Yüzde Hiç*
“Çünkü bir adam yaratmaya kalkıştım. Bir adam yaratmak…Ben Allah mıyım?”
“Bir Adam Yaratmak, Necip Fazıl” “İçine doğru öldüğün rengi, sıfırı ötelerken görebilirsin ancak. Yoksa dururken değil!”
“Susmanın Rengi, GüneşKalem”
Aliya’nın mektubu…
“Gönderdiğiniz mektubunuz ve romanınızın son nüshaları elime üç gün önce geçti. Postanede bir müddet beklemiş sanırım. Pek anlamam devlet işlerinden, aklım da ermez. Kontrol mü ne varmış, açıp bakmışlar tek tek bütün gelen postalara. Sizinkini de bir memur açıp okumuş. Romanınızın giriş kısmını beğenmiş bile. Hay Allah, hiç güleceğim yoktu. Hatta hakkını helal etsin dedi. Adam vermemiş dağıtıcıya mektubu. Adresi bulmuş, bana elden teslime etti. Benim de öğretmen olduğumu öğrenince, biraz oturduk maaşlardan, sigorta primlerinden bahsettik. Emekliliği yaklaşmış. Ev alıp köye dönecekmiş. Baba yadigarı bir sürü tarla takım varmış. Sonra kalkıp gitti. Rüya gibi… Bir daha görebilir miyim o adamı bilemem!
Bunları niye anlattığıma gelince. Bakın ben hayal edince, çoğu şeyi anında uydurup yazabiliyorum. Ama siz neden sürekli şu gerçeklere takılıp kalıyorsun ki? Gerçeklik nedir? Gerçek olanı anlatabilmeniz için herşeyi aynısıyla yazmayın rica edeceğim. Herkes sizin tüm hayat hikayeni bilmek zorunda değil. Neyi, nerede, nasıl yaptığınızı anlatmayın artık romanınızda. Her, ilk romanını yazan, genç gibi siz de kendinizi odak noktası görüp etrafında tüllenen olayları açmaya çalışmayın. Ayrıca nedir şu, mektubunuza serpiştirdiğiniz ve birden bire beliren, 5,7,1 rakamları? Bir de oyun mu oynayacağız şimdi?
…
Aliya”
Rüzgârın içine doğru, cereyanda kalan bir odaya zorla girerken kapının, onu dışarı itme hamlesiyle baş eder gibi, içeri girmeye çalışıyordu. Elindeki küçük poşette, iki tane şiir kitabı vardı. Roman değil, öykü değil de neden mi şiir? Bilmem. Belki de hikâyenin gelişen bölümlerinde ona vurulacak çocuk şiirden hoşlanıyordur. İçeri girip de raflara göz gezdirdiğinde gitmesi gereken bölümü hemencecik buldu. Uyuz adımlarıyla etrafı kol açan eder bir vaziyette yürüyordu şimdi.
Bu hikaye, öyle gelişirken çocuk, uzun paltosunun altında Karşıyaka iskelesinden iniyordu. Belki de bir marangoz çırağıydı bu. Şiir öyle; bakkaldan eczacıya, gümrük memurundan emekli bir subaya kadar, herkesin dünyasında olabilirliği yüksek bir etmen olduğu için de o kitaplara şiir kitabı dedik ayrıca. Zaten, eğer Cumartesi günü böylesine bir vakitte Karşıyaka iskelesinde geziniyorsa, bu çocuk marangoz da olamaz. Çünkü marangoz olsaydı, şimdi iş yetiştirmek için ustasından laf işitiyor olurdu. Ya da sayısal loto oynamak için son dakikayı beklerken boş kuponlara bakarak “bu sefer…” diye iç geçirirdi. Terlerdi-tabi ya terlerdi, ne de olsa Aralık’ın son günleriydi. Hava sonbahar havasıydı tam- ya da siz hiç ilkokulunu daha bitirmeden bir zanaat ustasının yanına çırak verilen çocuk tanımadıysanız bu faslı geçelim. Sıkıcı olur çünkü. Anlamazsınız.
