Liberal/postmodern tasallutun yeni oyuncağı: Vicdanizm ve neo-peygamberlik*
Aydınları[1] dünyadaki türlü sıkıntıya isyan ettiren; sorgulamaya, değiştirmeye ve dönüştürmeye sevk eden en büyük etken kuşkusuz vicdanlarıdır. Vicdan gerçektir, yakıcıdır, esaslı bir terazidir, insanı hayvanlar âleminde biricik yapandır, başına buyruktur, anidir, şiddetlidir ve korunaksızdır. “Türkiye Sol Liberalizmi[2]” olarak kavramsallaştırabileceğimiz ve bizatihi emperyalizmin ideolojik/siyasi/ekonomik gözetmenliğinde bu topraklara incelmiş ve kendini kurmuş olan “praksis”in; 12 Eylül 1980 darbesinden bu yana keşfettiği belki de en önemli Aşil topuğu, aydın vicdanının korunaksız doğasıdır.
12 Eylül ile birlikte sol liberalizm akademi, kültür ve alternatif medya alanlarının köşe başlarını tutmaya başladı. Otuz küsur yıllık bir birikim yarattı, aydın kuşakları yetiştirdi, başta İstanbul olmak üzere büyük kentlerde cemaatleşti. Örneğin bugün namlı “Yetmez ama evetçiler” olarak bilinen toplam bir anda, yoktan peyda olmadı; aksine, yıllara yayılan bir süreçte ilmek ilmek işlendi. Bugün “sol liberalizm” derken; kurumsallaşmış, farklı aşamalar için farklı araçları bünyesinde üretmiş ve yeniden üretmiş, makineleşmiş bir yapıyla karşı karşıya olduğumuzu savlayabiliriz. Türkiye Sol Liberalizmi öylesine iyi kotarılmış bir mühendisliğe sahip ki; 2013 Haziran Direnişi’nde direnişçi kitleler tarafından tam boy AKP destekçisi addedilip düşman saflarında tarif edilmesine rağmen; aradan geçen iki yıllık sürede, yıllardan beri hâkim olduğu mekanizmaları işleterek; bugün yine “sol kamuoyundan” rıza üretebilecek, taraftar toplayabilecek, kendisini en haklı addedebilecek, hatta sık sık üste çıkabilecek hale gelmiştir.[3] O kadar organize bir yapıdır ki bu, bireyin kolunu kapıp yekvücut içine çekmesi; Twitter’da bol RT almış bir fotoğrafa rastlarken, Bianet’te okunan bir yazıda, okul kantininde çay sohbetinde ya da iş yerinde bir sigara molasında yapılan tartışmada görülebilir.
Bu denemede; sözü edilen yapının işlettiği en etkili ve sinsi mekanizmalardan “vicdanizm”in kökeni ile siyasileşen bireye önerdiği çizgi tartışılmaya; Ogan Güner’in ‘Pop siyaset dili ve değişim fantazmagoryası’ndan hareketle “…dolaşımdaki güncel örneklere bakarak pop siyaset dilini afişe edebileceğimiz, foyasını ortaya çıkarabileceğimiz bazı ortak özelikleri tartışmaya açma[4]” çabası devam ettirilmeye ve buna ek olarak da liberal/postmodern tasallutun kurmaya çalıştığı “solcu özne” tipolojisinin bu coğrafyadaki ideolojik, siyasi, pratik açmazlarına işaret edilmeye çalışılacaktır. “Ne yapmalı?” sorusunun yanıtı bu yazının konusu olmamakla beraber, bazen söküm işinin bizatihi kendisi kimi ipuçlarını doğuracağı için, okurun yazıyı böyle anlamlandıracağı umulmaktadır.
Sol liberalizm ile Kürt uluslaşmasının tarihsel çakışması
24 Ocak Kararları, ardından gelen 12 Eylül Darbesi, Türkiye’nin neo-liberal düzlenişinin başlangıcı, Sovyetlerin çöküşü, “tarihin ve ideolojilerin sonu”… Bilinen süreçleri uzun uzun tekrar etmeye gerek yok. Fakat “Vicdanizm”i anlamak için Türkiye’nin neo-liberal yeniden yapılandırılması boyunca birbiriyle iç içe geçen iki temel tarihsel süreci irdelemek gerekmektedir. Bunlardan ilki Batı’da sol liberalizmin yükselişi, ikincisi de Doğu’da Kürt uluslaşmasının hızla ilerlemesidir.
