Büyücü Kız – Serhat Başeğmez

Büyücü Kız*

Haziran’a

Bir adım daha attı. Hiçbir izne tabi olmayan bu yürüyüşe karşı koyacak herhangi bir bahane bulmak, şuursuzca olduğu kadar pervasızca da bir hareket olurdu. Polis olmak istedim karşısında; gaz sıkan, cop savuran bir polis. Zaman gibiydi; bir saatin akrebi ya da yelkovanı olsa pilini çıkartıp tüm yürüyüşünü engellerdim. Ama güneş gibi batıyor, ay gibi doğuyordu. Ben, müdahale edemiyordum. Bir adım daha attı. Yüzünde gram makyaj olmadığını kaşlarının kalınlığından anladım. Makyaj olsaydı şayet, dikkatimi ilk o dolgun dudakları çekerdi. Rujunun rengi eminim kırmızı olurdu. Elbisesinin rengi de… Kadın rengi… Bir kere öpmeliyim, sadece bir kere. Zehirli o dudaklar, zehirli! Bir kere öpersem hep isterim. Bilirim ben kendimi. Ah elimde olsaydı da gaza boğsaydım ortalığı; o zaman mecbur takacaktı maskesini. Rujmuş, allıkmış, dişleri ip gibiymiş; ne önemi var? Ya gözleri?

Bir adım daha attı.

Haziran güneşi kızartmıştı elmacık kemiklerini, öyle allık falan yoktu. Kıvırcık saçlarını geriye doğru atarken gördüm küçük kulaklarını. Küpe de takmamıştı. Saçlarını kulaklarının arkasına geçiren parmakları su gibiydi. Güneşe doğru kaldırdı hafiften başını, gözlerini kısıp dudaklarını yaladı, yutkundu; ben de baktım aynı yöne; güneşe. Gözlerim kamaşmıştı. Bir adım daha attığını yarı bulanık  halde fark ettim. Yok yok! Bu adımlara izin vermemeli. Gaz fişeğini kafasında paralamak, aylarca komaya sokup öldürmek lazım. Ancak ne mümkün! Bir adım daha attı. Çantasının askılarını çekiştirdi boynuna doğru… O an anladım; artık özgürüm.

Yüzü bana dönük, koca mavi gözleriyle geldi oturdu karşımdaki masaya.

  • Bir tane daha?
  • Evet

Garson aradan çekildiğinde göz göze geldik. Onun gibi hemen ben de kaçırdım gözlerimi. O an için uzun sayılacak bir süre boyunca yüzüne bakmadım. Tekrar bakıncaya kadar kafamdan türlü tanışma planları geçti. “Nasıl yapmalı, ne demeliyim? Kalkerken gitmeli. Ya da kalkar kalmaz sokakta söylemeli. Mekânda olmaz. Sürekli  geldiğim yer. Garsonlara alay konusu olurum. Bana bakıyor sanki? Baksam mı ben de? Hem yanına gitsen ne diyeceksin? Merhaba tanışabilir miyiz mi? Sıradan, olmaz. Merak edeceği bir şey söylemeliyim. Mesela ‘Kaşlarınız çok güzel sakın inceltmeyin’ desem? Yok çok kibar bu. ‘Merhaba bir şey söylemek istiyorum. Kaşların çok güzel sakın bozma, incelteyim falan deme?’ Bu daha iyi. Ona iltifat eden bir cümle. Bir de tavsiye veriyorum. Ama kaşlarının güzelliğinin farkındadır.  ‘Biliyorum’ der geçer giderse? Hemen iltifat etmeyeyim. Merak uyandırayım.  Soru sormasına neden olacak şekilde söylemeliyim. ‘Merhaba, bir şey söylemek istiyorum. Kaşlarını sakın bozma, incelteyim falan deme.’ Evet, böyle daha iyi. İltifat ettiğimi anlar ama yine de içinde bir şüphe uyandırır. ‘Neden’ diye sorar. ‘Çünkü çok güzeller’ diye iltifat etmek için daha iyi bir an olabilir. Sarhoş ya da sapık zannederse? Saçmalıyorum. Yekten gider konuşurum. Nihayet geldi bira. Diğer bira ona mı? Onaymış. Parmakları ne güzel. Kaslı sanki biraz kolları. Hıhı! Elini kolunu incelediğin belli olmuyor sanki? Belki o da sana bakıyordur. Kaçırıyorsun. Önce bir bak bakalım, o da sana bakacak mı? Sonra düşün ne söyleyeceğini.”

