uzak kalan Anton, karısıyla boşanmak üzeredir. Ülkesine döndüğü periyotlarda oğullarıyla vakit geçirmektedir. Bir gün parkta oynayan küçük oğluyla, başka bir çocuğun kavgasını ayırırken, diğer çocuğun babasının şiddetine maruz kalır. Adamın durduk yere attığı bu tokata karşı ‘‘erkekçe’’ bir yanıt vermediği için çocukları ve Christian hayal kırıklığına uğrarlar ve onun korktuğunu düşünürler. Film, erkek kimliğiyle ilişkilendirilen ‘‘şiddet ve intikamın’’ meşruluğu üzerine konumunu Anton üzerinden belli edecektir. Anton, orta sınıfa mensup, eğitimli, kentli bir erke tipidir. Kendisine saldıran adam ise, araba tamircisinde çalışan ‘kaba saba’ bir işçidir. Davranışları, şiddete eğilimli biri olduğunu göstermektedir. Anton, olayın ardından çocuklara adamdan korkmadığını, şiddete başvurmanın anlamsız olduğunu ve adamın buna değmeyeceğini söyler. Christian için kendi babasıyla arasındaki gerilim, rolünü yerine getirmesine engel teşkil ettiği için, en yakın dostunun babası Anton bir rol model olarak çocuk üzerinde ikinci bir hayal kırıklığıdır. Christian ve Elias ve küçük oğluyla birlikte kendisine saldıran adamın işyerine giden Anton, adamın kendisinden özür dilemesini talep eder, ancak yine adamın şiddetine maruz kalır. Anton, buna rağmen şiddete şiddetle karşılık vermekten kaçınır ve çocuklarına dönüp adamdan korkmadığını söyler. Adam kendisine tokat attığında ona boyun eğdiğini gösteren hiçbir davranışta bulunmaz. Gözlerini bile kaçırmaz. Film bu noktada, hangi tür erkekliğin daha meşru ve daha ‘üstün’ olduğu konusunda rengini belli eder. Montesquieu denemelerinde, düelloda önemli olanın rakibini yenmek değil, ona yenilgiyi kabul ettirmek olduğunu öne sürer. Anton, boyun eğmediği halde şiddete başvurması, saldırganı afallatır. Dolayısıyla galip gelenin saldırgan olmadığı kesindir.
Çocuklar ise buna ikna olmazlar. Christian depoda bulduğu havai fişeklerden bir çeşit dinamit yaparak, saldırganın arabasını havaya uçurmayı teklif eder. Anton’un onlara verdiği ders etkili olmaz. Onlar saldırgana bir ders verilmesi gerektiğini düşünmektedirler.
Anton, Afrika’daki kampta başına gelen bir olaya verdiği tepkiyle de korkak olmadığını gösterir. Kampta en sık karşılaştığı vaka olan kadınların karnının, taşıdığı bebeğin cinsiyetini anlamak için deşilmesi olaylarının sorumlusu olan çete lideri ‘‘Koca Adam’’, silahlı güçleriyle birlikte kampa gelerek kendisinden yardım ister. ‘‘Koca Adam’’ın vahşi cinayet girişimleri, filmde gösterilen ‘‘anlamsız şiddetin’’ en uç örneğidir. Kadınların karnını deşme nedeni, bebeklerin cinsiyeti üzerine girdikleri bir iddiadır yalnızca. Yani bir grup pislik, para ve eğlence için sıradan insanların hayatını hiçe saymakta, bu da yetmezmiş gibi onları çok vahşi ve ilkel biçimde öldürmeye teşebbüs etmektedirler. İnsan hayatını kurtarma işinde karşılaştığı en stresli vakaların sorumlusu olan adama yardım ederek Anton, kamptaki insanların ve yardımcılarının aksine herhangi bir korku ve teslimiyet belirtisi göstermez. Adama kamp içerisinde silaha müsaade etmeyeceğini ve adamların kamptan çıkmasını istediğini söyleyen Anton, ‘‘Koca Adam’’ın otoritesini kabul etmediğini, hatta kendi otoritesini ona dayattığını belli eder. ‘‘Koca Adam’’ınsa onca silahlı adama ve kötü ününe rağmen, doktora boyun eğmekten başka çaresi yoktur. Bu durum, ‘‘Koca Adam’’ kamptayken, onun sorumlu olduğu vakalardan birinin kurtarılamaması ve ‘‘Koca Adam’’ın cesetle dalga geçmesinin ardından, Anton’un üzerine yürüyüp onu ve iki adamını kovmasıyla pekişir.