ÖDP’nin kuruluş sürecinden itibaren, 1990’lar boyunca ve 2000’lerde başta büyük kentlerdeki siyasileşen genç kuşaklar ve yaşlı “yenilmiş” kuşaklar gözlerini Birikim, Toplum ve Bilim, Bianet, Radikal İki, Express Dergisi, Taraf, Amargi, Afili Filintalar, İletişim Yayınları, Metis Yayınları, Boğaziçi Üniversitesi Konferansları gibi sol liberalizmin o veya bu şekilde belirlediği farklı türden araçlara açtılar.[5] 1990’lar boyunca solda yapılan tartışmalarda, solun direnen bazı kesimleri dışında kalan genişçe kesimince sosyalizmin tarihsel ve bu toprağa özgü değerleri; yani sınıf perspektifi, aydınlanmacılık, İttihatçılık, Jakobenizm, Leninizm, anti-emperyalizm vb. un ufak edilmiş; un ufak edilemeyen unsurlar ise hüsnütalile uğratılarak içeriksizleştirilmişti.[6] Bu süreçte Türkiye solu; moderniteye içkin “içerilip aşılması” gereken meseleleri kavramak, önceki hatalarının ya da yetersizliklerinin devrimci ve bilimsel bir eleştirisini yapmak yerine modernitenin en kaba sağ eleştirisini yaptı, günah çıkardı ve kendini postmodernizmin şehvetli gözlerine bakarken buldu. En temel kavramların dahi tersyüz edilişi solda hegemonik hale gelmeye başlamıştı artık. Akademi, kültür/sanat çevreleri, alternatif medya başta olmak üzere bu ideolojik çerçevenin taşıyıcılığını yapan aktörler seri üretim halinde konferans kürsülerini, gazete köşelerini, okul kantinlerini ve rakı masalarını doldurdu.[7] 12 Eylül travmasını atlatamamış sol ile kurulan ilişki oldukça organikti; kafalar nereye çevrilse aynı gözlerle karşılaşılıyor, aynı gözlerle tartışılıyor, aynı gözlere ikna olunuyordu. Toplasak 30-40 kelime edecek; Marksizm, Frankfurt Okulu, Avrokomünizm, anarşizm, postyapısalcılık ve liberalizme içkin kimi kavramları çorba eden bir liberal sol kavram seti sol kamuoyunun yüzünü döndüğü her yerde; her yayında, her röportajda, her konferansta, her doktora tezinde, her duvarda karşısına çıkıyordu.[8]
Kavram setinin lanetli kelimelerinden bir seçki: Kemalizm, ulusalcılık, iktidar, tepeden inmecilik, elitizm, otoriterlik, totaliterlik, vesayetçilik, darbecilik, orduculuk, militarizm, komploculuk, stratejik akılcılık, Jakobenizm, Stalinizm, İttihatçılık, devrim sonrasına ertelemecilik, lider tapınmacılığı, kişi kültü, hiyerarşi, üsttencilik, erk, tahakküm, milliyetçilik, ırkçılık, cinsiyetçilik, erillik, homofobi, türcülük, ayrımcılık, atanmışlar vb.
Kavram setinin pırlantalarından bir seçki: Demokrasi, ezilenler, aşağıdakiler, özgürlükçü sosyalizm, özyönetim, yaşam alancılık, çoğulculuk, empati, anlamaya çalışmak, reform, barış, özgürlük, vicdan, acı, özgürlük, bireysel özgürlük, “hemen şimdi”, seçilmişler vb.
Tarihsel bağlamlarından soyutlanmış, kartvizitleştirilmiş kavramlar… Düşmana dağıtılacaklar belli, dosta dağıtılacaklar belliydi ve kuşlama misali solun var olduğu her mekâna atılıp kaçılıyordu. 2000’lere gelindiğinde 90’larda yapılan yatırımın meyveleri toplanmaya başlanmıştı. Bunun doruğa çıktığı, en açık biçimde görüldüğü moment 12 Eylül 2010 Anayasa Değişikliği Referandumu’ndaki ünlü “yetmez ama evet” ve boykot tutumunun kimi gerekçelendirmeleri olmuştu.[9]
Buradaki kritik nokta; kadın, çevre, LGBT, vb. farklı toplumsal-tarihsel-ekonomik ilişkilerin ürünü olan farklı sorunların gerçek olmaması değil, sol liberal çerçevenin bunlara aslında gerçek hiçbir çözüm üretemeyecek olmasıdır. Örneğin Siyasal İslam’ın örgütlü bir güce, türlü devlet kademesine, tarikat-cemaat ağlarına sahip olduğu, hatta bizatihi devletin kendisi olduğu; her günü başka taciz, tecavüz ve cinayet sarmalıyla sonlanan bir kadın kasaplığı ülkesinde türban tartışması “Türban ve çarşaf kadının hür iradesiyle giyebileceği, kadının özgürlük alanı içinde tanımlanan, hatta kimi durumlarda onu özgürleştiren, Kemalist elitizme ve yekten moderniteye bir başkaldırı gibi görülebilecek ve buna dair erkeklerin kesinlikle yorum yapamayacağı şeylerdir” zeminine oturtulabilmiş ve uzun süre bu noktadan tartışılabilmiştir. Meseleyi topluma böyle sistem[10] içi bir şekilde yedirebilen sol liberalizmin, değil toplumsal cinsiyet eşitsizliği sorununu çözmek, ülkede yaşanan kadın katliamında suç ortağı olmadığını kim iddia edebilir? Örneğin toplumsal cinsiyet eşitsizlikleri açısından feministler “doğal ve meşru taşıyıcısı” değildir, ya da Greenpeace gibi… Tıpkı adında “sosyalist”, “devrimci” vb. geçip de AKP Rejimi’ne payanda olan kimi aktörlerin sosyalizme dair hiçbir meşruiyetleri olmaması gibi. Sol liberalizmin yarattığı algı bulanıklığının bir sonucu da bu sorgulanamayan “doğal ve meşru temsilcilik” iddiasıdır.