“Aliyam…” yok yok. Böyle olmaz. “Sevgili Aliya!” Bu ne be! “Aliya hanım!” “Aliyacığım!” “Aliya!” “Hey Aliya!” “Sevmekten vazgeçemeyeceğim Aliya hanımcığım.” Bu ne böyle isim tamlaması mı çözdüreceksin kadına? “Aliya hanımefendi!” Dur dur! Buldum mektubun giriş cümlesini… “Beş, yedi, bir ve sizden bana olan aşkın yüzdesi…” uzun oldu. Off! Uzun başlıklardan nefret ederim. Allah’ım bu mektubu yazmama yardım et ne olur!
Çocuk paltosunu içine çekerek yürüyordu. İlerki ara sokaktaydı gideceği yer. Ama nereye gideceğini söylemedi bizlere. Bu arada kızın olduğu dar sokaktaki sahafın içerisi bomboştu. Böylesine boş bir sahafta hem geniş hem de tozdan görünmeyen- makul bir sahaf tozsuz olmazdı zira- bu yerde dönüp duruyordu. Daha çok da şiirlerin yanındaydı. Belki o kadar heycanlıydı ki biz konuştuğu adamı Ahmet Haşim sanacaktık nerdeyse. Dönüp bakınca anladık ki meğer sahafın kendisiymiş. Oğlan, bu arada kızın bulunduğu sahafın olduğu dar sokağa girdi. Gördünüz mü bakın, hikayeye sahafın içinden başlayınca nasıl da çevreye yabancı kaldık. Meğer ikisi de Karşıyaka’daymış ve meğer çocuğun da geleceği dar sokak burasıymış. Artık çocuk bu dar sokağa girdiyse kesin buraya gelecek. Hikayenin başlaması için bu şart.
Oğlan, gıcırdayan kapının tokmağından tutup içeri girerken yağmur atıştırmaya başlamıştı. Yağmur atıştırması romantik olur diye böyle birşeyi hayal ettim. Belki bir de kız sıkılıp çıkmasın diye… Çünkü şemsiyesi yoktu. Oğlan eğer kızdan hoşlanır da bakışmaya çalışırsa, kız istese de istemese de yağmurda çıkamayacağı için uzun bir müddet burada kalırdı. Oğlan da o ara, ya umudu keser ya da yeni yeni yolara başvururdu, kızın gönlünü kazabilmek adına.
Ellerindeki Ahmet Haşim, Orhan Veli, Bedri Rahmi, Ece Ayhan…. ları usulca yere indirdi. Belki biraz sahaftan korktuğu için, göz ucuyla çevreye göz gezdirdi. Usulca tebessüm etti, kitabın kapağını karşısına aldığında. Sonra bir tereddüt yaşadıysa da, elinde duran bugünün gazetesinin bulmaca sayfasını alıp yere serdi ve bağdaş kurarak oturdu öylece. Tekrar hafifçe doğrulup zor bir pozisyonda kafasını uzatarak etrafa baktı. Ağır ağır içeriyi gezinen bir oğlan bir de masasının başında altını çize çize kitap okuyan sahaftan başka kimse yoktu içerde. Gücü tükenince yere çöktü, tekrar kalktı baktı. “Yağmur başlamış” dedi. Ve belki de babasına yalan söylemeyeceği için sevinmişti. “Yağmur yağdı ben de içerde bekledim” derdi. Ama bizim oğlanı tanıyınca…
Oğlan, içerisinin biraz sıcak olduğunu farketti. Zaten buz gibi havada feribotla Konak’tan Karşıyaka’ya geçerken dışarda durmuştu. Ve iyice buz kesmişti her yeri. Yüzü kıpkırmızı olmuştu da ayna olmadığı için görmüyor, görmediği için de hala kendini yakışıklı sanıyordu. Halbuki yüzündeki kızıllık ona mutfaktan, pazarda annenin arttırdığı son parayla alınmış, az sayıdaki muzun bir tanesini aşıran bir çocuk yüzü ifadesi veriyordu. Ama onu bu hikaye boyunca bir tek kız görecekti. Çünkü sahaf başladığı Mesnevi’den kafasını kaldıracak halde değildi. Hem de Farsça metnine başlamışken. Evet, bizim oğlan kitap da almadı hikayenin sonunda, o yüzden de sahaf para üstü vermeyecek ve onun yüzündeki bu ifadeyi görüp tebessüm etmeyecekti. Her zamanki gibi sadece bakıp bakıp koyduğu kitaplara iç geçirirken “olsun hiç değilse hangi eser kime ait onu biliyorum, bir de arka kapaklarını okuyup az buçuk bilgi sahibi oluyorum, konuşulunca söylerim yani” diye kendince akıllılık ediyordu.