Kafamdaki saçma ve tuhaf sorular cevaplarını bulamadan yok olup gittiler. Birasını içerken boynunu inceledim. Evvelden beri var olmuş ama hiç görmediğim bir çimenin yeşilindeydi damarları; adi adım yürüyen bir at gibiydi yutkunuşu . Arada bir göz göze geliyorduk. Bitirdi birayı, hesabı istedi. Ardından hemen ben de istedim hesabı. Çantasını sırtına takıp yoldan yukarı doğru devam etti. Yirmi metre yürüdük yürümedik, tutamadım kendimi. Aynı hizaya geldik; yan yanaydık artık. “Merhaba, kaşlarını sakın aldırma” dedim. Aklıma gelen saçmalıkları unuttuğumu sanıyordum ancak hiç de öyle olmamıştı. Düşündüğüm bütün saçmalıklar, daha saçma bir şekilde harekete geçmişlerdi. Ne diyeceğini bilemedi. Tam da tahmin ettiğim gibi  sarhoş  mudur  nedir  bakışı  attı.  Ama  ‘Neden’  diye  sormadı ve yürümeye devam etti. Ne yapacağımı şaşırdım. Gidiyordu. Etraftaki insanlar umurumda bile değildi. Artık ok yaydan fırlamıştı. Bir daha yaklaştım. ‘Kaşların çok güzel gerçekten, sakın bozma, incelteyim  falan deme; bunu söylemek istemiştim o kadar” dedim ukala ama daha da çok tafralı bir edayla. İşe yaramıştı. Teşekkür etti. Yürümeye devam ediyorduk. İsmimi söyleyip elimi uzattım. O da söyledi ismini  ve elimi havada bırakmadı. Nereye gittiğini sordum. Sana ne der gibi baktı suratıma ama yine de söyledi. Sahafçıya kitap bakmaya gidiyormuş. Benim de bakacağım kitaplar var yalanını söyleyip izin almadan onunla sahafçıya kadar gittim. Saçmalamalarım yol boyunca sürdü. Birkaç kere güldürdüm onu. Aldığı kitapları çantasına koymasına yardım ettim. Artık tanışmıştık.