Elias, babasını da, en yakın dostu Christian’ı da örnek almaktadır. İkisi onun için ve genel anlamda farklı tür ‘erkeklikleri’ temsil ederler. Christian’la dostlukları pekiştikten sonra ona bıçağını hediye etmesi aralarındaki bağın sembolü olmuştur. Elias kundaklama planına dahil olmayacağını söylediğinde Christian bıçağı ondan geri isteyerek mesafe koyduğunu belli eder. Elias sonuçta, Christian’ı kaybetmemek uğruna plana dahil olur fakat sabahın erken saatinde eylemi gerçekleştirecekleri yerde spor yapan bir anneyle kız çocuğunun olaya dahil olması hesapları alt üst eder. Elias onları kurtarmak için kendini tehlikeye atar ve patlamadan etkilenerek ölümün eşiğine gelir. Christian, hastanede Elias’ı görmek istediği sırada annesi tarafından tartaklanarak terslenmesi ve annenin Elias’ı öldürdüğünü söylemesi üzerine tek başına siloya çıkar ve intihara kalkışır. Onu kurtaransa, bu sırada ülkeye dönmüş olan Anton olur…
Görüldüğü gibi Anton, filmde ‘ideal erkeğin’ temsilidir. İsveçli, orta sınıf mensubu, beyaz, sağa sola iyilik saçan, gereksiz şiddete başvurmayan, hatta bunun anlamsızlığından dem vuran bir erkeklik temsili. Erkek kimliğiyle ilişkilendirilen şiddete mesafeli duran filmde, bu ‘ilkel’liğin ortaya çıktığı yer veya kişilere baktığımızdaysa, işçi sınıfına mensup bir oto tamircisiyle, Afrikalı savaş lordunu görüyoruz. Bu indirgemeci yaklaşımın altında sınıfsal bir bakış açısı yatıyor. Orta sınıfın beyaz erkeğini göklere çıkaran yönetmen, işçi sınıfına mensup olan erkeği her şeyi kaba kuvvetle çözmeye çalışan bir figür olarak resmediyor. Afrika ve şiddet ilişkisine gelirsek, burada sınıfsallığın yanı sıra tarihsel olarak geri kalmış bir coğrafyaya dönük önyargılı bir bakışı da tespit etmek mümkün. ‘Koca Adam’ yerel halka dönük ölçüsüz ve vahşi bir şiddet uygularken, sonunda yine halk tarafından linç ediliyor. Burada şiddetin meşruluğunun yanı sıra, bölgedeki varlığının tamamıyla bölgenin iç dinamiklerinden kaynaklandığını, medeniyet timsali ‘batı’nınsa buradaki varlığının yalnızca ve yalnızca yaraları sarmak olduğunu görüyoruz. Halbuki bu işin tarihsel kökenlerine bakıldığında, hem geri kalmışlığın bir numaralı sorumlusu olarak, hem de sürmekte olan çatışmalarda taraflara silah satarak da olsa bir biçimde batının bu işte rolü olduğunu biliyoruz. Filmdeyse batı, orta sınıf doktoruyla şifa dağıtarak ve ne savaş baronunun ne de zulme uğrayan yerel halkın tarafında yer aldığı şekliyle temsil ediliyor. Danimarkalı bir kadın yönetmenin ‘şiddet’ ve ‘ideal erkek’ temalarına bakışı, tarihsel gerçeklerden uzaklaştığı ölçüde ‘ideal’ bir temsil sunuyor izleyiciye.
Deliverance
Ele alacağımız ikinci film, James Dickey’in aynı adlı romanından uyarlanan ve dilimize ‘Kurtuluş’ olarak çevrilen, yönetmenliğini John Boorman’ın üstlendiği “Deliverance” filmi. Filmle ilgili bahsedilmesi gereken ilk şey, filmin Hollywood sinemasında aykırı bir dönem olarak tarif edebileceğimiz, 68 radikalizminden etkilenen ve alışılmış kalıpların dışında örneklerin üretildiği bir dönemde çekilmiş olduğu. 72 yapımı olan film, 70’lerin ortasından itibaren Jaws gibi örneklerle yerini muhafazakar örneklere bırakacak olan bir akımın önemli örneklerinden bir tanesi.