“Belki bir kelebek kadar, sığ rüyaların orta yerinde uyanıverirdiniz.” Bak gene sizli bizli yazdım. Arkadaş bir türlü çıkamıyorum şu Aliya’mın yazdıklarının etkisinden. Tam monarşi yani. Biraz özgür olabilse hislerim… Ah! Aslında en güzel cumhuriyet içimizdedir. Ruhun gayesiyle bedeninki hiç örtüşmez! Hep bir çekişme… Herşey birbirine muhalif… çok severim! Neyse, şimdi siyasetin zamanı değil! Doğru başlığı ve hitabı bul ve şu romanın son nüshasını gönderelim. “Aliya’ya…” Aliya’ya mı? Yuh! Tabiki de ona, başka kime olacaktı? Böyle hitap mı olur?
Biz böyle, oğlanı anlatırken kız, şiir rafını tek tek aşağı indiriyordu. Bana öyle geliyor ki sahaf bu kızı kovacak buradan. Birşey bildiğimden ya da hikayeyi ben yazdığımdan değil sadece hissettiğim için. Eğer kızı birazdan betimlerken hoşuma gittiğini görürsem bu olayı es geçerim; yok, kız ilkokulda benle aynı sırada oturan Serpil gibi iki durup bana vurgun vurgun bakıp da kendimi bir halt sanmama sebep olan o kız gibi gıcıklık yaparsa kovdururum onu burdan. Neyse sinirlerim alt üst olmadan esas olayı anlatayım size.
Kız, şiir kitaplarının arasında dalgın dalgın bakınırken oğlan rafların arasında gezmeye devam ediyordu. Hep yaptığı gibi, tüm sıradaki rafların üst kısmına bakar sonra tekrar dönerken bir alta, sonra tekrar dönerken diğer alta… diye böyle böyle giderdi. Benim koyduğum bir özellik değil bu. Ne bileyim kime çekmiş. Halasınadır heralde. Gülmeyin ya. Halasına gerçekten. Çünkü Güneş’in adı daha o doğmadan, mirası böldürmesin, gönlün olsun diye halasının adı konduğundan öyle dedim. Yoksa ne bileyim. Ama bence o aksi kadına çekmiştir. Neyse neyse, hikayeye devam edelim.
Al işte, oğlan oğlan deyip hikayeye gizem katma peşindeydim ama öğrendiğiniz adının Güneş olduğunu. Ne boş boğaz bir adamım ben ya. Bari kızın da adını söylemeyeyim de azıcık da olsa sırrı kaçmasın anlatacaklarımın.