*

O siyah çantayı hiç unutmam: Yine bir gün birlikte İstiklal’e direnmeye gitmiştik. Kafada baret, ağızda maske boyunda deniz gözlüğü; klasik her zamanki gibi; TOMA, gaz, job, kovalamaca. Artık iyice yorulmuştuk. Müdahaleler devam ediyordu ama biraz sakinlemişti ortalık. Sağdan soldan kaça kaça Nevizade’de bulduk kendimizi. Sokak bizim gibi bira molası verenlerle doluydu. “Bak şu  kız, az önce bize talcidli su sıkan kız değil mi?” ” Evet o. ” Kız olunca nasıl da hatırladın hemen… ” ” Zeynep saçmalama… Bak, hemen yanındaki çocuğu polis almamış mıydı gözümüzün önünde? O değil mi o? ” “Aaa! Evet o, kurtulmuş demek ki polisin elinden.” Sevindik. Hiç tanımadığımız ama birlikte şarkılar söyleyerek direndiğimiz yüzleri görüyorduk kafamızı nereye çevirsek. Sokağa o tatlı yokuşunun başladığı yerden girildiği düşünülürse; sokağın başına yakın denecek, sağ tarafta bir yerde boş bir masa bulduk. Attık baretleri masanın üstüne. “Çok direndik biraz içelim” diyerek iki bira istedim garsondan. Zeynep, “Aaa! çok güzel bunu yazalım” dedi kızarmış ama halen gülen gözleriyle. Ayak ucuna koyduğu siyah çantasını açtı. Kalemi bulamadı bir türlü; başladı çantayı boşaltmaya. Şarj aleti, yarısı içilmiş küçük su şişesi ve bir iki limon çıktı ilk önce piyasaya. Masada yer açmak için baretleri altında oturduğumuz pencerenin demir parmaklıklarına taktım. Ardından ‘Bir Ada Hikâyesi’nin’ ilk iki cildini çıkardı çantadan. O gün sahafçıdan almıştık. Ben okumuştum önceden, Zeynep’e de tavsiye etmiştim. Bendekileri istemedi. Kendi kütüphanesinde de olmasını istiyormuş. Diğer iki cilt gelince haber vereceklerdi. Öyle söylemişti sahafçı baba kız. “Ne inceledin şunları iki lira düşürtmek için” diyerek kitapları gösterdi ve koydu masaya. Pazarlık yapmıştım alırken. Çok sıkı bir pazarlık değildi: Önce bir kusur bulmak için sayfaları çevirdim. Birkaç sayfasında altı çizilmiş cümleler, tutulmuş notlar vardı o kadar. Sayfalar haliyle sararmıştı. Kahve lekesi falan aradım ama göremedim. İkinci cildin son sayfasında hafif bir yırtık buldum. Sahafçı kız şaşırdı. Belli ki kendi de farkında değildi, ya da o kadar detaylı incelememişti. Sanki benim yırttığımı ima eden bir bakış attı. “Valla ben yırtmadım!” dedim tek elimi kaldırarak ve hemen indirim istedim. “Bundan indirim olmaz ama neyse iki lira eksik verin” dedi yırtığı göstererek. Yüzsüz yüzsüz biraz daha istedim. Tıpkı arkada duran babası gibi kızın da yüzü güleçti. Yüzündeki gülümsemeye rağmen o kadar net bir şekilde “Daha da olmaz yani” dedi ki, pazarlığı bitirdim. Babası lafa girdi hemen ardından; “Valla kızım yine iyi düşürdü, ben olsam hayatta inmezdim, bir de üstüne iki lira da daha koyardım.” dedi. Şaşırmıştık. “Neden?” diye sordu Zeynep. İşini iyi yapmanın ciddiyeti ve yaparken aldığı keyfi belli eden gülümsemesiyle, yırtığa bakıp “Belli ki bir yaşanmışlık var, değerlidir böyle kitaplar” diye cevap verdi. Neredeyse iki lira daha fazla ödeyecektim ama yapmadım elbette. Hep beraber gülüştük. Zeynep cüzdanını çıkartıp kitapların parasını ödeyecekti; izin vermedim. Doğum günü hediyesi olarak düşünmesini söyleyip ikna ettim. Birkaç gün sonra doğum günüydü. Gerçi doğumu mayısın sonunda başlamış ama haziranda doğmuştu. Biraz sancılı bir doğum olmuş; öyle anlatmıştı Zeynep. Kapıdan çıkarken içeride bir şey unutmuş gibi geri döndü; “Ben size numaramı bıraksam da diğer iki cilt gelince haber verseniz olur mu?” dedi ve sonra bana dönüp “İstersen senin numaranı verelim sen bu tarafta oturuyorsun nasıl olsa, ben karşıdan öyle hemen gelemem” diye ekledi. Bir an durdu; “Ne alakası varsa? Ararım seni gelir alırsın.” Kıskançtı. O duraklama anında kafasından geçenleri anlamıştım. Kim bilir neler kurmuştu? İşte kitaplar gelir kız beni arar, ben kitapları almaya giderim, o esnada gülüşmeler, kur yapmalar, espriler, şakalar, sonra hop… Telefonlar da var zaten… Yandı gülüm keten helva. “Neyse ya sen ver numaranı” dedi saçma bir kıskançlık yaptığını anlayarak. Verdim numaramı. Kitaplar elimde kaldı. Şunları çantaya koyalım dedim. Baktı sığmayacak,  çantayı olduğu gibi dükkânın önünde dizili kitapların üstüne boşalttı. Çıkanları gören sahafçı “Hayırdır gençler savaşa mı gidiyorsunuz?” dedi. Bir gülüşme daha oldu. “Keşke tüm savaşların cephanesi böyle olsa baba” dedi kız. Kızın söylediği şey Zeynep’in de benim de hoşuma gitmiş, hem beğendiğimizi hem de onayladığımızı başımızı hafifçe eğerek  belli etmiştik. Cephaneler bir türlü sığmıyordu çantaya. Bana bırak ben hallederim dedim. Ne de olsa askerlik yapmışlığım var. En arkaya kalın karton kapaklı büyük boy defteri koydum. Zaten sonrası basit oldu. Ama çantanın fermuarı yine de zor kapandı.