Örnekler çeşitlendirilebilir. Türkiye’de herhangi bir 24 saatte hayatın nerede ve nasıl aktığını belirli insan, toplumsal kesim tipolojileri üzerinden düşünmeyen sol liberal hayalcilik; örneğin İstiklal Caddesi’nde başka toplumsal-kentsel nitelikler nedeniyle aynı kamusal mekânı paylaşabilen molla kılıklı ile mini eteklinin Kayseri’de, Batman’da, Bursa’da değil yan yana yürümek, iyi ihtimalle aynı mahallede dahi barınamayacağını kestiremez, fakat kitlelere önerisi budur, parmağını akan insan seline doğrultur ve der: “Bakın, isteyince bir arada yaşayabiliyoruz!”. Sol liberalizm hem en hayalcidir, hem de soyutlama yeteneği en kadük olandır. Türkiye Sol Liberalizmi doğduğu günden bu yana Türkiye Sağı’na sebatla hizmet etmiştir.
Vicdanizmi kavrayabilmek için irdelenecek ikinci başlık Türkiye Sosyalist Hareketi’nin (TSH) Kürt Hareketi ile ilişkilenmesine dairdir. Kabalaştırmak pahasına özetlemeye çalışırsak: PKK; 12 Eylül’ün yarattığı baskı ortamıyla ortaya çıkan Kürt ulusal damarını yakalamış, dibine kadar Jakoben bir tarzla Kürt coğrafyasında örgütlenmiş, özgücünü büyütmüş ve siyaset arenasına çıkmıştır. Aynı demografik yapıya sahip olmayan Batı’daki etki alanını genişletmek için ise liberal/postmodern siyasalara kapılarını ardına kadar açmış[11], hâlihazırda demografik ve sosyokültürel ağırlığının da bulunduğu İstanbul’u ideolojik olarak “fethetmiş” ve başat olarak buradan yayılan gücüyle Batı’da da önemli bir ağırlığa sahip olmuştur.
Buradaki kritik nokta Türkiye’nin 24 Şubat + 12 Eylül ile ilk kazması vurulan neo-liberal dönüşümünün 90’larda izlediği yolun; PKK’nin (Öcalan’ın) ideolojik düzlemde Marksizm’den, siyasi izdüşümü olarak da sosyalizmden dümeni kırıp bir ulusal hareket olma yoluna girmesinin çakışmasıdır. 12 Eylül’den şahlanarak çıkan PKK ile her anlamda büyük bir yenilgi ve travmayla çıkan TSH arasındaki güce dayalı uçurumun artması beraberinde bir ideolojik/siyasi tabiiyet ilişkisini getirmiştir. Kürt coğrafyasındaki özgücüne dayanarak Batı’ya çeşitli tonlardan liberal/postmodern siyasalar üzerinden açılım yapan Kürt ulusçuluğunun bu yönelimini kavrayamayan, ya da kavrasa bile direnmeyen/direnemeyen solun önemli bir bölümü bu ideolojik hegemonyanın bir parçası haline gelmiştir. Bugün Kürt Hareketi’nin çok aktörlü fakat gerçek bir bölge gücü olarak[12] tamamen “moderniteye içkin”, “basit fizik yasalarıyla” düşünüp/davranıp; önemli bir kısmını hegemonyasına aldığı TSH’nin içinde postmodern bir çizgiyi örgütleyebilmesi acı bir ironidir. Örneğin o zamanın SDP Genel Başkanı, şimdi HDP milletvekili olan Rıdvan Turan’ın Çözüm Süreci’ne dair yaptığı “Evet, bu memlekette kendine sosyalist deyip de ulusalcılığa yönelenler var ama diğer taraftan Kürt halkıyla kader birliği yapmış, haklı mücadelesinin yanında olmuş enternasyonal sosyalistler var, biz de bu kulvardayız. Doğrusu, Meclis’e girmek ya da iktidar olmak temel sorunumuz değildir. Bizim temel sorunumuz, ülkenin demokrasi ve özgürlükler cenneti olmasıdır.” (18 Nisan 2013)[13] açıklaması, anlatılmaya çalışan iki kritik sürecinin kesişiminin TSH’yi getirdiği nokta açısından iyi bir özet teşkil etmektedir.