Güneş, üst raflara bakarak yürürken yerde duran kızı görmedi. Ve ayağının, sorumsuz bir müşterinin düşürdüğü, bir kitaba takıldığını sandı. Ama birden yere bakınca kızı gördü. Nasıl yani burası neresiydi? Sanki içerisinde odaları raflar olan uzunca koridorlu kızın sarayıydı bu gördüğü… Altındaki bulmaca ekini de yere çökünce bir kısmını altına aldığı bir kısmının da yerleri süpüren beyaz bir elbise sandı. Bir an oldu her şey. Öyle uzun uzadıya yazdıksa da bunu, bir an oldu. Hayal ya bu, masal ya, bir an oldu ve geçti. Güneş akıllı çocuktur. Marangoz değildi, alın size bir gerçek daha. Önce “afedersiniz” dedi. Sonra devam etmeye çalıştıysa da kız bir kere rahatsız olmuştu. Hızlı hızlı kitapları rafa koyuyordu. Telaşlı olduğu her halinden belliydi. Nedeni sadece benin aklıma geldi. Güneş o ara aklını alıp giden bu kıza yardım etmek için uyuzca yere eğiliyordu. Kız, Güneş yere eğilene kadar rafın yarısını doldurdu. Şiir kitapları bazen yere düşüyordu. Kız endişeli bir halle iki de bir sahafa bakarak rafı şiir kitaplarıyla doldurmaya çalışıyordu. Ece Ayhan durduk yere Necip Fazıl’la, Nazım Hikmet de Mehmet Akif’le yan yana gelmişti. Cansız üç beş kitap sanmayın onları. Kitapların herbirinde sahibinin bir zerresi vardır. Mesela Necip Fazıl’ın kitabı sırf ondan bir parça taşıma ihtimali artsın diye Pier Loti’de kaçak olarak kesilen ve mezarına en yakın yerde bulunan o ağaçtan yapıldı. Belki de o öldükten beş sene sonra… yani biyolojik çözülmenin yavaş yavaş bitmeye geldiği sadece kemiklerinin sonsuza kadar orada kalacağı bir zaman diliminde olması da manidardır. Ya da Nazım Hikmet’in kitabı için Moskova’dan kaçak getirtilen üç beş valiz kütüğe ne demeli. Onu getirene kadar yayınevinin, kaçakçı damgası yemesin diye iki emekli orman korucusu tuttuğunu, o yayınevine çevirmen olarak çalışan en yakın arkadaşımdan duydum. Adını demem. Neme lazım. İşsiz kalmasın. O kadar yıl Çince okumuşken…
İşte huysuzlanan bu kitaplar, usulca birbirlerini ittirip yerlere düşüyorlardı. Güneş ve kız sürekli olarak toplamaya çalışıyordu. Kız biraz utanmış, biraz da kim olduğunu bilmediği bu çocuğa teşekkür edecek gibi duruyordu ama zamanı değildi. “Zaman” dedi… Ah zaman…. hiçbirşey zamanlama olarak mükemmel olmamıştı kızın hayatında. Onu yarım yamalak biri severken başka biri çok feci aşık olmuş ama sırf o mıymıntı çocuk var diye söyleyememişti. Ve sonunda pek de aşık olmadığı biriyle evlenmişti. Annesi ölürken de zamanlaması pek iyi değildi. Keşke annesi ön koltuktayken kucağında otursaydı. Arkaya geçip uyumak yerine…
Evet buldum sonunda. Başlığımız: Yüzde Hiç! “Sizin…” aman be şu sizin kelimesi de ağzıma oturdu iyice. “Senin bana olan aşkının yüzdesi… Yüzde Hiç! Yeni romanım için bir giriş denemesi… Yani gidişatından senin hoşlanmadığın romanımın giriş kısmına verdiğim isim… Yüzde Hiç! Bir zerrenin ummandaki haykırışı kadar gerçekliği olan bir başlık bu Aliya’m…” Heh. Aliya’m diyeyim. “Sizin içinizdekilerin kağıda damlarkenki dönüşümü, bende olmayacak hislere kapı açıyor. Belki de bu kadar uzak durmanıza, aşkınızın çıldırtıcı gülüşüne sinir oluşunuzdur sebep. Yüzde hiç.. Hiç’in manası, neyi karşılar bilir misiniz?” Allahım… gene siz dedim. Yuh bana.
Kitaplar sapır sapır düşürken sahaf huysuzlanmaya başlayan atlar gibi bir o yana bir bu yana kafasını kaldırıyordu. Sonunda olan oldu ve sahaf hafifçe kaldırdığı gözlerinin ucuyla da olsa kitapların yerde olduğunu, emme basma tulumba gibi eğilip eğilip kalkan bu iki yeni aşıktan, anladı. Aşık mı dedim? Tüh bana ya. Bir hikayede merak unsuru nasıl devam ettirilir öğrenemedim. Alın öğrendiniz işte, kız da aşık oldu çocuğa. Ama kızlar öyle şıp diye aşık olmazlar. Çünkü seçici davranmada üstlerine yoktur. Hele bir de Aliya gibi… Aliya mı? Nasıl yani kızın adı Aliya mıydı? Neden şimdi durduk yere Aliya dedi kendi adına bu kız? Acaba hevesi kaçınca Güneş’i uyutup gidecek miydi? Bir de neden Göztepe’de oturuyorum dedi ki? Hem ne ara dedi bunları? Neden ben sonradan duyuyorum?. Bu hikayeyi yazan ben değil miyim ne oluyo burada?