Nevizade’de kalemi bulmak için çantayı boşaltmaya başlayınca, sahafçıdaki sahneyi tekrar yaşayacağım geldi aklıma ve hemen duruma el koydum. Tahmin ettiğim gibi kalem çantanın dibine düşmüştü. Elimi çantanın dibine daldırıp çıkarttım kalemi. Ellemesem sprey boyalar, eldivenler, ameliyat maskeleri vs. onlarda çıkacaktı piyasaya. Çantadan defteri çekerken, “Dur deftere  yazmayalım, şuraya yazalım” diye önünde oturduğumuz duvarı işaret etti. Pütürlü duvara “ÇOK DİRENDİK BİRAZ İÇELİM DEDİK” yazdı büyük harflerle. Kalemi elinden aldım. Kitaptan, bir paragrafın, altı çizilmiş son cümlelerini okudum. Hoşuma gitmişti. Zeynep’e de okudum yüksek sesle. ‘…Bütün büyülerden bir şey, bir tek şey öğrendim ki büyü insandadır.   Büyü   insanın   gözündedir.   Büyü   insanın   kulağında, burnunda, yüreğindedir. Dünyanın en güzel büyücüsü, o sevgiyle dopdolu olan insanın gözünde, burnunda, yüreğinin kökündedir.’ Beğendiğini belli ederek “Altı da çizilmeyecek gibi değil hani” dedi… Aynı sayfaya bir şeyler yazdım; birkaç sözcükle doğum gününü kutladım. Derken bir gürültü patırtı, bir koşuşturma. Sokak hareketlendi birden. Havadaki gaz kokusu iyice keskinleşmişti.  Sokağın başında polisler göründü. Bir tedirginlik oldu masalarda. Herkes kaçış pozisyonu almış hazırda bekliyordu. Polis bira içip oturan birkaç kişiyi gözaltına almaya çalışmış ancak sokaktakiler izin vermeyince gerginlik iyice artmıştı. Biralarımızın yarısına bile gelmemiştik daha. Biramı kafaya dikmeyi düşündüm ancak o kadar zaman yoktu. Çantaya kitapları ve limonları tıkıştırdım; fermuarını yarım yamalak kapatıp geçirdim sırtıma. Alarm yiyen A.M.M. (Ani Müdahale Mangası) askerleri gibiydik. Sokağın polissiz tarafına doğru koştuk. Nasıl geldik bilmiyorum ama kendimizi en son Turnacıbaşı’nın oradaki Laz Bakkal’ın önünde bulduk. Sakindi o taraflar. Neredeyse son beş dakikadır yürümemize rağmen halen soluk soluğaydı Zeynep. “Askerde yaptığım sporu yapmasam, ben de senin gibi soluyor olurdum şimdi, sizi de alsınlar askere” dedim. “Bana diyene bak, kendini hiç görmüyorsun herhalde, az iç şu sigarayı” dediğinde hakikaten kendime bir baktım da göğsüm hala inip kalkıyordu. Öyle deyince sigaramın bittiği de geldi aklıma. Laz Bakkal’dan sigara alırken arkadan Ortaçgil’in ” Önümüzde barajlar var, Bu su hiç durmaz…” dediğini işittik. Müziğin geldiği yerin tabelasında ‘Babel Cafe Restaurant Antakya Mutfağı’ yazıyordu. Ortaçgil’e ikimiz de dayanamazdık. Hemen karşıya geçip sigaramızı kafenin önünde içmeye karar verdik. O kadar koşuşturmanın arasında aklımın hala yarım bırakmak zorunda kaldığımız biralarda olduğunu; “Yanarım yanarım da şu yarım kalan biralara yanarım, hem de soğuktu, şimdi soğuk birayı nereden bulacağız” diyerek belli ettim. Hiç bir tekelde soğuk bira kalmamış, hepsi tükenmiş, meydan da seyyarlara kalmıştı; onların biraları da sıcacıktı. Zeynep “Hadi gel burada  içelim…”  demeye kalmadı; ortalık yine toz duman. Kafenin çalışanları bizi içeriye alıp kepengi kapattılar. Ortaçgil bitti, başladı bangır bangır Bandista;

“Aşk inadına, aşk devrimdir Mağlup, galip ve nikbindir Aşk her sabah, aşk her gece Aşk mücadeledir

Aşk bir molotof kokteyli Bazen elde kalem misali…”

