Söyleşi: Ahmet Say

Söyleşi: Ahmet Say*

Çocuk ve Sanat dosyamız çerçevesinde müzik deyince akla gelen ülke aydınlarından Ahmet Say ile Çocuk ve Müzik temalı bir söyleşi gerçekleştirdik. Ülkenin kırsal bölgelerinde müzik eğitmenliği yapmış buralarda korolar ve dans toplulukları kurmuş olan Say, eğitimdeki eşitsizlikten, 4+4+4’ün çocuklardan çaldıklarından ve bilinçsizlikten de şikayetçi. ‘‘Ne yapmalı?’’ sorusunun cevabının kovalandığı hoş, sohbet havasında geçen söyleşimizle sizleri baş başa bırakıyoruz. İyi okumalar…

Müzik eleştirmeni ve eğitimcisi olarak günümüz koşulları düşünüldüğünde, çocukların müzik ve sanatla etkileşiminde ne gibi farklılıklar görüyorsunuz? Sistem ve zihniyet, çocukların dünyasını hangi ölçüde bozdu?

Bilindiği gibi, günümüz eğitim anlayışının zihniyeti ve sistemi, müzik ve resim sanatlarına kötü gözle bakıyor. Oysa müzik ve resim sanatları, çocukların  kendini ifade etmesinin en doğal biçimidir. Şarkı söylemek ve resim yapmak, “çocuk hakları”nın başında gelir. Bu hak, okullarda çocukların elinden alınmış görünüyor: “4+4+4” denen eğitim sürecinde, müzik ve resim dersleri yalnızca ilk dört yıllık dönemde var. O da haftada iki saatten bir saate indirilmiş durumda. Şarkı söylemeyen, resim yapmayan çocuk, kendi iç dünyasına kapatılmış demektir. “Çocuk dünyası”nın kimyasını bozmak anlamına gelir bu.

Kolejlere gidebilen çocuklar, müzik ve resim konusunda daha şanslı görünüyor. Bu durum, eğitimde eşitsizliği getirmiyor mu?

Tabii ki getiriyor. Kolejleri geçelim, yurdumuzda öteden beri, kırsal kesimle kentlerdeki eğitimin düzeyi arasında eşitsizlik vardır. Söz konusu eşitsizlik, Köy Enstitüsü gibi, bütün dünyanın hayran kaldığı çağdaş bir eğitim sistemiyle giderilebilirdi. Buna izin verilmedi ve enstitüler kapatıldı.

Azizm ekibinin büyük bir bölümü, öğrenci olduğu yıllar boyunca müzik eğitimi alamadı. Çoktan seçmeli sınavlar için yuvarlak doldurmakla geçen yılların ardından kayıplarımız daha da belirginleşiyor ve ister istemez klişe bir soru çıkıyor ortaya: Çocuklar için müzik eğitimi neden önemlidir?

Çocuklar, yaratıcılığa uzanan yeteneklerini geliştirmeye, düş gücünü de kullanarak öğrenimin ilk yıllarında ağırlık verir. İzleyen yıllarda müzik, insan hayatının her evresinde insanı saran, insanla iç içe olan bir olgudur. Müziksiz insan, müziksiz toplum yoktur. Müzik, insanoğluna kendini tanıma, kendini  ifade etme, kendini gerçekleştirme, hatta kendini aşma olanaklarını verir. Müzik derslerinde uygulanan toplu şarkı söyleme ise insandaki dayanışma bilincinin etkili   bir   uygulamasıdır.   Çünkü   toplu   şarkı   söyleme   sırasında  duyguların paylaşımı, insan dayanışmasının yükseltilmesi anlamındadır. Biz buna “müzikal kafadarlık” diyoruz.

Çocuklarımız, hem müzik hem söz açısından yoz şarkılar dinliyorlar. Çocuk şarkıları konusunda aileler de bilinçli değil. Ne yapmalı?

Her konuda olduğu gibi, bu konuda da bilinçsiz anne ve babalardan hayır gelmez. Okullardaki “genel müzik eğitimi”, aynı zamanda bu tür eksikleri gidermek için konmuştur. Sırası gelmişken okurlara müzik eğitiminin üç temel türünü belirteyim: Okullarda uygulanan müzik eğitimine “Genel müzik eğitimi” denir. Konservatuvarlar ve benzeri müzik okullarındaki eğitime “Profesyonel müzik eğitimi”; kurumlarda, işyerlerinde örgütlenen müzikseverlerin uyguladığı eğitime ise “Amatör müzik eğitimi” denir. Toplumda bu üç müzik eğitimi türünün ayrı ve önemli yeri vardır. Gelişkin ülkelerdeki “Amatör müzik eğitimi”, geniş boyutlar kazanmıştır. Bireysel doyum ve toplumsal dayanışma açısından, kitleleri kucaklayan “Amatör müzik eğitimi” sayesinde artık “müzik otobüsü”nü kaçıran pek yoktur. “Ne yapmalı?” sorunuz karşılığında, bu üç müzik eğitimi türünün bilinçle uygulanması gerekir. Ülkemizde günümüzdeki koşullar buna uygun olmasa bile…

Cumhuriyetin kuruluş döneminde, aydınlanmanın bir öğesi olan müzik sanatının çağdaş yönde bir sıçramaya yöneldiğini görüyoruz. “Türk müzik inkılâbı” denen bu hareketin tam anlamıyla başarı kazandığını söyleyebilir miyiz?

