Yunusların Mezar Taşları Nerdedir?*
En eski anım, 2 yaşımdayken büyük babaannemin çıplak bedeninin bahçede tas tas suyla yıkanmasını balkondan izleyişim. Soruşturmalarıma göre gerçek olan bu anıyı duyduklarımla kurgulamış olacağımdan şüphelenirdim. Geçenlerde şaşkınlıkla Samuel Beckett‘in ilk anılarının ana karnına kadar gittiğinin, sıkıcı bir masa başı konuşmasının hatırladığını bile söylediğini okuyunca, babaanneme gülümsedim.
Burhaniye’de çocukluk yıllarımda nedense çok kişi boğulmuştur. Su ve ölüm çok geçmeden yine karşıma çıkmıştı. Nuri Bilge Ceylan‘ın başyapıtı “Bir Zamanlar Anadolu’da”daki bir sahne kim bilir kaç kişinin hala acısını yaşadığı bir ölümü hatırlattı. Deniz kıyısında kımıldamadan yatan bir insan; kalabalık, kumsalda daktiloya telaşla basan parmaklar… Sarsılmanın yanında kanı akmayan, uyuyor gibi görünen birinin ölmüş olduğunu kabullenmekte zorlanmıştım.
Derinlerdeki anılarımın payı nedir bilmeme ama ölüm beni çok etkiler. Yaşam kadar doğal olan bir şeyi abartmak hoş değil ancak ölümü düşünmenin yaşamı düşünmekten çok farkı olmadığı da kesin. Ölüm yaşamı anlamlandırıyor, izin versek güzelleştiriyor. Hem, ölüm tam olarak ne demek? Kanının akıtmadan ölebilen insanın, nefes alırken de cansız bir beden taşıdığı olmuyor mu? Öleceğimizi bile bile yaşarken, nasıl bu kadar yıkıcı olabiliyor? Tam da bu nedenle mi bu kadar yıkıyor, kırıyoruz? Ingeborg Bachmann “İnsanın gerçek ölümü, hastalıklardan değildir, insanın insana yaptıklarındandır” demiş.
Bir de tabii insanın hayvana, göle, toprağa yaptıkları var. Balık, fil… Ölümün türleri var. Ya mezar taşları? Kimi insanlarda deniz manzaralısı var; kimi insanların mezara koyulacak bedenleri bile yok. Ferit Edgü‘nün “Paraboller” kitabında deniz ülkesinin düzenini bozduklarını söylediği yunusların mezar taşları nerde peki? Güçlü sosyal bağları olan yunuslar, babaannelerini nasıl uğurluyorlar? Hep gülümseyen bu yunuslar, yas tutmuyor mu?
Geçenlerde California’da bir gözlem teknesindekiler, ölmüş bir yavruyu sırtında gezdiren bir yunusa rastlamışlar. Bilimin her konuda kanıt sunmasını beklemeyen, hatta bu gerekle dalga bile geçenler bırakalım yası, yavrusunu bırakamayan yunusların çıkardığı seslerin ağıt olduğunu bile söyleyebilirler. Yalnızca yabanı değil, yabanla ilişkimizin doğurduğu kültürü de kaybettiğimiz şu modern çapda böyle gözlemler bizi kendimize de yaklaştırmıyor mu?
John Berger, insan ve hayvan ilişkisini irdeleyen “Hayvanlara neden bakmalı?” isimli muhteşem makalesinde hayvanat bahçelerinden, insan ve hayvan ilişkisinin mezar taşı üzerindeki yazı olarak söz ediyor. Bu durumda hayvanlara gösteri yaptıranlar mezar vandallarına mı benzer?
Abidin Dino “Eller” kitabında atların gözündeki hüzün ile ellerinin olmayışının ilişkilendirmiş miydi? Yunuslar da ölülerini kucaklayamaz, gözleriyle ağlar.
Derinlere bıraksalar, bir daha dokunamayacakları ölülerini dalmadan, beslenmeden saatlerce taşırlar. Eşleri, dostları sırtlamaya yardım eder bazen, yaklaşanları kuyruklarının suya çarparak uzaklaştırırlar. Zamanı gelince “artık bırakmalısın” derler anneye; belki teyzeye. Avutmak için “Balinalar şarkı söyler, renk renktir balıklar, insan mezarlıklarından daha canlıdır bizimki” derler. Derler mi?
Bachmann insanların birbirlerinin iyileştirdiklerini, yaşattıklarını da söylemiş olmuyor mu bir bakıma? Ölümle yani yaşamla ilişkimi güzelleştiren, zenginleştiren dostum Gevher Gökçe Acar, MSGGÜ’deki “Ölüm, Sanat ve Mekan” dersi kapsamında, 3 yıldır sempozyum düzenliyor. Ölüm kavramının birey ve toplumun yaşamındaki, sanat yaratımındaki yeri ve öneminin felsefe, toplum bilimleri ve çeşitli sanat dalları üzerinden irdeleyerek vurgulamak amacıyla yapılan sempozyumun bildiri kitabını (Yunusların ölümünü bilime sadık kalarak kaleme aldığım yazımı da içeren) Robinson Crusoe Kitabevi’nden edinebilirsiniz.
(Fotoğraf “Giresunum” adlı topluluktan alınmıştır)
*https://issuu.com/azizm/docs/edergiagustos2013