Bir Sokak Lambasıyım*
Yanağımda gezdirdiğim namluyu yavaşça indirdim. Pencerenin kenarından odanın içine işgale gelen sokak lambasının ışığı sızmaya çalışsa, belki de rahatsız etmeyecekti beni ve zevkle intihar edecektim. Şundan beş yıl öncesine kadar subaylara beylik silahı olarak verilen Beratta marka tabancayı sehpanın üzerine bıraktım. Ellerimi koltuğun kenarına bastırıp ayağa kalktım.
Koltuğun minderi yavaş yavaş geri şişmeye başlarken, ben de üzerimden yüzlerce karasineğin kalktığını hissetmiştim.
Kapıyı çalmadan içeri giren adam kardeşiydi. Kardeşinin gözleri, önce abisini süzmüş ve ardından sehpanın üzerindeki silaha takılı kalmıştı. Daha önce aklından geçen kötü şeylerin gerçekleşmek üzere olduğunun farkına varınca, aklına bir şeyler gelmiş olacak ki, abisinin yanına gideceğine koltuğa oturuverdi.
Abi ışığı kesmek için pencereye yöneldi. Tek ayağı seke seke pencerenin kenarına vardı. Yerlere değen kalın perdeyi tutup beni tam evin içinden kovacakken, sol eli masanın üzerindeki resme çarptı. Eğilip resmi kaldırdı. Bir aile fotoğrafı; şuan konuşmadığı babası hemen sağında, bugünlerde konuşmaya başladığı annesi ise hemen solundaydı. Kendini iyi hisseder bir hali vardı. İyi anılar gelmiş olmalı herhalde aklına. Resmi yerine koyarken, akşam elmayı böldüğü meyve bıçağını düşürdü bu sefer yere. Bu adam ya gerçekten sakar, ya da şu yarım bıraktığı işi tamamlamak gibi bir niyeti yoktu. Elinde tuttuğu bıçağı, daha bir ay önce “en yakın arkadaşım” dediği kişi gözümün önünde saplamıştı bacağına ve ömür boyu topal kalacaktı.
Pantolonunun üstünden bıçağın ucunu yarasında gezdirmeye başlayınca korktum. İçimden biran önce gidip yanına “Abi yeter artık! Biz insanız insan, kuş değil! Bunu sen de biliyorsun.” demek geçse de, aklına iyi şeyler gelen adam gülümsemesiyle, abimin dudaklarının kenarında oluşan dere yataklarını görmek bana iyi gelmişti ve sessizce geçip; minderi, butik otellerde odanın köşesine konan berjer koltuğun yıllanmış minderi kadar eski olmayan, zımbaları küfsüz koltuğa oturdum. Abim iyiki görmedi diye içimden geçirirken “Seninle derdimiz ne biliyor musun?” demesi bizi göz göze getirmeye yetti de arttı bile.
“Evet biliyorum. Seninle derdimiz şu abi; anlaşamıyoruz. Planlayarak bir adamın evine girmiş, adamı elektrikli testereyle ikiye bölmüş, eve girmek için küçük bloknotlardaki çizimler göt cebinde bulunmuş ve bütün bunların üstüne, bu canavarlıkları yapmış kişinin yaşının henüz on üç on dört oluşu da eklenmişse, mahkemedeki yargılamanın nasıl olacağını bilmiyorum. Benim bunu bilmediğim gibi mahkeme heyeti de, bu çocuğun eve girdikten sonra öldürme eyleminden vazgeçtiğini, geri çıkarken ölen şahıs tarafından yakalanıp elektrikli testereyle canavarca öldürülecekken, kendini müdafaa amacıyla giriştiği arbede neticesinde karşı tarafın kendi elinde bulunan testerenin üstüne düşüp ikiye bölündüğünü bilmiyor. Bunu sadece çocuk biliyor.” Bir nefes alıp devam etti. “Bütün bunlar için önce benim bir avukatla görüşmem ve böyle örnek bir dava da varsa onu araştırmam lazım. Anlayacağın bana çok şey lazım. Ne zaman bu kadar düşünceli oldum anlayamıyorum. Sanki bu kadar düşünceli olmak hayal gücümü öldürüyormuş gibi geliyor bana. Bu sorunun cevabını sanırım romanım tam anlamıyla bitince cevaplayacağım. Bilirsin ben safımdır ve ben bu kadar safken düşünmek niye anlamaya çalışıyorum. Fark ettim ki düşünerek yazdıklarım beni daha bir yazar gibi hissettiriyor.” dedi küçük kardeş. Perdeyi biraz çekse de odanın ortasında sağ yanağına değdiğim abinin konuşmasını duyabiliyordum. “Yaz işte, nasıl yazarsan yaz. Saf da olsan düşünceli de olsan yaz. Özü yazmak