Kısacası; özgücüne dayanarak ittifaklar kuran/dağıtan, bölge siyaseti yapacak bir kuvvete ulaşan Kürt ulusçuluğunun başta TSH’ye ve kendi içindeki sosyalist kadrolara ödettiği ideolojik bedel çok ağır olmuştur. Fakat bu bedel TSH’nin kendi basiretsizliğinin yanında bir hiçtir. Kürt Hareketi’nin müdahaleciliği ve “kapsayıcılığı”; gücün doğası ve pragmatizminin, reelpolitikerliğin doğal sonucudur; bu anlaşılabilir. Fakat TSH bu koşullarda gerçek bir kardeşlik projesinin biricik koşulunun “Batı sosyolojisini örgütlemek” olduğu gerçeğini göz ardı etmiş, ettirilmiş, kendi tarihsel referanslarından vazgeçme konusunda oldukça hoyrat bir cömertlik sergilemiştir. Buna da “Kürt halkıyla dayanışma” diyerek kendisini ikna etmiştir. TSH kendi iddialarından vazgeçtiği ölçüde Anadolu ve Trakya topraklarında kardeşleşmeye değil, milliyetçiliklerin bilenmesine hizmet etmiştir. Konumuz olan Vicdanizm de tam olarak bu ideolojik/siyasi çözümsüzlüğün kucağına doğmuştur.
Vicdanizm ve siyasileşen özneye önerisi: Neo-peygamberlik
SSCB’nin dağılmasının, reel sosyalizmin ilk ve en önemli deneyimlerinden birinin çöküşünün solda yarattığı uluslararası ideolojik depresyon henüz tazeyken, 1998 yılında “Sınıftan Kaçış” gibi bir mücevheri kaleme alan Ellen Wood; başat olarak Ernesto Laclau ve Chantal Mouffe’un teorisyenliğini yaptığı ve uluslararası ölçekte fırtına gibi esmeye başlayan radikal demokrasi akımının iddialarını, sınırlarını ve sermaye açısından işlevselliğini büyük bir tarihselci yetkinlikle ortaya koymuş ve uzlaşmaz bir sertlikle eleştirmişti. Sınıf’ı terk etmiş Yeni Sol’un kurguladığı “sosyalizmin alıcıları” kümesi tespiti Vicdanizmi ve seslendiği kitleyi kavramak açısından da işlevseldir: “Öyle görünüyor ki, yeni ‘hakiki’ sosyalistler (“radikal demokratlar” olarak da okunabilir – AA), ‘sağduyulu’ insanlar olarak nitelenebilen ve ortak zemini salt maddi çıkar değil de akıl ve vicdan olan kişilerin sosyalizmin doğal unsurları oldukları yolundaki görüşü paylaşıyorlar. Özellikle de aydınlar, çok önemli bir rol oynamaya yatkındırlar. (Laclau ve Mouffe’un çizdiği çerçeveye göre – AA) Kimi insanlar, sosyalizmin evrenselci ve rasyonel söylemine başkalarından daha duyarlıdırlar; dar maddi … çıkarlardan farklı olan evrensel insan değerlerine bağlanmaya başkalarından daha yatkındırlar; işte bu insanlar, sosyalist hareketin doğal tabanını oluştururlar.”[14]
Vicdan korunaksızdır demiştik. Tarih bilinci olmayan solcu vicdansa iki defa korunaksızdır. Kürt halkı ve ulusal öncüsünün gerçekleştirdiği uluslaşma sürecinden -az evvel nedenlerinden kısaca söz etmeye çalıştığımız- batılı solcuya daha 1990’lardan itibaren düşen yegâne şey “Kürt halkının acılarına ağlamak” olmuştur. 2000’lerden sonra çok başka ve gelişkin bir şekil alacak Vicdanizmin ilk ve en önemli nüvesi buradadır. Burada savlanan çerçeve kabaca şudur: “Kürtler kendi hakları için savaşıyor, ölüyor. Bizse burada hiçbir şeyi değiştiremiyoruz, ancak konuşuyoruz.” Bu itki, liberal soldan gelen ideolojik/siyasi bombardımanla birleştiğinde “batıda yaşayan, solcu, aydın, Türk” özneyi şu psikoza sokmaktadır: “Hiçbir şey yapmadığım gibi; aynı zamanda mensup olduğum milletin tarihselliği omuzlarıma Dersim Katliamı, Ermeni Soykırımı, asimilasyonlar, provokasyonlar, katliamlar, Mustafa Suphilerin katli vb. günahlar yüklüyor. Ben bütün bu suçlara ortak olmayı reddediyorum. Ben vicdanlı bir insanım!”
