Yıldız Gemisinin Faşist Askerleri*
Aynı adlı kitaptan uyarlanan, 1997 yapımı “Yıldız Gemisi Askerleri”, faşizm sinema ilişkisi söz konusu olduğunda yakın döneme dair en dikkat çekici örnek olma özelliğini taşıyor. Bunda hiç şüphesiz Hollywood’un en tartışmalı yönetmenlerinden biri olan Paul Verhoeven’in imzası var. Hatırladığı en eski anının Nazi bombardımanları olduğunu söyleyen Hollandalı yönetmen Verhoeven, film akademisi ve Hollanda ordusunda kısa filmlerle başladığı mesleğini 1973 yılındaki uzun metrajı “Türk Lokumu” ile geliştirmiştir. Ülkesinde yüzyılın filmi seçilen yapıtta muhafazakâr bir ortamda iki özgür ruhlu gencin aşkını anlatan film, aynı zamanda yönetmenin Hollywood tarafından keşfedilmesini sağlamıştır. Bir diğer uzun metrajı olan 1979 yapımı “Soldier of Orange” ile ABD’ye giden yolu kesinleştiren Verhoeven, 1985 yılında temelli yerleştiği Amerika’da ilk olarak tümüyle suça bulanmış geleceğin Detroit’inde geçen “Robocop” filmini çekmiştir. Bambaşka bir türe geçmiş olmasına karşın bilim kurguda ilerlemeyi tercih eden yönetmen 1990 yılında o güne dek çekilmiş en pahalı film olan “Gerçeğe Çağrı” ile simülasyon anılar ve hatıraların üretilebildiği bir gelecekte gerçeklik algısının kaybına dair dikkat çekici bir yapıta imza atmıştır. 1992 yılındaysa tür değiştirerek kariyerinin şimdilik zirve noktası sayılan, insan doğasına eğilen erotik/gerilim türündeki başyapıtı “Temel İçgüdü”yü çekmiştir. 1995 yılında Las Vegas’ın ışıltılı gösteri dünyasının karanlık arka planına geçtiği “Showgirls” filmiyle büyük bir düşüş yaşayan yönetmen hızla tırmandığı zirveden aynı süratle düşüşe geçmiştir. Bu yazıda detaylı olarak ele alacağımız “Yıldız Gemisi Askerleri”nin ardından 2000 yılında “Görünmez Adam” ile bilimkurgu/korkuya dönen yönetmen, son olarak 2006 yılında “Kara Kitap” filmiyle 2. Dünya Savaşı anılarına geri dönmüştür.
Her ne kadar dev stüdyoların büyük bütçeli filmlerine yönetmenlik yapmış ana akım bir yaratıcı olsa da Hollywood’un yapımcı odaklı film üretimden sürekli şikâyetçi olan yönetmen, az film çeker hale gelmesini de yapımcı baskısına bağlamaktadır. ABD’ye gidişini, Alman Dışavurumculuğunun büyük ustası Fritz Lang’a benzeten Verhoeven, her ikisinin de ABD’ye yerleştikten sonra istedikleri filmleri yapamaz olduklarını belirtir. Farklı türlerde filmler yönetmesine karşın cinsellik ve şiddet temalarına mutlaka yer veren, bu temaları izleyicide endişe, korku ve rahatsızlık yaratması amacıyla kullanan yönetmen, özellikle Robocop ve Yıldız Gemisi Askerleri filmlerinde yer verdiği Nazi sembolleriyle ABD’de “faşist” olarak nitelendirilmektedir. Bu yakıştırmalara cevap olarak faşizmin yıkıcılığını bizzat yaşadığını hatırlatan yönetmen “ABD toplumunu, siyasetini ve gündelik yaşantısını mercek altına alıp aslında ne olduklarını onlara göstermeyi seviyorum” sözleriyle sinematografisine daha dikkatli yaklaşmamız gerektiğini de hatırlatıyor.
22.yüzyılda geçen film, tüm dünyanın İngilizce konuştuğu ve Amerikan kültürünün tek egemen olduğu “Federasyon” yönetiminde, galaksinin diğer ucundaki böcek kolonisinden gönderilen bir meteorun Buenos Aires’i haritadan silmesi sonucunda insanlığın böcekleri yok ederek yıldız sistemlerine el koyma amaçlı savaşlarını anlatmaktadır. Liseyi bitirip mesleki tercihlerini yapmak üzere olan gençlerin ana karakterler oldukları filmde, “vatandaş” olabilmenin tek koşulunun orduya yazılmak ve askeri görevi gerçekleştirmekten geçtiği bir düzen kuruludur. Okuldaki eğitimde demokrasinin ne kadar kötü bir yönetim şekli olduğunun sosyal bilimciler tarafından da kabul edildiği, ancak gazilerin olaylara el atması sonucunda dünyaya huzurun geldiği aktarılır, zira sorunları çözecek kavram “şiddet”tir. Bununla beraber askeri görevlerini yerine getirmeyen “sivil”lerin sorumluluk taşımaktan aciz, korkak olarak sıfatlandırıldıkları “vatandaş”lara nazaran haklarının kısıtlı olduğu görülmektedir. Dünyada bu gibi sert bir ayrışmadan muaf kalabilenler ise elbette sermaye ve burjuvazidir. Gençleri böylesine bir ikilemin puslu hale getirdiği geleceğin beklediği filmde öne çıkan ve saygı duyulan yetişkinlerin tamamı uzuvlarını yitirmiş gazilerdir. Savaşın herkesi faşizanlaştırdığına dair bir söylem içeren filmin ilk yarısı, Amerikan futbolu maçları, balolar, gelecek kaygısıyla dolu ortalama bir Amerikan gençlik filmi biçiminde seyrederken ana karakterin zengin ailesine karşı çıkarak aşkının peşinden orduya yazılması ve “vatandaş” oluşu beraberinde “ödül” olarak cinselliği ilk kez yaşamasıyla sonlanır. Ordudaki eğitimler ve böceklerin saldırısıyla birlikte süratle seyir değiştiren filmin ikinci yarısında adeta bambaşka karakterler karşımızdadır. Savaş ve faşizm bireyleri tamamen dönüştürmüştür.