değil mi sonuçta? Sen yaz, yaz, yaz! Yap şunu! Hiçbir şey yazamıyorsan, kendinle konuştuklarını yaz. Tutma kendini, özgür bırak şu beynini, izin verme parmaklıklara, prangalara, savur kendini dünyanın taşıyla toprağıyla, inşa et, hayal et, kur, uydur, bildiğini bazen süsle, bazen öylece esnaf halinle söyle, ne olacağını, nasıl olacağını, nereye gideceğini bildiğin bir yazma hikâyen olmasın. Tek bir hikâyemiz var bizim, bunu sen de biliyorsun. Sen, sadece yazmak istiyorsun.” derken kardeşi söze girdi. “İşte bu korkutuyor beni anlatabiliyor muyum?” kaldığı yerden devam etmek isteyen abi, odanın ortasından kardeşine doğru bir adım daha attı. “Evet anlıyorum. Zaten benimde demek istediğim bu. Bak yazmak istediğin zaman yazabiliyorsun. Yaz, sadece yaz. Yazmaktan vazgeçme. Vazgeçmek senin utancın olsun, borcunu ödeyemediğin bir adamdan tekrar borç isteyecek kadar seni üzsün. Satırlarına dokundurmadığın her mürekkep kanından damlasın. Romanın senin eserin, çocuğun, bebeğin… Öyle bir yaz ki büyütebilesin. Taparcasına yaz ama yazdıklarına tapma, yazmaya tap. Yaz kardeşim benim yaz… Niye duruyorsun!” der demez kardeşin abisine doğru bir adım attığını gördüm ve sinirli bir şekilde “Bak abi senin şu beylik laflarını hiç sevmiyorum ve ayrıca ben tapmak falan istemiyorum. Sen uçmamı söylediğin zaman ben kanatlarım var mı ona bakıyorum. Ben sadece romancı olmak istiyorum. Evet, uçmaya inanıyorum ancak buna Hezârfen gibi inanıyorum. İşte seninle anlaşamadığımız yer bu. Kanatlar olmadan uçamayız. Abi seninle bir anlaşma yapalım. İkimizde yazmayı çok seviyoruz. Gel bunun adını koyalım. Ben seni uçurayım, sen de bana kanat yap. Birbirimize öğretelim bu işi. Yoksa çakılırız… Çok severek yaptığımız bir işimiz olsun. Yaptığımız iş roman yazmak, işin adı da romancı olsun… Lütfen abi.” derken sesinin yumuşamış tonu odayı doldurdu ve devam etti. “Babamla altı aydır konuşmuyorsun, annemle zaten yeni konuşmaya başladın, kadıncağız içeride, kaç aydan sonra ilk defa evine gelmiş, az önce fotoğrafa bakarken yüzündeki gülümsemeyi gördüm. Bak! Vargas Llosa kurmaca hakkında ne diyor biliyor musun ki sen kesin biliyorsundur; ‘Kurmacalar, yazarın hafızasında iz bırakıp yaratıcılığını harekete geçiren kimi anıların, kişilerin ve olayların hayal gücüyle işlenmesinin ürünü yapılardır.’ Nasıl güzel dememiş mi? Abi, yazdıklarının gerçekçi olması demek, en iyi arkadaşı tarafından meyve bıçağı ile bıçaklanan bir adamın ne hissettiğini anlayayım diyerekten, kendini en iyi arkadaşına bıçaklatmak değildir. Adamın ancak sevgilisini becerdiğin zaman böyle bir şey yapabileceğini bilip, gidip sevgilisini becermek değildir. Hem de adamın kendi yatağında. İşte böyle topal kalırsın ki az önce, bıçağı bacağında gezdirirken gördüm seni, kızgın değildin, aksine çok huzurluydun… Kendine biraz öfkelensen iyi edersin. İçeriye giren ışıkları, hatta şu ışığın kaynağı sokak lambasını bile konuşturabilirsin” derken eliyle beni işaret etti. “Lütfen abi şu babamın silahını bir daha çıkarma ortaya. Ölü bir adamın neler hissettiğini yazman için ölmemen lazım.” diyerek sehpanın üzerindeki silahı alıp beline soktu. Sanırım onları dinlediğimi anlamışlardı.
“Tamam anlaştık. Sevdim bu ismi. Tamam, romancı olacağız. Yalnız şu beylik laflar için söz veremem” derken annem kapıyı çaldı. “Yeter artık bizi yazıp durmayın, rezil olduk elaleme. Kesin şunu, doğrusunu yazsanız neyse, olmayan şeyleri yazıp duruyorsunuz. Hadi babanız sofrada sizi bekliyor.” diye her zamanki fırçasını attı. Zil çaldı. Perdeyi çekip kardeşimle birlikte odadan çıktık.
Bakın, en yakın arkadaşları da sevgilisiyle apartmanın kapısından girmek üzere.