Buradaki yakarış oldukça insanidir ve haklıdır. Fakat atlanan şey şudur: Sözü edilen vahim olayların bir tarihselliği vardır, toplumların bağrından çıkmışlardır, bugüne yansımaları vardır ve benzerleri bugün de yaşanmaktadır, peki bunlara nasıl müdahale edilecektir? Amaç nedir? Geçmişin üzerinde tepinmek mi; yoksa et ve kemikten, havadan ve topraktan gerçekten güzel bir dünya yaratmak mı? Peki, bu dünya nasıl yaratılacaktır? Baştaki yakarış bir katarsis olarak kalacak mıdır, yoksa bir dönüştürme/değiştirme sürecinin itkisi mi olacaktır? Dört kuşak üstten Ermeni bir dedesi olduğunu keşfetmek vicdanı soğutmaya yetecek midir, yoksa meselenin biricik çözümünün bugünün insan malzemesiyle geleceğe uzanmak olduğu bilince çıkarılabilecek midir?
Bugün yukarıdaki ilk nüvenin üzerine nicelerini koyarak yoluna devam eden Vicdanizmin bu sorulara verdiği yanıt aşağı yukarı şöyledir:
İçimizdeki milliyetçiyi öldürelim, içimizdeki cinsiyetçiyi öldürelim, içimizdeki militaristi öldürelim, içimizdeki homofobiği öldürelim, içimizdeki türcüyü öldürelim, içimizdeki erki öldürelim, içimizdeki diğer günah tohumlarını öldürelim ve yaşam alanlarımızı savunalım. Günahlarından arınmış peygamberlere dönüşelim! Özne bir yerinden yakalanır: kedi sevgisi, kadın cinayeti, çevre bilinci vb. Sonra buradan başlayarak, diyelim cinsiyetçi, içindeki seksist öldürülür. Sonra; artık tesis edilmiş olan sosyal/kültürel bağdan hareketle çeşitli medya araçları bireyin önüne şunu koyar: Çok güzel, içindeki cinsiyetçiyi öldürdün! Peki ya içindeki türcüyü ne yapacağız? Ya içindeki erk aşığı? Ya da içindeki … liste bitmez. Şimdilik belirli başlıklar yetse de, alan hâlâ bakirdir ve Batı Avrupa ve ABD’den yeni günahların ithal edilmesi işten değildir.[15]
Vicdanizmin siyasallaşan özneye yaptığı bu önerinin alıcısını bir düşünelim. Çok sınırlı sayıda bir aydın kesimi! En fazla sosyalist solun olağan bir seçimde aldığı oy oranı kadar, hatta o bile değil. Yani aslında Vicdanizm toplumun çok kısıtlı bir kesimine seslenmektedir, tartıştığı kesim birkaç on bin aydından oluşmaktadır ve milyonlardan karşılık bulamadıkça yalnızlaşır, kıyısından köşesinden onunla benzer günahlardan arınmış peygamber tekkelerine dâhil olur, sosyal ve siyasal ihtiyaçlarını tekkelerde karşılayarak ve dünyaya lanet ederek hayatını sürdürmeye başlar. Değiştirme/dönüştürme isteği kırıntılarının yerini lanet etmek alıyordur.