“Bir karşılaşmanın hikayesi olacak bu. Karşılaşma! Hayatta uzun yollar yürürken herkes bir şekilde birileriyle karşılaşır. İşte bu hikayede de senle, yani karakterime senin adını verdim, benim karşılaşmam anlatılıyor. Bakalım bu öyküyü beğenecek misin? Beğenirsen Güneş’i tahlil ederken yan karakterlerimizden biri olan Nermin’i olaya dahil edeceğim. Romanın ikinci bölümü olan Sarı’da Nermin girecek hikayemize. Kırmızı hareketi, Sarı manayı, Beyaz arınmayı ve yeniden başlamayı, Yeşil ise içe çekilmeyi ve yüzleşmeyi anlatacak. Bahsetmiştim bir ara hatırlarsın zaten. En son bölüm ise Güneş’in Ölümü başlığında olup hakiki bir ölümden ziyade Güneş’in hangi hayal uğruna öldüğünü anlatacak. Nermin, Zümrüt ve Allah’ın arasında kalan Güneş’i… “Susmanın Rengi.” Sence hangi bölüm/renk kitabın bu manasını yakalayabilir?”
Sahaf adımlarını sıklaştırarak yaklaştı. Ve, müşteriyi kaybetmek istemeyen avm mağduru bir bakkal gibi, kızmakla kızmamak arası babacan bir yüz ifadesiyle baktı bir müddet. Sonra üçü de yerden aldığı kitapları hızlıca rafa koydular. Adam onları oradan uzaklaştırmak için sırtlarından, bellerinden, omuzlarından ve bilimum organlarına ara ara temas etmeye, kıza da fazla dokunmadan manyetik bir güçle itiyormuş gibi elini sırtına beş santim kala tutuyordu. Anladılar tabi. Biri şair diğeri öykü yazarı olma heveslisi bu gençler aptal değildi elbet. Şimdi şairi kız, öykücüyü de erkek sananlar var aranızda. Ama tam tersi. Kız sadece bir kaç kitap ismi not alıp içindeki şiirlerden sırf hava olsun diye hocalarına okutacağı öykülerinin başında kullanacaktı. Aynı öykü için üç beş tane şiir beğendi. Çünkü hocalarından biri muhafazakar diğeri komünist öteki de ulusalcıydı. Sözde, ideolojik sebeplerden ötürü bir araya gelemiyorlardı. İşte, kız da bunu fırsat bilip ne de olsa yazdığı öyküyle alakalı kafa kafaya verip konuşmayacaklarını bildiği için aynı öyküye; Necip Fazıl’dan, Nazım Hikmet’ten ve Can Yücel’den satırlar yazmak için not almıştı.
Güneş ise kızı görene kadar parasız olduğundan, sadece eser-isim oyunu oynuyordu.
Bu oyunun amacı buradan en fazla istifadeyle hangi eserin kime ait olduğunu öğrenmekti. Ne ki, sınıf öğretmenliği okuyan ve zamansız burslar alan biri için bu normaldi. Güneş’in her ayın onunda, yedisinde, bazen yirmi ikisinde gelen bursu bu ay, yirmidokuzu olmasına rağmen, gelmemişti. Bari geçen ayınkini birinde –ki hiç birinde bursunu göndermemişlerdi- göndermeselerdi ya.