İkinci olarak ise, filmin konu edindiği coğrafyaya değinmek gerekiyor. Sun Belt adıyla bilinen bu coğrafya, Arizona, California, Florida, Mississippi, Nevada ve Texas gibi eyaletleri içeren ve ABD’nin en güneyde yer alan bölgesine tekabül eden bir yer. Bu coğrafyayla ilgili bazı tarihsel ve sosyoekonomik olgular filmi daha iyi okuyabilmemiz için önemli. Birincisi, herkesin bildiği gibi Güneyle Kuzey arasında Amerikan İç Savaşı döneminden kalma bir gerilim var. Güney, savaş sırasında üretim ilişkilerinin daha az gelişmiş olduğu, köleliğin devam ettiği ve siyahi insanların insan olarak dahi görülmedikleri bir bölge. Kuzeyin zaferiyle birlikte kölelik kaldırıldığı halde, bu bölgede ırk ayrımcılığı ve belli ön yargıların izleri bugün dahi görülebilir. İkinci olarak, bölgenin yaşadığı sosyoekonomik dönüşümden söz edelim. 60’lı yıllara dek, bu anlamda Kuzeyin bir hayli gerisinde olan bölgeye, bu yıllarla birlikte bir çok kilit sektörle ilgili yatırım yapılıyor ve bölgeye dönük yoğun bir göç dalgası başlıyor. İşçi sınıfının örgütlü mücadele geleneği bölgede görece daha geri olduğu ve sendikalar çok zayıf olduğu için iş gücü bir hayli ucuz. Yatırımların yoğunlaşmasının temel nedenlerinden bir tanesi bu. Yine aynı nedenden dolayı, ciddi bir ekonomik büyüme yaşanıyor. Söz konusu kilit sektörlerden bazıları petrol, havacılık, savunma ve enerji. Bölgedeki doğal yaşam da oldukça zengin.
Film Lewis, Ed, Drew ve Bobby adlı dört erkeğin, yeni kurulacak olan baraj yüzünden yok olmadan önce Cahulawassee adlı nehri kanoyla geçmeye çalışırlarken, nehrin etrafında tepelerde yaşayan köylülerle aralarında geçenleri konu ediniyor. Köylüler barajın yapımı tamamlandığında yaşadıkları yerin tamamıyla sulara gömülecek olmasından dolayı, inşaatın sebebi olan enerji şirketine karşı son derece öfkelidirler ve dört şehirliyle karşılaştıklarında sordukları ilk soru şirket çalışanı olup olmadıklarıdır.
Film, diğer üç arkadaşına göre bu tür maceralara oldukça alışkın olan Lewis’in, barajın yapımının bölgedeki doğa güzelliklerine yapılan bir tecavüz olduğunu vurguladığı ve diğer arkadaşlarıyla bu konuyla ilgili sohbet ettiği seslerin üzerine, baraj yapımıyla ilgili görüntülerin binmesiyle açılır. Lewis, olayı tecavüze benzettiği an, bir patlama görüntüsüne tanık oluruz. Sonrasında nehrin bakir ve kendi halinde görüntüleri gelir.
Bölgeye cipleriyle gelen kahramanlarımız, nehirdeki yolculuklarına başlamadan önce, ciplerini yolculuğun sonlanacağı yerde onları karşılamak üzere kullanacak yerel halktan birilerini bulmaya çalışırlar. Bu arayış sırasında ormanlık bir yerde oldukça eski bir eve rastlarlar. Evin eski püskülüğü ve bölgenin geri kalmışlığıyla ilgili kendi aralarında geyik yaparlar. Bu arayış esnasında gördüğümüz yerel halktan insanların büyük kısmının fiziksel deformasyonları vardır. Filmde bu konudan söz edilmese de bunun nedeni büyük olasılıkla akraba evliliklerinin yaygın olması. Nihayet cipleri kullanabilecek iki kardeş bulduklarında, Lewis’in adamlarla sıkı bir pazarlığa tutuştuğunu, Ed’inse adamların suyuna gitmeleri yönünde tavsiyede bulunduğunu görürüz. Lewis, atletik yapılı, hal ve hareketlerinden anlaşıldığı kadarıyla özgüven sahibi ve sert bir erkek imajı vermektedir. Film boyunca kaslarının teşhir edildiğini ve yolculuğa başladıkları zaman okla balık vurmaya çalışırken ve benzeri sahnelerde gerilen kaslara dikkat çekecek kamera açı ve ölçeklerinin tercih edildiğini belirtmiş olalım.