Biçimsel olarak “Yıldız Gemisi Askerleri”, daha ilk saniyesinden itibaren haber görüntüleri ile izleyici bilgilendiren, onlara neyin iyi neyin kötü olduğunu öğreten sonucunda ise neler yapmaları gerektiğini aktaran bir propaganda filmi olarak kodlanmıştır. Verhoeven, 2. Dünya Savaşı yıllarında propaganda adına ortaya konan filmleri iyi etüt ederek uyguladığı bu yapıda her ne kadar semboller, üniformalar, geniş açı ve plan ölçeklendirmelerinde Nazilerin gayrı resmi sinemacısı Leni Riefenstahl’ın belgeseli “İrade’nin Zaferi”ne benzer bir iş ortaya koymuş olsa da, kendisinin de vurguladığı üzere asıl referansı ABD’de 2. Dünya Savaşı boyunca çekilen “Neden Savaşıyoruz” başlığı altındaki haber(propaganda) filmleridir.
Israrla bu soruyu sorarak cevaplarını izleyiciye dayatan bu yapının arasına gizlenmiş kurmacanın hangi boyutlara varabilen bir kurmaca olduğu da soru işareti taşıyor. Küreselleşmiş faşizmin emperyalist bir müdahaleye hazırlandığı filmde “herkes kendi payına düşeni yapıyor” sloganı altında ev hanımları ve çocuklarının bile evdeki böcekleri ezerek üstüne düşeni başarı ve gururla yerine getirdikleri sıkça vurgulanıyor. Böceklerin yok edilmesi gerektiği, insanlık için ne kadar büyük bir tehdit oluşturdukları görüntülerde öne çıkıyor. Korkudan beslenen bir iktidar mekanizması, böceklerin “masum” bir Mormon tarikatını bile katlettiğini gösteriyor. Sonuç ise kökeni Kızılderili katliamlarına dayanan “en iyi böcek ölü böcektir” sloganını atan insanlar ve savaşa verilen tam destek. Verhoeven’ın Mormon tarikatını alaylı kullanımı ve böceklerin gezegenlerine gidildiğinde bu yaratıkların başka bir gezegene meteor gönderebilmek gibi bir teknolojinin yanından geçmediklerinin görülmesi filmin ABD’ye ve ABD’nin Japonya ve Vietnam savaşlarında kitleleri savaşa ikna etmek için kullandığı fazlasıyla şüpheli Pearl Harbour ve Tonkin saldırılarına açık göndermeler olarak okunabilir. İçeride idamların, dışarıda ise savaşın canlı yayınlarla verilişi özellikle 1.Körfez Savaşı olmak üzere Amerikan medyasının tutumuna dair çağrışımlar içeriyor.
Yönetmenin amacını ve yöntemini defalarca açıklamasına karşın ABD’de ısrarla Nazi çağrışımlarıyla anılan “Yıldız Gemisi Askerleri”, bilim kurgu türünün teknik açıdan başarılı bir örneği olduğu kadar, türün politikayla ne kadar iç içe olduğunu gösteren en çarpıcı örneklerinden biridir. Vatandaşlık yemininden, militarizm kutsiyetine, dünyayı savaşla ele geçirme yolunu benimsemiş Roma, Nazi, Amerikan imparatorluklarının ortak sembolü olan kartala yer veren, faşizm taşlaması kadar küreselleşme eleştirisi de taşıyan film, sinematografik açıdan on yıllardır izlediğimiz ana akım Amerikan savaş ve aksiyon filmlerinin kahramanlıktan öte faşizmin kodlarıyla beslendiğini de kanıtlamaktadır.
“İnsan biyolojisinde faşizm var ve bunu aşmalıyız” diyen Paul Verhoeven’ını bu filmle ilgili eleştirilecek en büyük nokta ise filmin eleştirdiği biçime haddinden fazla benzeyerek eleştirisini hedef kitlesinden soyutlaması olabilir. Yapımcı baskısını hatırlatan bu noktayla birlikte filmin gösterime girmeden önce yapımcı ve ön gösterim izleyicileri tarafından kadın karakterler konusunda tırpanlandığı, özgürlüğüne ve birey olarak varoluşuna düşkün kadın karakterlerin kurguda yumuşatıldığını belirtmekte fayda var.
Tüm bu baskıya rağmen “auteur” bir yönetmen olarak böylesine vahşet ve şiddet içeren bir filmde bile cinselliğin ustaca kullanımı Verhoeven zekâsını göstermektedir. Zira filmde “beyin böceği” olarak anılan zeki düşmanın vajinaya benzeyen ağzı ile âdemoğlunun beynini emmesi, kadın karşısında erkeğin zaafını ve acizliğini daha önce “Temel İçgüdü”deki Sharon Stone’un rol aldığı sorgu sahnesiyle vermiş bir yönetmen için bile fazla yaratıcı ve rahatsız edicidir.