İçindeki günahlarla cebelleşerek ve çevresindeki insanların günahlarıyla yüzleşmesini sağlayarak hayatına devam eden peygamberleşmiş özne, toplumun maddesine yabancılaşmaya başlar. Günahlarından arındıkça fark eder ki etrafı milliyetçi, cinsiyetçi, türcü, homofobik manyaklarla çevrilidir! En az 70 milyon tane manyak! Marjinalizme ve anormalliğe övgü de burada başlar ve siyasallaşan özne ile toplumun arası açılır, toplumsal dönüşümler uzaylılara havale edilir. Artık dev bir Fatih Akın filmi setindeyizdir ve hayattaki her şey bir rastlantılar fırtınası şeklinde cereyan ederken biz vicdanlı insanlar kah ağlar, kah carpediem der; olabildiğince, yapabildiğimizce fazla günahkarı tövbe ettirmeye çalışarak bir şekilde yaşayıp gideriz. Toplum artık dönüştürülebilir mecra olmaktan çıkmış, boka batmış, iğrenç, pislik dolu bir yerdir; özneye düşense bu kötülük deryasından mümkün olduğunca fazla insanı çekip çıkarmaktır. Vicdanizm öznenin gözlerini toplumdaki cevherlere, olanaklara kör eder; içindeki ihtilalciyi öldürür ve yerine bir keşiş koyar. Sonra bu keşişler yaşam alanlarına, ya da sosyal medyaya döner ve tıpkı birer havari gibi diğer günahkârlara tövbe etmeleri için vaaz verirler.
Neo-peygamberliğin önemli bir ayağını da “politik doğruculuk histerisi” oluşturmaktadır. Artık çubuk “toplumsal ilişkilerin dilde yeniden üretimi”ne öylesine bir bükülmektedir ki, örneğin patriarkanın[16] Türkiye toplumundaki yeniden üretiminin toplumsal mekanizmalarını kavramaya odaklanmak ve buna uygun mücadele araçları geliştirmeye kafa yormakla; insanların günlük hayatında, sosyal medyada söylediği, yazdığı-çizdiği şeylerin üst-alt metinlerindeki günahlarını ortaya çıkarıp teşhir etmek ikame edilir, mücadelenin kendisi aydınlararası bir savaşa dönüştürülür. Ya da; Sakarya Caddesi’nden Tayyip Erdoğan’ın şeceresine sinkaflı küfürler sallayan TEKEL işçisi cinsiyetçidir, seksizmi yeniden üretmektedir ve o çadırın hemen terk edilmesi gerekmektedir.[17]
Vicdanizm düşünsel tembelliğe de neden olur. Günahlar çıkarıldıktan, peygamberlik mertebesine erişildikten, gerekli sertifikalar alındıktan sonra dünyada olan bitenin; mesela ABD’nin falanca hamlesinin ya da Lübnan Hizbullahı’nın filanca açıklamasının hiçbir önemi yoktur. Çünkü siyasileşmiş özneye gelen bilginin geçeceği filtreler baştan bellidir: Savaş olmasın, bu slogan cinsiyetçi, bu bildiri türcü, şu tutum homofobik… Günahlar tespit edilmiş ve lanetlenmiştir; temenniler söylenmiştir. Huzur gelir. Vicdanizm iç sıkıntıları olan siyasileşen özneyi rahatlatan bir çeşit yogadır.
Ülkedeki ve dünyadaki sıkıntıları radikal bir biçimde gerçekten değiştirebileceğine inancının olmaması, Vicdanizm praksisinin temelindeki en öz itkidir. “Başka bir dünya mümkün”ü, “Hemen şimdi”yi, bağlam/zaman gözetmeyen en radikal sloganları yine en çok bu fikriyat üretir fakat en inançsız da odur ve bu kesinlikle bir çelişki değildir. Esasen bütün liberal/postmodern siyasa “dünyanın gerçekten değiştirilemeyeceği” kaderciliği üzerine kuruludur. Bu inançsızlığın siyasi çıktısı da “iktidara talip olmamak”tır. Dünyayı değiştirmek büyük iştir, hem biz kim oluyoruzdur da milyonlara dair siyaset mühendislikleri yapıyoruzdur, hem bunu deneyenler de sol postlu, Stalin, Mao gibi eli kanlı diktatörlere dönüşmüştür. Sosyalizm deneyimlerinin tarihi de birer günahlar tarihidir, “Evet sosyalizm ama lütfen Stalin’inki gibi olmasın!”. “Tamam Çin’de bebekleri yemiyor olsalar da lider kültü nedir öyle?” O vakit büyük meselelere çok da girmeden değişimi/dönüşümü “yaşam alanlarımızdan” başlatalım! Bir olay mı oldu? O an akla gelen, o an yürekte hissettiği en duygusal, en ezber, en radikal şeyi patlatır ve yine temizin de temizi bir vicdan şampiyon olunur.
Vicdanizm, sol liberal ideolojik çerçevenin özelleşmiş bir ürünü olarak belki de tam olarak ve yalnızca Türkiye’nin bağrından çıkabilirdi. Kabaca, Türkiye Cumhuriyeti; tarihsel gelişimi boyunca sosyo-kültürel olarak ne “Avrupa”, ne “Orta Doğu”dur; fakat ikisini de genlerinde barındırır. Avrupa kadar olmasa da kapitalisttir ve sekülerdir, Orta Doğu kadar olmasa da feodaldir ve şiddetle yoğurulmuştur.