Yolculuk sırasında grubun liderliğini Lewis üstleniyor. Bu dört karakterden yalnızca Bobby’nin sigorta şirketinde çalıştığını, Ed’inse bir diyalogdan anladığımız kadarıyla ‘‘iyi bir işi ve güzel bir karısı olduğunu’’ biliyoruz. Buna rağmen filmde temsil edilme biçimlerinden her birinin kentli ve orta sınıf mensubu olduklarını düşünebiliriz. Neden kentteki yaşantılarını bırakıp böyle bir maceraya atıldıklarına dair ise, Lewis’in zaten bu işlerin adamı olduğunu, Ed’in de sık sık Lewis’le birlikte bu macera dolu seyahatlere katıldığını, Drew ve Bobby’nin ise ilk kez bu tür bir işe kalkıştığı anlaşılıyor. Yolculuk sırasında aralarında geçen diyaloglardan Lewis’in ‘‘sistemle’’ sorunu olduğunu anlıyoruz. Zaten filmin başında baraj yapımına dönük tecavüz benzetmesiyle bunu hissettirmişti. Bir sahnede ‘‘makinaların çökeceğini, ve gerçek bir hayatta kalma mücadelesinin başlayacağını’’ öne sürüyor. Buradan Lewis’in uç bir ekolojist ideolojisinin olduğunu anlıyoruz. Mevcut sistemde baskın erkekliğini tatmin edebilecek bir ortam bulamayıp, yalnızca fitness salonlarıyla tatmin olmayan Lewis, bu küçük ‘‘hayatta’’ kalma temalı maceralarıyla bu yönünü tatmin ediyor. Lewis’in bu tür çıkışları, Ed ve Bobby’nin sistemi savunan konuşmalarıyla karşılanıyor.
Meseleye konumuz açısından bakmaya başlarsak, ilk başta söylenmesi gereken şey, bu yolculuk sırasında dört erkeğinde, alışageldikleri kentli yaşantının belli koşullandırmaları ve kadınlarla bir aradayken uymak zorunda kaldıkları bir takım görgü kurallarının dayatması olmadığında bazı ilginç yönleri ortaya çıkıyor. Kano üzerinde nehirle mücadele ettikleri sırada, aşılması pek de güç olmayan ve ciddi bir hayati tehlike içermeyen engelleri aştıklarında büyük bir zafer kazanmışçasına coşkuyla haykırmalarına ve kahkahalarla gülmelerine tanık oluyoruz. Geceyi geçirmek için çadır kurup sohbet etmeye başladıklarındaysa bir çeşit ‘‘ergen muhabbeti’’ çevirmeye başlıyorlar. Bu tür şeyler meselenin grubun tümünü kapsayan yönleri. Bunun dışında maceranın, şehirden ve onun kurallarından uzakta olmanın tek tek grubun üyeleri üzerinde de belli etkileri oluyor. Bu etki özellikle yaşadıkları talihsiz bir olay üzerinden açığa çıkıyor.
Ed ve Bobby’nin kanosunun arayı açtığı bir sırada nehrin kenarındaki sık ağaçların arasında iki adet ‘hillbilly’nin (yöre halkından iki erkek de diyebiliriz), bir tanesinin elinde tüfekle onları fark ettiğini görüyoruz. Kahramanlarımız kanodan inip adamlarla temas kurar. İlk karşılaştıkları soru enerji şirketinden olup olmadıklarıdır. Bu soru karşısında eveleyip geveleyerek net bir cevap verilmemesi üzerine köylüler tacizkar davranmaya başlar, kanoya dönmek istediklerinde onlara müsaade etmezler. Tüfekle tehdit edip, Ed’i ağaca bağlayıp Bobby’i çırılçıplak soyarlar. Bobby bir süre domuz sesi çıkarmak ve köylülerden birini çıplakken sırtında taşımak gibi her türlü aşağılanmaya maruz kaldıktan sonra, aynı adamın tecavüzüne uğrar. Bobby’le işi biten adamlar, tüm olanları izlemek zorunda bırakılan Ed’e yönelirler. Aynı eylemi bu kez tüfeği taşıyan diğer adam Ed’e oral yoldan uygulamaya niyetlidir. Dizlerinin üzerine çöken Ed, bu sırada kıyıda duran ve okunu adamlara doğrultmuş olan Lewis’i fark eder. Köylülerden Ed’i gözüne kestiren, işe koyulmak için tüfeği arkadaşına geçirdiğinde Lewis gergin yayı bırakır ve tüfekli adam vurulur. Diğer adam ise korkup kaçar.