Türk müzik inkılâbı”, Avrupa’da Rönesans’tan başlayarak çoksesli müziğin katettiği yolu kestirme yoldan alabilmek için düşünülmüş bir iyi niyettir. Oysa toplumun sınıfsal yapısı buna uygun değilse inkılâbın başarı şansı  bütün toplumu kapsayamaz. Türkiye’de asıl aydınlatılması gereken sınıf ve tabakalar, “müzik inkılâbı”na uzak durmuştur. Buna karşılık, yalnızca Avrupa müzik kültürünün gelişim çizgisine yakınlık gösteren küçük bir aydınlanmış çevre, bu inkılâbı benimsemiş, uygulamasına yardımcı olmuştur. Sonuçta şu gelişimler yaşanmıştır: Okullardaki “Gınâ” dersleri yerine çağdaş anlamda müzik dersleri konmuş, konservatuvarlar, müzik öğretmenliği eğitimi, senfoni orkestrası, opera-bale kurumları, devlet tiyatroları, yoktan var edilmiştir. Günümüzdeki gerici anlayışa bakarak söz konusu inkılâbı küçümseyemeyiz.

Evet, TÜSAK Yasası ile bütün bu kurumların kapatılması öngörülüyor şimdi. Buna ne dersiniz?

TÜSAK Yasası, ülkemizdeki bütün devlet müzik ve sahne sanatları kurumlarının kapatılmasını öngörüyor. Devlet Tiyatroları’nın 22 ilimizde bulunan 40 dolayındaki sahnesi; Devlet Opera ve Balesi’nin Ankara, İstanbul, İzmir, Antalya, Mersin ve Samsun’daki 6 birimi; ayrıca, Ankara, İstanbul, İzmir, Adana, Antalya ve Bursa’da konserler veren 6 devlet senfoni orkestramız… Bu kurumların kapatılması, sahne sanatları ve müzikte Cumhuriyet öncesi döneme geçmek demektir.

Peki, bu sanat kurumlarında görev yapan binlerce sanatçı ne olacak?

Yasa taslağından anlaşıldığına göre, kıdemli sanatçılar emekli edilecek, ötekilerse illerdeki kültür müdürlüklerinde istihdam edilerek hiçbir işten anlamaz kâtip ya da bekçi konumuna getirilecek. Ya da bu sanatçılara “Sen git evde dinlen!” denecek. Ben öyle görüyorum…

Gericilik, klasik müziği ısrarla “seçkinlerin müziği” olarak gösteriyor ve bu görüşte olanlarla sermaye flört ediyor. Sizce bu ikili tehlikeye karşı nasıl bir direnç oluşturulabilir?

Çoksesli müzik kültürünün, “seçkinlerin müziği” olmadığını göstererek direnç oluşturulabilir. Bir örnek vereyim: Oğlum Fazıl Say, Uluslararası Antalya Piyano Festivali’nin sanat yönetmeni olduğu 14 yılda, Antalya’nın çoğunlukla gecekondu mahallelerini barındıran Kepez’de, binlerce kişi alan dev bir çadırda konserler veriyordu ve buranın halkından geniş ilgi görüyordu. Birkaç ay önce  ise Kayseri’nin Sarıoğlan ilçesine bağlı Karaözü köyünde, şan sanatçısı Serenad Bağcan’la bir konser verdi. Daha açık bir deyişle söyleyeyim: Serenad’ın söylediği şarkılara Fazıl piyanosuyla eşlik etti. Üç bin kişi geldi bu konsere. Ben de oradaydım. Köy meydanında halkın büyük bir sevgi ve saygıyla dinlediği bu konserden sonra Fazıl, basından gelenlere şöyle dedi: “Bundan sonra köylerde de konser vereceğim!

Bu örnek, bazı şeylerin yapılabileceğini, olabileceğini gösteriyor. Söyleşimizle Azizm’e destek olduğunuz için size teşekkür ederiz.

Azizm gibi ileri insanlıktan yana bir dergiye destek olmak görevimdir. Ben de size teşekkür ederim.

Gökay Korkmaz

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatederginisan2015

Bunu paylaş: