Türk Sinemasının 100.(?) Yılı*
Yunancada ırk, millet anlamlarına gelen ethnos kelimesinden türeyen etnisite, hangi devlet için olursa olsun, ulusun temelini oluşturur. Bu bağlamda etnisite, kendine özgü ortak bir tarihi ve kültürü içinde barındıran, sınırları belirlenmiş bir coğrafyada yaşayan etnik bir grup olarak tanımlanabilir. Ancak bununla beraber etnisitenin, kimliğin yeniden oluşumu için tekrarlanarak üretilmesi gerekmektedir. Bu aşamada sağlam bir tarih bilinci oluşturmak, kolektif algının oluşması için en gerekli öğelerden biri olur. Dolayısıyla ulusal bilinç ve ulusal kimlik kavramları, yeniden kurgulanarak tarih yazımında yerini alır.
Fransız İhtilali’yle beraber ulus-devletler 19. yüzyılda ortaya çıkmaya başlamış ve ulusallaşma çabalarıyla yeni bir tarih yazını da büyük imparatorluklardan ayrılan ülkelerle beraber vücuda gelmiştir. Tarih eğitimine oldukça önem veren ulus- devletlerde yazın, kral, padişah veya varislerin ekseninden çıkartılıp ulusların, halkların ve kurucuların hikâyelerine kaymış; millet, özgürlük, bağımsızlık, ulusal kökenler ve bağımsızlık uğruna verilen savaşlar ön plana geçirilmiştir. Ulusallaşma hareketleriyle beraber tarih eğitimi gelişmiş; okullarda ulusal geçmiş kolektif hafızaya yerleştirilmeye çalışılmış ve akademik çevrelerde tarih, bir disiplin olarak belirmeye başlamıştır. Bu sürecin sonunda ulusçuluk akımı ve tarih yazımı arasında sarsılmaz bir bağ kurulmuştur.
Gizli bir cemiyet olarak tarih sahnesinde yer alan, meşrutiyet yönetimini halkçı bir devrim ile gerçekleştiren İttihat ve Terakki, iktidarı ele geçirdikten sonra Osmanlı çatısından vazgeçmese de kimi zaman azınlıklar ile çatışmalar yaşamış ve zaman içerisinde Türk kimliğinin bir üst kimlik olarak ön plana çıkmasına dair çalışmalar yapmıştır. Bünyesinde birçok etnik grup barındıran Osmanlı İmparatorluğu’nun yıkılışını engellemek adına birçok kavram ortaya atılmış (Siyasi İslam, Siyasi Osmanlıcılık gibi), hızla baş gösteren ayaklanmalar ve ulusların bağımsızlık mücadeleleri gibi nedenler ‘Türkçülüğün’ artmasına sebep olmuştur. Balkan Savaşları’nın ardından Türkçülük akımına daha çok sahip çıkmaya başlayan İttihatçı subaylar, Kurtuluş Savaşı kazanıldıktan sonra yeni Türkiye’nin tarih yazımında da aktif rol oynamışlardır. Türk tarih yazımında olduğu gibi, genel olarak bakıldığında da ulusal tarihler, ulus kimliğini inşa etmek için tasarlanmaktadırlar. Böylelikle bireylerin, aidiyetlerini belirlemeleri ve ait oldukları topluluğun diğer üyeleriyle dil, kültür, ülkü ve hatta din çerçevesinde birlik oluşturmaları sağlanır. Bu yüzden ulusal tarih yazımında gerçek belgelere dayanan bilgiler olabileceği gibi objektif olmayan verilere de sıkça rastlamak mümkündür.
Ulusal tarih yazımında herhangi bir belge olmaksızın kabul edilen veya bir başka deyişle efsanelere dayanan detaylardan birini de Türk Sineması’nın 100. yılını kutladığımız 2014 yılında yaşamaktayız. Sinemamızın başlangıcı olarak kabul edilen belge film niteliğindeki ‘Aya Stefanos’taki Bir Rus Abidesinin Hedmi’nin Türk subayı Fuat Uzkınay tarafından kameraya alınmasının üzerinden yüz yıl geçti. Sinemanın Osmanlı’ya girişi ilk etapta sinematograf gösterisi salonları eşliğinde gerçekleşmiş, genel olarak yabancı ülkelerdeki girişimcilerin elinde kalmıştır. Fransız Pathe Şirketi’nin Osmanlı temsilcisi, Sigmund Weinberg’in de yardımlarıyla Tepebaşı’nda ilk modern sinema salonunu kurar ve böylelikle 1908 yılında Pathe Kardeşler Sineması açılır. Meşrutiyetin de ilanıyla ilk başta kimi kesimler tarafından ‘şeytan icadı’ olarak karşılanan sinema, çok geçmeden halk arasında yayılır. Öyle ki çocukların eğlenmesi için sarayda gösterilen filmler, padişahın (II. Abdülhamit) emriyle dünyadan haberler almak, diğer ülkelerdeki gelişmeleri takip etmek amacıyla farklı bir kimliğe bürünür. Sinematograf gösterileri böylelikle kısa sürede Selanik, İstanbul ve İzmir’le kısıtlı kalmayıp Anadolu’nun içlerine de girmeyi başarır.