İyice aşka gelmiştik. Yalan da değil hani; biz zaten aşka gelmiştik. Çalışanlardan biri, böyle eli ayağı durmayan, durmadan oynayan yeşil gözlü yakışıklı bir çocuk su getirdi. Bir yandan yüzümüze su serpiyor bir yandan da dans ediyorduk. Otellerine gidemeyen çocuklu turistlere yan  taraftaki  motelden yer ayarlıyordu  bir abi;  uzun  saçlı, böyle omuzlarına kadar beyaz kıvırcık saçlı bir abi. Para falan alınmayacak diye de üstüne basa basa söylüyordu motel sahibine. Belli ki zamanında çok çekmiş faşistlerden. Yüzü hep gülüyordu, zaten herkesin yüzü gülüyordu. Bir bardak da bira ikram etti yeşil gözlü çocuk. Parasını uzattım, almadı. Zeynep’le, bir yudum o bir yudum ben bitirdik birayı. Hem de soğuk. Kepengi açtılar, ortalık durulmuştu biraz, teşekkür edip çıktık. Faik Paşa’nın oraya gelmiştik ki, nereden geldi nasıl geldi fark edemedik yanımıza bir gaz kapsülü düştü. Anlık refleksle ellerimizi başımıza siper edip başladık Faik Paşa’dan aşağıya koşmaya. İşte o an anlamıştık baretleri Nevizade’de, pencerenin demir parmaklıklarında asılı unuttuğumuzu.

Bir elim onun bir elim kendi kafamda eğile eğile koşuyoruz. O aradan girdik, bu aradan çıktık, bir sokağa geldik. Hatırlamıyorum şimdi adını. Duvarın önünde soluklanıyorduk. Duvardaki yazıyı sesli  bir şekilde okudum. “Yada siz hiç bir okyanusu dudaklarından öptünüz mü?” yazıyordu. Zeynep “Kesin bu adamın sevgilisinin adı Deniz falandı herhalde” dedi nefes nefese, gözlerinin içine içine baktım “Ya da sevgilisinin gözleri maviymiş” dedim nefes nefese.  Öyle, soluk soluğa öpüştük.

Sıcak atmosferden biraz uzaklaşınca kafamızı korumak için çantadan bir şeyler arandık. Defter ve kitaplardan daha uygun bir şeyler yoktu o anda. Nur-i Ziya Sokağı’ndan İstiklal’e çıktık. Daha elli metre gittik gitmedik; polisler almışlar bir grubu  önlerine Galatasaray’ın oradan TOMA eşliğinde kovalıyor. Tünele doğru döndük; oradan da gelmesin mi polisler! İlk sağa girdik. İlerledik. TOMA’nın sesi iyice yaklaşmıştı. Su sıka sıka geliyor. Yol bitti, bir sağa bir sola ayrılıyor. Sol tarafa ay ışığı aydınlatıyor diye daha karanlık  olan sağ tarafa geçtik. Çıkmaz sokaktı. Sol tarafı denedik bu sefer;  aynı şekilde çıkmazdı. O zamana kadar hiç girmemiştim ama geçerken görüyordum ismini; Saka Kamil Çıkmazı’na girmiştik. Sol taraf aydınlık diye diğer tarafa geçmeye karar verdik. Sol yanlış seçimdi; kabak gibi belli oluyorduk. Hemen gerisin geriye dönüp diğer tarafa geçecektik ki TOMA çıkmazın başında gözüktü. Başımızı siper edip koştuk ama TOMA sıkmaya sağ taraftan başladı. Mermi gibi geldi su, gerisin  geriye tekrar aynı yere saklandık. TOMA rastgele sıktı geçti. Sol  tarafta kalsaydık ıslanmayacaktık. Asıl yanlış tercih sağ taraftı. Hem  sol tarafa ay ışığı da vuruyordu.

Çok yorulmuştuk. Sırtımızı duvara verip birer sigara yaktık. Kitaplar defterler bir tarafta sırılsıklam… Zeynep yanımda sırılsıklam… Ben zaten sırılsıklam, öyle, ıslak ıslak öpüştük.