Filmin bu sekansı birçok farklı okumaya olanak tanısa da, biz konumuzdan çok da sapmamaya gayret ederek tartışacağız. Ortada inanılmaz bir aşağılama ve tecavüz var, fakat modern adalet ve hukuk mantığı açısından bakıldığında buna karşı işlenen cinayet, yaşananlara meşru bir yanıt değil, ancak bir başka suç olarak görülebilir. Ortaya çıkan tablo, aralarındaki en maceraperest Lewis’in bile asla bulaşmak istemeyeceği bir yere evrilmiştir. Ortada bir ceset, bir de tanık vardır. Lewis’e göre, bu cinayet eğer yargıya taşınırsa, yerel mahkemenin jürisi muhtemelen ölen kişinin akrabalarından oluşacağı için bu işten sıyrılma ihtimali yoktur. Saldırıya uğrayanlar arasında bulunman, cinayete de ortak olmayan, dolayısıyla meseleye bulaşmadığını söyleyebileceğimiz Drew ise mutlaka yetkililere haber verilmesi gerektiğini düşünmektedir. Modern batı toplumunun yasalarıyla arası en kötü olan Lewis, tersinden bunlara oldukça bağlı gibi görünen Drew’un damarına basarak, ‘‘eğer demokrasiye bu kadar inanıyorsan oylama yapalım’’ der. Lewis cesedi gömmekten yanadır.
Tahmin edeceğiniz üzere mağdurlarımız Lewis’in yanında yer alır. Uygun bir yer bulup cesedi gömerlerken Drew da yardım eder. İnandığı değerlere göre oylamayı kaybetmiştir ve gömme işlemine yardım etmesi gerekmektedir, ama aynı değerlere göre yapılanın yanlış olduğunu da düşünmektedir. Bu çelişki, tekrar kanolara dönüp yol almaya başladıklarında çalkantılı ve kayalıklı bir bölgeye yaklaşırken Drew’un kendisini suya bırakıp intihar etmesine yol açar. Drew’un düşmesiyle birlikte hepsinin kanosu alabora olur. Bacağı kayaya çarpan Lewis’in kemikleri ortaya çıkacak kadar kötü yaralandığını görürüz. Drew bulunamazken, diğerleri yara almazlar. Lewis’in oldukça güçlü ve kendinden emin, her koşulda kolaylıkla hayatta kalabilecek kapasitede olduğu şeklindeki izlenimimiz; yaralı, çaresiz ve kıvranıp duran bir Lewis’le birlikte yıkıma uğrar. Bu durumda gerek vücudunun teşhiriyle, gerekse liderliği ve tavırlarıyla adeta filmin kahramanı olduğunu düşünmeye başladığımız karakterimizin içerisine düştüğü durum oldukça çarpıcı bir etki yaratır.
Lewis, Drew’un tepeden açılan ateş sonucu kanodan düştüğünü iddia etmektedir. Ed ve Bobby buna inanırlar ve Drew’u vuran kişinin kaçan saldırgan olduğunu düşünen Ed, adeta rambo gibi kuşanarak, yani bir anlamda diskalifiye olan Lewis’in yerini alarak adamı haklamak için tepeye tırmanır. Bu andan itibaren izlediğimiz sekans, hiç de Lewis’te olduğu gibi hoşumuza gidecek kadar becerikli bir performans değildir. Kayalara güçlükle tırmanan Ed, ancak hava karardığında yukarı ulaşabilir. Çıktığında kimseyi bulamaz ve sızıp kalır. Uyandığındaysa ileride arkadaşlarının beklediği alana bakan tüfekli köylü bir erkek görür. Hemen okunu yaya yerleştirir ve yayı gerer. Ed’i bu haldeyken gördüğümüz diğer sahne akıllara gelir hemen. Geceyi çadırda geçirdiklerinin ertesi sabahı ok ve yayı alarak ormanın içerisine giren Ed, burada karşılaştığı bir geyiği vurmaya kalkışır, fakat eli titrer ve ıskalar. Adamı vurmak üzere yayı gerdiğinde de Ed’in elleri titremeye başlar. Bu sırada adam da onu fark eder ve tüfeği doğrultur. Ed kendini zorlamak için ‘‘bırak’’ der. Ve adam tam tüfeği ateşlediği sırada o d ayayı bırakır. Yamaçtan yuvarlanacak gibi olur ve diğer ok kendisine saplanır. Adam yanına yaklaşırken bıçağını çıkarır. Yaklaşan adam Ed’i vuramadan yığılıp kalır çünkü o da vurulmuştur.
Fakat ölen adam saldırgan değildir. Bundan emin olamayan Ed, adamı ipe bağlayıp aşağıya indirir. Aynı iple kendisi aşağı inerken dengesini kaybedip suya düşer. Adamı Bobby’e de gösterir fakat o da emin olamaz saldırgan olup olmadığından. Oldukça çirkin ve bakımsız olan bu adamları ayırt etmek güç olsa da, saldırgan adamın ön dişleri eksik iken, Ed’in vurduğu kişinin takma da olsa, ön dişlerinin olduğunu görürüz. Bu durum, Drew’un da vurulup vurulmadığı sorusuyla birlikte güçlü bir belirsizlik duygusu yaratır karakterler için. Öte yandan burada vurgulanması gereken önemli şeylerden biri, Ed’in rambo gibi kuşanıp saldırganı avlamaya giriştiği andan itibaren, Hollywood’da alışageldiğimiz kalıpların aksine oldukça kahramanlıktan uzak ve oldukça başarısız bir sekans izlemiş olmamız. Bu durum, konumuz açısından bakacak olursak orta sınıf Amerikalı erkeğin yaşadığı ‘erkeklik krizi’nden kaynaklanmaktadır. Ed’in yayı gerdiğinde ‘‘bırak’’ derken kastettiği ve yayla birlikte bıraktığı şey aslında erkekliğini gerçekleştirme veya geri kazanmayla ilgili. Ed bu anlamda başarısız oluyor, çünkü her şey bitip de evine döndüğünde bile nehir yolculuğuyla ilgili kabuslar peşini bırakmayacak. Bu durum, filmin ilerleyen sahnelerindeki başka bir sahne üzerinden de anlaşılabilir.
Üçü birlikte Aintry kasabasına ulaştıktan sonra Ed ve Bobby, kasaba sakinlerinden bir grup yaşlıyla birlikte akşam yemeği yer. Sahne Ed’in salona girmesiyle başlar, Bobby ve diğer herkes sofrada yemek yemektedir. Ed biraz çekingen ve kararsız olarak sofradaki boş yere oturur. İnsanlar ona sıcaklık ve sevecenlik gösterir. Ed’in asıl kendini ‘bırakması’ işte asıl bu sahnede olur. Ed çözülür. Gözyaşlarını tutamaz. Kasabadan ayrılırlarken, Ed mezarlıkların taşınmasına tanık olur. Arkadaşları Drew’unki de dahil geride bıraktıkları cesetlerse oluşacak devasa gölün altında kalacaklardır.
Yönetmen, Lewis’in deyişiyle ‘‘orta sınıf mensubu insanların yazları daha yaygın olarak klima kullanabilmesi için yapılan ve dağ insanlarının, doğal güzelliklerin ‘‘tecavüze uğramasına’’ neden olan baraj yapımıyla, bunun intikamını bu sınıfa mensup bir erkeğe tecavüz ederek ve onu aşağılayak alan hillbilly’nin durumunu çok çarpıcı biçimde karşı karşıya getiriyor. Böyle inanılmaz bir olaya maruz kalan Bobby’nin sonuçta Ed’den daha az sarsılmış olması ilginç olmakla birlikte anlaşılabilir. Çünkü Bobby, erkekliğini yeniden kazanmak için Ed’in giriştiği denemeye girişerek aynı gerilimi yaşamadı. Pasif ve istikrarlı durumunu sürdürdü ve olayın üstü örtülüp, tüm tanıklar öldüğüne göre durumu anlaşılabilir. Sonuçta Deliverance orta sınıf erkeklik krizine dair çarpıcı ve çok katmanlı bir film.
* http://haber.sol.org.tr/yazarlar/fatih-yasli/yeni-rejim-ve-elitleri-i-57140