Yalnızlık, Kedi ve Elma Reçeli*
Son zamanlarda etrafımdaki kişilerin iki nedenden hayıflandıklarını sıkça duyar oldum: Biri yalnızlık, diğeri ise bunu tam tersi; yalnız kalamamak. Seçici algıdan mıdır bilinmez; karşılaştığım metinlerin, özlü sözlerin, sessiz duruşların, bire bir iletişim kurmak yerine telefonla aşk yaşamanın peş peşe denk geldiği bu günlerde yalnızlık üzerine yazmamak olmazdı.
Hepimiz biliyoruz ki, şehirlerin aşırı kalabalıklaşmasıyla birlikte toplumsal yapıda bozulmalar ve toplum içinde ayrışmalar baş göstermiş, bu da insanları hızla bireyselleşmeye, çevrelerini küçültmeye itmiştir. Bilim adamları, çağımızda yaşanan bu durumun bireyi birçok rahatsızlıkla baş başa bıraktığını, hatta yalnızlık duygusunun kişiyi intihara kadar sürüklediğini belirtmektedir. Aslında yalnızlık kavramı toplumdan topluma değişen bir seyirde ilerlemekte. Örneğin, kalabalıklar içinde yaşamaya alışmış, etrafında ailenin toplandığı uzun yemek saatlerinin hayatımızdan belki yeni yeni eksildiği, komşuluk ilişkilerinin ve insani ilişkilerin hâlâ yaşandığı biz Akdeniz toplumları için yalnızlık, negatif bir etkiyi çağrıştırır. Batı toplumlarındaysa bunun tam tersi; kendi kendine yetebilme, özgürlüğünü kazanma, bağımsız olma gibi birey olabilmenin getirdiği olumlu kavramlarla kendini gösterir.
İnsan, doğası gereği sosyal bir varlıktır. Birey, doğuştan itibaren topluma olan üyeliğini kazanmada belli aşamalardan geçerek kendinden beklenen uygun kurallar ve hareketlerden haberdar olur. Sosyalleşme, bireyin yalnızca çocukluğuna ait bir süreç olmayıp, yaşam boyu devam eder. Topluma kazandırılma, toplum içinde var olabilme, birey için önemli bir olgudur. Bu nedenledir ki geçmiş çağlarda kişinin cezalandırılması, toplum dışına itilmesiyle gerçekleşmiştir. Bugün bile mahalle baskısı, sosyal baskı dediğimiz yaptırımlar; toplum dışına itilmek ya da içselleştirilmekle ilgilidir. Ancak, birçok bilim dalının konusu olan ve şimdilerde kitle iletişim araçlarıyla daha da körüklenen yalnızlık hep bu kadar kötü müdür?
Sanat dünyasına bakıldığında en büyük eserlerin yalnızlık ve mutsuzluk sonucu ortaya çıkmış olduğunu görmek olası. Yaratım içine giren, dünya işleyişinin aksaklıklarını gören, insan psikolojisinin derinine inebilen ve toplumu, topluma geri yansıtabilen sanatçı kişiliklerin yaratım dünyasında yalnızlık bir olumsuzluk değil, mecburi bir ihtiyaç halini almaktadır. Yalnızca bu da değil… Bir roman okurken, film izlerken, resim yaparken ya da bir enstrümanla ilgilenirken birey, yalnız gibi görülse de sanat eseriyle iletişim kurmakta ve kendi iç dünyasını daha iyi duyumsayabilmektedir. Buna rağmen, cep telefonu, televizyon, bilgisayar kullanımının yaygınlaşmasıyla beraber hem bireyin kişilerarası iletişiminin boyutu değişmiş, hem de yalnızken yaptığı etkinliklerin sayısı oldukça azalmıştır. İnternete bağımlı hale geldiğimiz modern dünyada böylelikle insanlar kendilerini daha yalnız hissetmeye başlamış ve kendilerini, sayısız kişilerden oluşmuş sanal kalabalıklarda narsistik eğilimleriyle baş başa bulmuşlardır.
Yüzümüzü kendimize döndüğümüzde aslında hepimiz böyleyiz. İçinde yaşadığımız hayat koşullarında bunlardan tümüyle sıyrılmak belki çok olası görünmüyor, ancak ilişkimizi sınırlandırmak ve internet bağımlısı olmamak mümkün. Her gün yoğun çalışma saatlerinin ardından eve yorgun argın gelip rutin işleri tamamladıktan sonra belki televizyon karşısına, belki bilgisayar karşısına kurulmak yerine Roş Aşana’da bir kez olsun kedimle yalnızlığın tadını çıkardım. Şehrin gürültüsünü dinlemek pek eğlenceli olmasa da ve geç bir saat olması nedeniyle kimseye konuk olarak gidemeyecek olsam da telefon konuşmalarını bitirip tarçınlı elma reçeli kaşıklamak da güzeldi. Üstelik bunu yaparken kedinin, elma reçelinin ve kendimin fotoğrafını çekip sosyal paylaşım ortamlarına bile koymadım! Herkese güzel bir yıl dilerim…
Shana Tova!