Sahaf aldığı kitaplar için parasının üstünü kıza verirken yine de, gene gelir umuduyla, gülümsedi. Güneş, Aliya’nın ardından bakıyordu ki kapıyı açan Aliya-ki gerçek adını hikayenin sonunda söyleyeteceğim inşallah-rüzgarlı bir havada, yağmuru yüzüne bir kırbaç gibi şaklatan göğe bakmaya cesaret edemiyordu. Ama çıkması gerekti. Tekrar içeri girdi ve kapının arkasından dışarı doğru baktı. Az önce Güneş içeri girerken söylemeyi unuttuk ama orada bir simitçi vardı. Taş gibi donmuş, üzerine geçirdiği yağmurlukla olmayan müşteriye mersiye düzüyordu. Kafasını kaldıramıyor, ama simit tezgahı uçmasın diye sımsıkı ona sarılıyordu. Güneş, bunca beklemesini kendine yordu ve yanına gitti. Aliya kendine uzanan şemsiyeye bakıverdi önce. Sonra Güneş’i gördü. “Sağol” dedi titrek bir sesle. Ama Güneş hiçbir şey söylemeden şemsiyeyi ısrarla uzatıyordu. Aliya ellerini usulca uzatarak her romantik sahnede olması gereken gibi şemsiyeyi aldı. Kapıyı tam açtı, dışarı çıkacakken, Güneş birden koluna girdi. Bir ürperti hisseti Aliya. Ama “an” kadar duraksadıktan sonra yürümeye devam etti. Kolundaki Güneş olunca rüzgar biraz yol vermeye başlamıştı. Simitçi, tezgahı serbest bırakmaya hazırlanıyordu. Kafasını kaldırıp Güneş’le Aliya’yı gördü. “Martılara simit atarsınız belki” diyerek iki simit kakaladı bu serseri aşıklara. Zaten birazdan çingenenin biri de bunların yeni sevgili olduklarını, bu yağmurda yaşta kol kola, sırf romantizm olsun diye yürüdüklerinden anlayıp, havanın iyileşmesini beklerken oturduğu birahanenin kapısından dışarıyı gözlerken gördü. Koşup, yaklaşık on liralık çiçeği Güneş’e sattı. Tabi Güneş “keşke bu parayla demin kitap alsaydım da…” diyecekti ki “kız ne anlardı parasız olduğundan illa da çiçekte kalsaydı gözü, iyi mi olurdu” gibi şeyler geçince aklından sustu ve tebessüm etti. Teşekkür etti ayrıca Oğuz’a… Oğuz Atay’a yani. Az daha korsan basım olduğu belli olan o kitabı alacaktı ben size sahafta Aliya’yı anlatırken: Korkuyu Beklerken…
Güneş sahilde uzunca yürüdüklerini hissetti. 1999’un son ayıydı bu. Ama ne soğuk ne sıcak geçtiği belli olmayan bir ahenkle akıyordu zaman. Birazdan yağmur durduysa da şemsiyelerini indirmemeleri, tek tük dolanan midyecilerin ve simitçilerin dikkatinden kaçmadı. Bir tanesi hemen bir romantizm olsun diye kumru satmaya çalıştı. Ama Güneş Aliya’ya birşeyler söylemek için eğilince, simitçi öylece kalakaldı.
-İlkokulda geçen hafta staja başladım, dedikten sonra uzunca durdu. Bu boşluk utangaç bir kızın “eee…” dediği zamanın ta kendisiydi. Güneş anladı bunu ve devam etti.
-İkinci sınıflara derslere giriyorum bazen. Resim yaptırdım ilk girdiğimde. Bir insanı, kullandığı renkten tanıyabilirsin ancak. Renklerin aldattığını görmedim hiç. Çocukların hemem hemen hepsinin önünde sekizli, onlu kuru boyalar vardı. Ama hepsi ya kahverengi ya lacivert ya da siyahı kullandı. Bazısı hiç boya kullanmadan kurşun kalemiyle yaptı resmi.
-Birşeyler yazdırsaydın keşke, deyiverdi Aliya, nerden çıktığını bilmediği bir sesle. Ve birden içinden düşüneceğini umduğu bu sözleri söylemenin verdiği utançla…
-Bir çocuk bir harfde bir karakter gizliyorsa kesinlikle çokça onu kullanır. Ve kullandığı harf onun karakteridir, dedi Aliya.
-Ama hiçbirşey renk gibi olamaz. Şiir de bir renktir mesela. Nazım Hikmet kırmızı, Necip Fazıl yeşildir bence. Ama bazen aynı harfle, aynı kelimeyle-mesela ibadet mesela aşk mesela eylem mesela…- Komünizm de İslamiyet de Musevilik de… de … de ima edilebilir. Ama renkle?