*

Zeynep daha o ilk adımı attığında anlamıştım peşinden sürükleneceğimi. Buna engel olmak istemiş ama olamamıştım. Zeynep’i tanısaydınız neden engel olmak istediğimi anlardınız. Orası da bana kalsın. Şimdi böyle güzel bir hikâyenin sonu kötü mü bitecek? Maalesef evet. Üç ay önce ayrıldık. Bir sebepten ayrıldık işte. Toplum, aile, okul, diziler, Amerika, lobiler vs. ve daha fazlası ayırdı bizi. Devletlere hükümetlere direndik de ne ye direnemedik bilmiyorum. Şimdi o gün Nevizade’de oturduğumuz yerdeyim. Bir yıl önce yarım bıraktığımız biralar gibi kalmıştık. Duvara yazdığı yazı hala duruyor. Aramak için bir bahanem olsa keşke. Ne diyecektim ki? “Alo Zeynep  şu an Nevizade’deyim, her zamanki yerde, yazdığın yazının önünde bira içiyorum… Hava çok güzel güneşli, dedim bu kesin vapura binmiştir… Bu tarafa geçtiysen görüşelim…” Çok saçma. ” Alo,  Zeynep, özledim seni…” Belki, ama yetmez.

Ne yani, şimdi ben de Bir Ada Hikayesi’nin sonundaki Hristo gibi ‘Ölünceye kadar denizin kıyısında, her gün değilse de sık sık, Anadolu’yu mu seyredecektim?’

  • Bir tane daha?
  • Ver

Telefonum çaldı; bilmediğim bir numara: “Alo”

“Alo”

“Merhaba ben sahaftan arıyorum, gelince haber vermemizi istediğiniz kitaplar vardı, hani bu Yaşar Kemal’in Bira Ada Hikâyesi. Uzun bir süre oldu ama…”

Sahafçı kızın yırtığı gördüğü andaki gibi şaşırmıştım; tam bir yıl olmuştu. Sanki sahafçı kızın bir oyunuydu bana. Çoktan unutmuştum kitapları.

“Evet”

“Siz son iki cildini ayırın demiştiniz, geldiler, gerçi dört cildi birden var ama ilk iki cildi biraz kötü durumda, haber vereyim dedim. Alacak mısınız, ayırayım mı?”

Bir an bile düşünmeden “Tabi tabi, uğrarım birazdan” deyip kapattım telefonu. Öylece kalmıştım. Zeynep’i aramak, hiç olmazsa sesini duymak için bir bahanem vardı artık. Biramı yudumlarken bir an durakladım. Arasam mı, mesaj mı atsam ikircikliğine düştüm. Aradım.

“Alo!” “Zeynep…”

“Ferhat…”

Birbirimize ismimizi söylemeyi seviyorduk. “Zeynep…”

Kim o sorusuna verilen cevap gibi bir gülümseme vardı o an sesinde; biraz muzır, biraz tanıdık, biraz da buradayım dercesine.

“Ferat…” “Nasılsın?”

“İyiyim, sen?”

“Ben de iyiyim… Şey için aramıştım. Bu, hani hatırlıyor musun kitap ayırtmıştık, gelince haber verin demiştik sahafçıya. Yaşar Kemal’in Bir Ada Hikâyesi. İşte o kitaplar gelmiş, az önce sahafçı kız aradı da haber vereyim dedim.”

“Aaa! unutmuştum ben onları, olur olur, ben de zaten bu taraftayım, uğrarım, teşekkür ederim haber verdiğin için.”

Tutamadım kendimi. “Özledim seni” “Neredesin?”

“Nevizade’de, her zamanki yer, yazı yazdığın yerde…” “Geliyorum. “

Geldi. Oturdu koca mavi gözleriyle karşıma. Siyah çantası sırtındaydı. Boynuna doğru çekiştirdiği çantanın askılarını omuzlarından düşürüp çıkardı. Sarıldık. Özgürlük kokuyordu boynu; içime çektim.

Anıları hatırlatmak rahatlatıyordu beni. Duvardaki yazıyı gösteriyor, ‘Hoş geldin’ diye yarım kalmış biralarımızla şerefe yapıyorduk. “Bakma öyle, biliyorsun dayanamayacağımı” dedi. “Direnme o zaman sen de…” “Kitaplar için geldim ben.” İkinci biralar da geldi; bir daha şerefe yaptık. Üçüncüleri de aynı şekilde.