Sinemanın seyirlik bir eğlence niteliğinden sıyrılıp propaganda etkisinin kavranması da bu dönemlere denk gelmiştir. Balkanlarda yaşanan bağımsızlık hareketleri neticesinde Osmanlı’yı kötüleyen filmlerin gösterilmesi yönetimin, sinema ile uğraşanların imparatorlukta film gösterimlerini ve ülkeye girmelerini oldukça zorlaştıran sinema nizamnamesi yayınlamasını beraberinde getirmiş ve maddi olarak yüklü bir bedel ödeyebilenlere bu hakkı tanımıştır.
Bugün ilk Türk filmi kabul edilen Aya Stefanos’taki Bir Rus Abidesi’nin Yıkılışı (14 Kasım 1914), İttihat ve Terakki’nin bugün Edirne, Ayasuluk’ta bulunan ve 1877-78 Osmanlı-Rus Savaşı’nda Rusya’nın zafer göstergesi olarak yaptırdığı anıtı yıktırma kararını almasının ardından bunun kayıt altına alınması için yedek subay Fuat Uzkınay’a görev verilmesiyle başlar. Ekipman konusunda Avusturya-Macaristan İmparatorluğu’ndaki Sascha Gesellschaft şirketiyle anlaşma yapılır ve Uzkınay’ın kamera tecrübesi olmamasına karşın şirket yetkililerinin yol göstericiliğiyle ulusal tarih yazınında yer alan 300 metrelik filmin ortaya çıktığı belirtilir. Filmin, 1915 yılında kurulan Merkez Ordu Sinema Dairesi’nin 1918’de savaşın yenilgisiyle sonlanmasının ardından Ankara’ya, Merkez Ordu Foto Film Dairesi adı altında taşınması esnasında diğer filmlere karışarak kaybolduğu belirtilmektedir. Böylelikle Türk sinemasının ilk filmi olarak değer atfedilen Aya Stefanos’taki Bir Rus Abidesinin Yıkılışı’nı, günümüze ulaşan bilgiler çerçevesinde izleyen kimsenin olmaması şaşırtıcıdır.
Oysa belgeleriyle, kanıtlarıyla var olan ve aynı Uzkınay gibi Osmanlı mensubu olan Manakis Kardeşler, 100. yıl tartışmalarıyla beraber henüz gündeme gelebilmişlerdir. Karakter olarak birbirlerinden çok farklı oldukları belirtilen Yanaki (1878-1954) ve Milton (1880-1964) kardeşler, Osmanlı İmparatorluğu’nda film yapım çalışmalarını ilk başlatan kişilerdir. 1904 yılında ailelerinin Manastır’a taşınmaları sonucu daha önce öğrendikleri fotoğrafı meslek haline getiren ve burada da fotoğraf atölyesi açan kardeşler, fotoğraf konusunda kendilerini geliştirmek amacıyla çıktıkları yolculuklardan birinde kamera satın almışlar ve büyükanneleri Despina’yı yün eğirirken kaydetmişlerdir. Dolayısıyla 1907’de kaydettikleri ve belge niteliği taşıyan ‘Yün Eğiren Kadınlar’, Türk sinemasının ilk filmi olmaktadır. Manaki Kardeşler, çektikleri fotoğrafların altına kendi isimlerinin yanı sıra Türkiye ismini de yazmışlar, 1908 yılında Selanik’te İttihatçı subayların yönetime karşı yapacakları müdahale için yapılan hazırlıklar çerçevesinde aktüel filmler çekmişler (bunların içinden belki de en ilgi çekici olanı ‘Türklerin Özgürlük Üzerine Söylemleri’ filmidir, 35 mm formatındadır), Jön Türklerin çalışmalarını belgelemişler ve padişahın 1911’deki Rumeli seyahatini veya şehirlerdeki gündelik yaşamı kayıt altına almışlardır.
Yanaki 1954’de Selanik’te, Milton ise 1964’te Manastır’da vefat eder. Milton, bütün yaşamını ölmeden önce şu şekilde ifade etmiştir: “Halkıma, Bitolalılara ve hiç yalan söylemeyen kamerama bağlı kaldım.”
Manakis Kardeşler’e bütün Balkan ülkeleri sahip çıkmaktadır. Öyle ki, Yunan yönetmen Theodor Angelopoulos, ‘Ulis’in Bakışı’ filminde Manakis Kardeşler’in izindeki bir kahramanın arayışını tasvir eder.
Kimilerine göre Makedon, kimilerine göreyse Yunan sayılan Manakis Kardeşlerin eserleri bugün Üsküp’te Makedonya Film Arşivi’nde korunmaktadır. Hangi etnik gruptan gelirlerse gelsinler, o zamanın Osmanlı tebaasından olan Manakis Kardeşler’in eserleri bugün Türk sinemasının başlangıcı sayılmalı ve yeni bir tarih yazını oluşturulmalıdır. Açık açık belirtildiği gibi bir anıtın yıkılışını belgelemenin ‘bir Türk subayına’ yaraşır olması ve ulusal tarihte bugün piyasada olmayan, belki de hiç var olmamış olan bir filmi konuşmak Cumhuriyet tarihinde bazı satırların yeniden gözden geçirilmesi gerektiğini düşündürmektedir. Yalnızca sinema için değil, kanıtlarla ve belgelerle ortaya konan sağlam bir ulus anlayışı oluşturmanın da tek yolu budur.