-Evet, renk dedi Aliya, denizin en uzağına, kurşuninin laciverte evirildiği bu akşamüstüne hevesle bakarken. Ve hafif tebessüm ederek gözlerinin içine baktı. “Renk” dedi tekrar, kızıllaşan yanaklarına bakarken Güneş’in…
“Susmanın Rengi’ni yazdıkça içimde, antenini rüzgar ters çeviriyormuş gibi görüntü veren bir televizyon misali, kendine bakanları huzursuzlandıran bir hisse kapılıyorum. Acayip gidiyor romanın bu bölümü. Çok farklı bir üslup deniyorum. Bilmem okuyunca kafanız, aman kafan karışacak mı? Hem yazan kişi, yani ben, konuşuyorum hem de karakterlerim… Aslında biraz da parçalı bir kurgu hayal ettiğim için bölümlerde yeni şeyler deniyorum.
Son bir söz: beni reddetme Aliya’m! Sen bana siz dedikçe ben sana yakınlaşıyorum. Uzaklık isteyen mantığına, yakınlık emreden gönlün nasıl üstün geliyor anlayamadım. Hem benden büyük olman aşka mani mi değil mi bir tek bunu bileyim yeter bana.
Güneş…”
Uzayan Karşıyaka Kordonu boyunca Güneş ve Nermin her adımda biraz daha uzaklaşarak yürüyorlardı. Birden biz yorulup da durduğumuz yerden onlara gözümüzü kısarak-çünkü çok uzaktalardı şimdi-bakınca Nermin-evet gerçek adı buydu onun ve eğer bu aşk uzun sürmezse erkek kendine yapılan sahtekârlığı gururuna yediremediği için biter-bir şeyler söylemek için eğildi Güneş’in kulağına.
Vallahi bir yerden sonra bıraktım artık. Ne seslerini duyabiliyorum ne ne düşündüklerini anlayabiliyorum. Sözde ben yazıyorum bu hikayeyi ama… Nermin, Güneş’in kulağına eğilince bir şeyler söylediyse de biz duymadık. İlk gelen otobüse el etti Nermin. Bir kaç karışlık mesafeden el salladı Güneş’e. Otobüs boğuk bir sesle öksüre öksüre yola düştüğünde Güneş hala arkasından bakıyordu. Olduğum yerde çakılı kaldım ben. Güneş Karşıyaka tarafına doğru yürümeye başladı. Huzur mu vardı yoksa hüzün mü içinde, bilemedim. Birbirimize aykırı yönlere doğru yürümeye başladık çok sonra. Nermin’le bir daha görüşecekler mi duymadım. Ama bu uyuz yürüyüşü bir yerden hatırlarım: Zümrüt’e ihanet ettiğinin düşünen yürüyüştür bu. Zümrüt şimdi Güneş’i ne halde sanıyor, oysa Güneş ne halde…
Çok Sonraları Gelen Bir Mektup
“Susmanın rengi kurşunidir. Yağmur sustuğu anlarda, güneş saklandığında ya da herhangi bir zamanda… Kurşuniyi gören gözler susar ve çekilir kendi içerisine. Bence o bölüm Güneş’in Ölümü olmasın. Çok popülist olur ayrıca. Yazarın adı geçsin istemem romanın bölümünde. O kadar renklerin ve onların kurduğu psikolojinin etrafında dönen olaylardan sonra “Kurşuni” başlığıyla bir bölüm yazarsınız. Güneş’in Ölümünü yani…
Ayrıca “hiç” olan bir kuşun kudreti, hayatta kalma yüzdesi ve hergün akli melekelerinden yoksun bir sabinin hiçliğinin nimetinin derecesi ne kadarsa, size olan aşkım da o kadar. Yüzde Hiç yani! Nereden bakarsanız bakın. Yüzde Hiç’tir aslında “Hay” olan herşey. Rakamlar, hesaplar, planlar… bunlar devreye girerse, o zaman sahici olmaz beyan, gerçekler savrulur. Afaki düşünüşler sarar zihni. Siz iyisimi Yüzde Hiç’e kanaat edin. Sınırlarını ve sinirlerini sizin çizeceğiniz bir Hiç’lik… Bu, nerden bakarsanız bakın ye’se düşmemenin ve umut etmenin halidir.