Zeynep, “Bu arada ‘sahafçı’ değil ‘sahaf’. Bir de o kadar kitap okuyorsun… Sahaf; eski kitap satan kitapçı demek. Yani sen sahafçı dediğinde ‘kitapçıcı’ gibi bir şey diyorsun” diye düzeltti beni.

“Hadi o zaman gidip alalım şu kitapları sahaftan.”

Tek başıma yürürken de fark ediyordum yokuşun eğimini ancak  o yanımda yürürken hafif, tatlı bir meyil alıyordu yokuş. Sahafa  gidene kadar tüm yol boyunca anladığım tek şey onun da beni özlediğiydi. Aslıhan Pasajı’na girdik. Sahaf kız kitap diziyordu. “Merhaba, nasılsınız?” “Merhaba, hoş geldiniz, valla biraz geç geldi,  ne de olsa değerli kitaplar, durun ben getireyim.” Tanımıştı bizi. “Biz unutmuştuk, siz unutmamışsınız” dedim. Dört cilt birden geldi elinde. İlk iki cilt perişan haldeydi. Pazarlık yapmaya bile gerek yoktu o kitaplar için; sayfalarının hepsi kalkık kalkık, kabarmış, su lekesi olmuştu. Kimse almazdı onları. “Artık kitaplarla duş mu yaptılar bilmiyorum ama dördünü birden alırsanız veririm.” dedi sahaf kız. “Sadece bunların parasını öderiz” dedim sol elinde tutuğu son iki cildi göstererek. Onlar temizdi. Arkadan baba “ Tamam kızım o ikisi bizden olsun, sen diğerlerinin parasını al” dedi güleç yüzüyle. Parayı ben ödeyeceğim tartışması, “Doğum günü hediyesi olarak almak istiyorum” dememle çok uzamadan bitti. Yine doğum günüydü bir kaç gün sonra. Zeynep de haziranda doğanlardandı. Kitapları çantaya kolayca sokup, o önde ben arkada pasajın kapısına doğru yürüdük. Arkadan  izledim.  Saçlarını  kestirdiğini  yeni  anlayabilmiştim.  Çok da belli olmuyordu; hemen azıcık kestirmişti. Dik ve umarsız yürüyüşü  hiç değişmemiş, biraz da kilo almıştı. Kalçalarından anlamıştım. Çantasının askılarını boynuna çekiştirip geriye döndü; “Bakma kıçıma, bu aralar biraz kilo aldım, hadi gel…” deyip yanına çağırdı, gittim.

Birer bira daha alıp Tünel’e doğru yürümeye başladık. Hava sıcaktı. Biralar çarpmıştı biraz. Önünden geçtiğimiz sokağı, daha doğrusu ‘çıkmazı’ ikimiz de hatırlamıştık. Girdik. Sol tarafta gölge bir yer seçip oturduk betona. Biralarımızı tokuşturup yudumladık. “Yine yaptın pazarlığını, bedavaya aldın kitapları” dedi. Çantadan kitapları çıkartmasını isteyerek “Ne alakası var, ne hale gelmiş kitaplar, onlara da para verilmezdi. Zaten daha önce aldıklarımızı da sırılsıklam oldu diye bırakmamış mıydık? Buna para verecek olsak onları alırdık zaten, bırakmazdık burada” diye gereksiz bir savunmada bulundum. Kitapları verdi Zeynep. ” Bak şuna, ne hale gelmiş!” diyerek sayfaları gösteriyordum ki bir sayfada takılı kaldım; geçemedim. Altı çizili cümlelerin olduğu bir sayfanın kenarında ‘Büyü senin gözlerinde, nice senelere, iyi ki doğmuşsun Büyücü Kız…’ yazıyordu benim el yazımla. Mürekkebi biraz akmıştı ancak okunuyordu. Zeynep’e gösterdim. Şaşkın bir kahkaha eşliğinde “İnanmıyorum” dedi. “Bu kitapların hikâyesini anlatsak sahaf kim bilir bizden ne kadar isterdi. Ne de olsa bir yaşanmışlığı var” dedim; güldük.

Birer sigara yaktık, birer yudum çektik  biralarımızdan.  Bir haziran güneşinin altında tanışmış, bir haziran günü direnmiştik. Yine bir haziran güneşinin altında barıştık. Öyle işte, sarıldık, öpüştük.

*https://issuu.com/azizm/docs/azizmsanatedergi90

Bunu paylaş: