Film Uzun Şiir Kısa*
‘Bilinmedik bir hüzün var içimdeq, bir gariplik. Anladım ki ya ben fazlayım bu şehirde ya da biri eksik’
Can Yücel
Daha ne kadar indirtebilir bir yönetmen klaketin ucunu, ya da ne kadar uzun yazılabilir, bir şairin şiiri… Şimdi burada olsaydı ya da yaşasaydı deyip birbiri ardına vaatlerimizi sıraladığımız üstatlar bugün yerlerini değiştirip farklı kalıplarla hayatta var olsalardı?
‘Ya ben fazlayım bu şehirde ya da biri eksik’ diyen Can Yücel, bir şair değil de, elinde kamerası olan bir üstat olsaydı? Nasıl yansıtırdı kelimelerini, nasıl çekerdi bu şehirde eksik olan birini? Belki basit bir aşk filmi, sonu Yeşilçam sinemasını andıran bir bitiş, o zamanda sever miydik? Hayat birilerine yazma yetisi verdiyse onu görme ve görselleştirme yetisi de vermeli, karşınızdaki kitleye hissettiklerinizi kelimelerle anlatmaktan vazgeçin denseydi insanlar başka hangi yola başvurabilirdi ki. Kör Baykuş (Sadık Hidayet) kitabı oldukça sade yalın ve ucu gelmeyen bir soyut anlamda buluşturduğu kelimeleri bir filme aktarmış olsaydı? Karşınızda yüzleri gülünce mutlu olduğunu anladığınız iki insan olmadan o iki insana bakıp sadece mutlu olduklarını anlatabilmek epey zor bir olacak Çiçeğiniz var ama saksınız yok, toprağınız var ama suyunuz yok sayın, kameranıza odaklanın ve kadrajınıza netlik katın.
“Ey ruhu lordlar kamarası kadın! Ey uzun entarili tüysüz Puankare! Karşımda:
demirleri kıpkızıl
bir şimendifer ocağı gibi yanmak senin en basit hünerin;
yine en basit hünerin senin
buzun üstünde bir paten gibi kıvranmak!”
Nazım Hikmet
Bu dizeleri yazan Nazım’ın hayatının her döneminde sahip olduğu kâğıt kalemi dışında bir kameraya sahip olsaydı, ortaya neler çıkardı? ‘Ruhu lordlar kamarası kadın’ın yüzü, gözleri, hali, tavrı Nazım’ın şiirlerini ithaf ettiği eşinin dışında nasıl bir kareye sahip olurdu? ‘Kalbimin kızıl saçlı bacısı’ dediği Nazım’ın kadrajına nasıl yansırdı? Nazım Hikmet o kadını nasıl bir filme dökerdi? Nazım bir yönetmen olsaydı nasıl çekerdi?
Tarık Tufan’ın bahsettiği ‘‘gözlerim biraz yorgun, içinde bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler, bekleyişler… bekleyişler Anna. Köylü çocuklarının parasız yatılı sonuçları mesela, nişanlısı askerde kızlar, kızı ölüm orucunda ki baba, babası tersanede oğul, oğlu şizofren anne’’ bu bekleyişler kaç kareye sığardı?
Tarık Tufan’ın bekleyişleri, Nazım Hikmet’in aşkları, Can Yücel’in eksik kaldıkları kaç filme sığardı?
Belki de filme meydan okunmalıydı? Zengin kızı meral’e âşık olan Başar ve Meral’in resmine, sadece resmine âşık olan Halil… Bedenselleşemeyen aşkı 1965 yılında filmografisine katan Metin Erksan Sevmek Zamanı’nı şiire dönüştürseydi? Yine derdini anlatabilir miydi? Meral’den çok daha fazla hayatında yer kaplayan o resim, aşkı tek başına yaşamaya adım atmanın, duyguları değişen azalan ya da yok olan insanoğlundan izlediklerine karşılık tek bir kelime isteseydi? Resimler, kayıklar, cansız mankenle geçen göl yolculuğu İstanbul silueti, Büyükada’nın gölgesi. Başlı başına bir şiir gibi seven Halil…
Belki de bunlar ilk bekleyişlerin flu sinyalleriydi.
Bekleyelim ‘Tanrı bizimle de konuşur belki…’ Yanlış anlaşılmalara kavgalara ve ağlayışlara üstat olmadan.