Aliya…”
KIRMIZI
Yorulduklarında ve paraları olmadığında buraya gelip saatlerce bakınırlar. Bir kitap alır Güneş. Ya da hiçbirşey almadan selam verip çıkarlar. Zaten hava kararmış, Zümrüt’ün saat başı kalkan otobüsü geçmek üzere olur Karşıyaka’dan. Durağa giderler. Sarılırlar. Ayrılırlar. Tekrar başlar yalnızlıkları. Şu kadarcık bir zamandır aslında Güneş’in hayalleriyle ayrı kalışı. Sonra tekrar her yeri ve herşeyi kendi düşleriyle silip tekrar yerine yenilerini koyarak yürür ya otobüse biner ya da vapurun içindendir. Belki de hiçbir yerde olmadan bazı yerleri hayal ederek yaşar Güneş. Belki de az önce Zümrüt’le buluşmadan kendi kendine kurduğu hayaliyle gezinmiştir.
Uzun bir koridor gibi daralan yolun kenarında durup her iki yöne de bakındı. Arkasına. Önüne. Arkası daha yakındı. Uzak olan yerleri görmek, zoruna gidiyordu. Hatta, dönmeleri bu yüzdendi. Döndü ve yakın olanı seçti. Geriye doğru yürüyecekti. Yol mu? Yol uzun bile değildi. İşte varmıştı geriye. Geldiği nokta başladığı noktaydı. Aklına geldikçe hayal etme hissini şakakları hissedene kadar dizginlemeye çalışıyordu. “Romanı yazmamam gerek” dedi. Oturup bir köşeye, okumalıyım. Peyami. Pe…yami. pe…pey…pe…mi? Peyami. Sen nasıl yazdın bunları?
“Yukarıda yazılı metni, önceki gönderdiğim giriş denemesinin ardına ekleyerek – Kırmızı bölümünün son parağrafıdır bu- okuyup bana nasıl gittiğinin yazarsanız sevinirim.
Ayrıca artık sizi sevmiyorum demek istenci doğdu içerimde. Bakın, siz dedim. Artık siz ve ben sadece hayalin içinde bir yerdeyiz! Gözlerinizi hiç görmedim ama benim zihnimde aşık olduğum Aliya’nın gözleri ve bizzatihi kendisi çok güzel. O yüzden sizin cisminize değil zihnimde tüllenen aksinize aşığım. Şimdi sadece bana bir yazar gibi davranın ve beni tenkit edin. Yoksa sevin demiyorum artık. Yüzde Hiç… İşte hem bu durum hem de evvelki durumumuz Yüzde Hiç’tir. Bakmakla ve görmekle alakalı bir tabir olduğunu da ayrıca siz söylemiştiniz. Artık baktığım zaman ve zemin değişti.
Yüzde Hiç… Fani olanın faniye olan aşkının saadeti… İyi çalışmalar…
Güneş”
Üzerinde gönderenin de alanın da “Güneş Kalem” yazdığı zarfı cebinden çıkaran posta memuru Selim Bey, yarı açık kapıdan içeri seslendiyse etrafta ses seda yoktu. Bildiğimden değil ama hikayeler, ama böyle hikayeler, hep hüzünle biter. Postacı Selim, uzun bir bekleyişten sonra içeri girme kararı aldığında hissettim zaten birşeyler olduğunu. O, içeri girdiğinde Güneş’in tavanda asılı duran cesedini gördü. Kedi ölüsü gbi kokuyordu etraf. Mektubu oraya bırakarak usulca dışarı çıktı. Bilinmedik bir yerden, bir numaradan polisi aramalıydı. Emekliliğine üç ay kalmış bir posta memuruydu ne de olsa. Ben de bitirmeliyim bu hikayeyi ve sonuna yazmamalıyım adımı. Ne de olsa nişanlı ve üniversite okuyan bir adamım. Beş parsızım üstelik. Neme lazım. Hem gördüklerim değil zaten bu hikaye; duyduklarımın, içimdeki korku tahakkümüne isyan edişi. Sükut şimdi. Sükutun da aşkın da olasılığı aynıdır: Yüzde Hiç! Ve rengi, umut etmenin… Ve sükutun ve sevmenin…