Tekke kimlikçiliği, çözme iddiasında olduğu toplumsal sorunları çözmek bir yana dursun, onları başka düzlemlerde yeniden üretir. İnsanların yaratıcı, dönüştürücü edimlerini ve enerjilerini; sorunların kalbinin attığı yerden başka yerlere odaklamaktadır, hedef saptırmaktadır, çözümsüzlük üretmektedir ve bu konuda oldukça maharetlidir. Burada tartışılmaya çalışılan mesele falanca toplumsal sorunun gerçek olmaması değil, Vicdanizmin bunlara ürettiği çözüm kılığındaki çözümsüzlüğüdür. Vicdanizmin kendi iddiası farklı olsa da; pratikte varacağı nokta siyaset kurumunun işlevsizleştirilmesi, ideoloji ile siyaset (ya da akademiyle siyaset) arasındaki ayrımın ortadan kaldırılması, “kitapta yazan çeşitli doğruların” sure ve ayetler halinde “denk geldiği yere yapıştırılması”dır.
Kısaca kavramsallaştırmaya çalışırsak Vicdanizm: Günahlarından arınmış, insanlık tarihinde yaşanan türlü kötülükten benliğini sıyırmış bir peygamber olma uğraşıdır, bir kişisel gelişim programının biraz siyasi bir varyantıdır. Soğuk ve katı gerçeğin üzerinden atlayarak dünyada olan biteni çok hakiki insani duygulanım süreçleriyle, kanın hızlı ve coşkun aktığı o insani anlarla açıklamak, buna göre tutum almak, söz söylemek, eyleme geçmektir. Vicdanizmin tutarlı bir tarih okumasına ihtiyacı yoktur. Kısa, orta, uzun vadeli hedeflere ihtiyacı yoktur, hedefine onu ulaştıracak araçları tariflemeye, deneme/yanılmaya ihtiyacı yoktur. “An”ın gereği yapılır ve ikinci bir duygu seli gelene kadar beklenir. Kolayca manipüle edilebilir. İnsana dair olan bir kökü vardır, fakat onu taşıdığı nokta patolojiktir. Sinsiliği ve yayılmacı doğası da buradan gelir: “Ne yani üzülmeyelim mi?” Sınıflar mücadelesi yok, kitle yok, öncü yok, siyasi hedef yok, güç dengeleri yok, program yok, strateji yok, taktik yok, siyaset kurumunun insanlık tarihinden süzülüp gelen abecesine dair hiçbir şey yoktur Vicdanizmde. Muhafazakâr kitlelerle empati kurmak, Kürtler orada ölüyorken burada hiçbir şey yapmıyor olmak vardır; Tayyip Erdoğan otoriterdir, ama Kemalistler de otoriterdir, o zaman bunlar bir ve aynıdır![18]
Başka bir yazının konusu olmakla beraber; bir solcunun, hayatının herhangi bir anında çeşitli biçimlerde deneyimleyebileceği kalp acısını ivedilikle kamuya teşhir etmemesi bir ahlaki çöküntü göstergesidir artık. Burada perdenin arkasına saklanmış, insanların hisleri pop nesneleri haline getirilmektedir. Feci bir olayın ertesi günü kırmızı gözlerle ortada gezmeyen -hatta yetmez- döktüğü gözyaşı kadar acılı tivit atmayan kalpsizler teşhir edilmelidir! “Bu kötülük deryasının ortasında sen neden acı çekmiyorsun? Hepinizden tiksiniyorum!”
Emperyalizmin ve Türkiye kapitalizminin belki de en büyük başarısı: Solu bütün ileri değerlerinden koparıp, böylesi makbul bir vicdan solculuğu yaratabilmesidir. Vicdanlı olmak ile kavramsallaştırmaya çalışılan Vicdanizm farklı, hatta taban tabana zıt şeylerdir. Vicdanizm toplumsal meselelerin çözümüne dair sağdan bir öneridir. Sürekli ağlayıp sızlanan, muzaffer coşkuyu, zafer hissini unutmuş, marjinal, tekkesinde devinen[19] siyasi özneyi yaratan mekanizmadır. Önerisinin esasında bir kişisel gelişim programı olması ve sol liberalizmin ulaştığı kurumsallaşma düzeyinin ileriliği, yaygın siyasi/kültürel/medya ağlarına sahip olması nedeniyle, Vicdanizmin özellikle siyasileşen genç nüfusa sirayet edebilme kapasitesi çok yüksektir.
* Bu makale ilk olarak Bilim ve Gelecek Dergisi’nin Eylül 2015 tarihli 139. sayısında yayınlanmıştır.
Dipnotlar
[1]Yazıda aydın “okuyan/okumuş yurttaş” olarak, kavramın kapsadığı en geniş anlamda kullanılmaktadır.
[2] Sol liberalizm nihayetinde liberalizmdir. Burada Türkiye tarihinde özelleşmiş bir yapıyı akla getirmesi için bu şekilde kullanmayı uygun gördüm.
[3] 2013 Haziranı’nda sol liberalizmin yalnızca “AKP yandaşı” görüntüsü darbe almıştır, fakat sol liberalizmle kökten bir ideolojik bir hesaplaşmaya gidilememiştir. Nasıl yapılabileceği başka bir tartışmanın konusudur.
[4] Ogan Güner, “Pop siyaset dili ve değişim fantazmagoryası” Bilim ve Gelecek, Ağustos 2015.
[5]Burada “sağlam durduğunu” tespit edebileceğimiz tek popüler mecra mizah yayıncılığı olabilir.
[6] Özgürlükçü laiklik, emek eksenli olmak, “Parti olmayan parti”, Emeğin Avrupası vb. gibi.
[7] Bu seri üretim mekanizmasının boyutlarını kavramak için Birgün gazetesinin bünyesinden çıkan ve bugün has “sistem” unsuru olan aydınların baş döndürücü fazlalığına bakmak yeterlidir.
[8]Verili bir tarihsel dönemi anlamak için şu kıstasa bakmak faydalıdır: Gözünü solculuğa açan insanlar kimi görüyor? Hangi araçlar vasıtasıyla hangi kavram setleriyle buluşuyor? Başka bir yazıda irdelenmeye bırakmak üzere burada şu kritik tespiti yapmak gerekir: Özgüç yaratarak/biriktirerek kurumsallaşmak ideolojik/kültürel hegemonya kurmayı önceler. Güç, sirayet ettiği alandaki ideolojiyi ve kültürü de belirler. Tersini yapmaya çalışmak, yani özgüç yokken ideolojiden taviz vermek siyasi intihardır.
[9]Burada düşülen yaygın bir hata, örneğin DSİP’in bir umacıya dönüştürülüp aslında sosyalist sola musallat olmuş birçok yanlış kavrayışı mantıksal sonucuna taşıdığının gözlerden kaçmasıdır.
[10]Evet bildiniz, sol liberallerin de kullanmaya bayıldığı bir amentü olan “fuckthesystem”daki sistemin ta kendisi!
[11] Burada kapılar PKK’nin içine doğru değil dışına (Batı’ya) doğru açılmıştır. PKK içeride “çelik gibi”dir, öyle olmak zorundadır.
[12] Tıpkı dünyada var olan bütün “gerçek güçler”in yaptığı gibi.
[13] “Sosyalist partiler Aydar’ın ‘sosyalistler bizi anlamıyor’ çıkışını değerlendirdi” – soL Haber Portalıhttp://haber.sol.org.tr/soldakiler/sosyalist-partiler-aydarin-sosyalistler-bizi-anlamiyor-cikisini-degerlendirdi-haberi.
[14] Ellen M. Wood, “Sınıftan Kaçış”, Yordam Kitap, 2006, s.24-25.
[15]Lookism, colorism, gerontokrasi vb. sırada! Keşfedilmeyi ve ithal edilmeyi bekliyorlar!
[16]Meselesi “dünyayı değiştirmek” olanlar için her kavram gibi patriarka da bir tarihsel/coğrafi inceltmeye tabi tutulmalıdır, evrensel ve ortak özellikler taşısa da örneğin “Fransız patriarkası” ile Türkiye’ninki, ya da İran’ınki bir değildir. Eğer ki siyaset ideolojiden/akademiden farklı bir düzlem ise, bu mecraya dair oluşturulacak mücadele programının böylesi bir inceltmeye ihtiyacı vardır.
[17]Yazarın kişisel bir tecrübesidir.
[18]Gözden kaçmaması gereken bir diğer önemli nokta ise, bu çerçevenin yalnızca HDP’de değil, fakat artık Yeni CHP’de de somutlanıyor olmasıdır.
[19] Tekkesinde devinmek, cemaatleşmek, belirli ve marjinal bir alt-kültüre sıkışmak anlamında kullanılmıştır. Pasifizm anlamına gelmemektedir, bilakis, en “radikal” taşı gerekirse yine Vicdanizm atar.